Radyo Barış online
QIRDIM /QIZILBEL/PULEMURİYE
KOYE QIRDIM QIZILBEL

TUNCELI

KIZILBEL KÖYÜ SITESI (WENGE KIZILBEL XRAME) HOSGELDINIZ  TUNCELI  PULUMUR  

 

 
Tunceli Genel Bilgi





Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Fırat Havzası’nda yer alan Tunceli, doğusunda Bingöl, güneyinde Elazığ, kuzeyinde Erzincan, kuzeydoğusunda da Erzurum illeri ile çevrilidir. İl toprakları dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahiptir. İl kuzeyden Munzur Dağları ve Karasu Çayı, doğudan Bingöl Dağları ve Peri Çayı, güneyden Keban Baraj gölü ve batıdan Fırat Nehri ile çevrili olup, il topraklarının büyük bir bölümünü yüksek dağlar ve derin vadiler kaplamaktadır.

Tunceli’nin kuzey-batı, kuzey ve kuzeydoğu kesimini Karasu-Aras Dağlarının batı bölümünü oluşturan Munzur Dağları engebelendirir. İlin en yüksek noktası Bağırpaşa Dağı’dır (3.293 m.). Bunun dışında Munzur Dağları’nın Ziyaret Tepe (3.071 m.), Karasakal Dağı (3.123 m.) ve Koşan Dağı (3.078 m.) ilin diğer yüksek noktalarıdır. Tunceli’nin kuzeyden güneye doğru yükselir.

Tunceli’deki başlıca düzlük alanlar; Ovacık ile Pülümür çöküntü alanları ile akarsu vadilerinin genişlediği kesimlerde yer alan küçük ovalardır. Tarım alanı olarak yararlanılan geniş düzlüklerden bazıları da Keban Baraj Gölünün suları altında kalmıştır.

İl topraklarından kaynaklanan Karasu ve Murat Nehirleri araziyi sulamaktadır. Murat Nehri’nin kollarından Peri ve Munzur suları güneyde Keban Baraj Gölüne dökülmektedir. Tunceli Dağlarının yüksek kesimlerinde küçük buz yalağı gölleri bulunmaktadır. Bunun dışında il toprakları içerisinde doğal göl bulunmamaktadır. Yalnızca Keban Baraj Gölünün kuzey kesimi ilin sınırları içerisindedir. Deniz seviyesinden 1.050 m. yükseklikteki Tunceli’nin yüzölçümü 7.774 km2 olup, 2000 Yılı Genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 93.584’tür.

Tunceli, kırık fay hatları üzerinde bulunduğundan etkin bir deprem kuşağı üzerinde kurulmuştur. Nitekim, Pülümür depremi 1967’de yöreye büyük zarar vermiştir.

Tunceli doğal bitki örtüsü yönünden oldukça yoksundur. Dağlık alanlardaki ormanları tahrip edilmiş olup, yalnızca akarsu boylarında söğüt ve kavak ağaçları bulunmaktadır. Bunun dışında Ovacık, Nazımiye ve Hozat ilçe sınırları içinde yer alan bölgeler yer yer meşe ormanlıkları ile kaplıdır. İl alanının bitki örtüsünü büyük ölçüde step bitkileri, çayır bitkileri ve meşe ormanları oluşturur.

Karasal iklimin hakim olduğu Tunceli’de, genellikle yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı geçer. Yağışlar genellikle sonbahar ve ilkbaharda yağmur, kış aylarında ise kar şeklinde olmaktadır. Yıllık yağış 550 ile 1.100 mm. arasında değişmektedir.

İlin ekonomisi hayvancılık ve tarıma dayalıdır. Halkının büyük çoğunluğu kırsal kesimde yaşadığından ötürü hayvancılık ön planda gelmektedir. Yaylacılık yöntemleri ile koyun, kıl keçisi ve sığır yetiştirilir. Sığır türünün ıslahı için çalışmalar yapılmaktadır. Kıl keçisi sütünden peynir ve tereyağı üretilir. Belirli ölçüde de arıcılık ve tavukçuluk da yapılmaktadır.

Tarıma elverişli alanların kısıtlı oluşundan az sayıda bitkisel üretim yapılmaktadır. Yetiştirilen bitkisel ürünlerin başında; buğday, arpa, şeker pancarı, kenger sakızı, baklagiller ve sebze gelmektedir. Az miktarda da armut, ceviz, badem, üzüm, dut yetiştirilir. İlin belirli bölgelerinde az da olsa pamuk üretimi yapılmaktadır. Tunceli’de geleneksel el sanatları olarak çömlekçilik ve dokumacılık yapılmaktadır. İlde sanayii kuruluşu olarak un ve unlu ürünler, yem, yün ipliği fabrikaları ile metal eşya üreten, dokumacılık yapan ve orman ürünlerini işleyen küçük iş yerleri bulunmaktadır. Ayrıca kara turizminin el verdiği olanaklar doğrultusunda milli park alanlarında, av turizmi, dağcılık, yayla turizmi, termal turizmi ve su sporları yapılmaktadır.

İl topraklarında jips içeren cevher yatakları bulunmaktadır. Pülümür yöresinde tuz üretimi de yapılmaktadır.

Tunceli ve yöresinin tarih öncesi çağlara inen eski bir tarihi geçmişi bulunmaktadır. MÖ. IV.yüzyıldan önce tarihçiler bu bölgeye Daranis ismini vermişlerdir. Tarihçi Ptolemyos buradan Daranalis olarak söz etmiştir. Bu sözcüğün Pers kralı Darios’tan geldiği sanılmaktadır.

Tunceli’nin Çemişkezek ilçesine bağlı Sakyol Köyü yakınındaki bir höyükte yapılan araştırmalarda ele geçen buluntular, yöreye ilk kez Kalkolitik Çağda (MÖ.5500-3500) yıllarında yerleşildiğini göstermiştir. MÖ.2000’lerde bu yörede Hurriler yaşıyordu ve İşuva olarak isimlendirilmiştir. MÖ.XIV.yüzyılda Hititler bu bölgeye gelmiş ve İşuvalılarla savaşmışlardır. Bundan sonra Hititler yöreye hakim olmuşlardır.

Asur tabletlerinden öğrenildiğine göre de MÖ. IX.yüzyılda Muşkiler de burada yaşamışlardır. MÖ.5000’de Tunceli yöresinde yaşadıkları sanılan Muşkiler daha sonra Karduk ismini almış ve Hitit Krallığının yıkılmasından sonra batıdan gelen Pala ve diğer Hitit beylikleri ile karışmışlardır. MÖ 4000’de Sümerler’in yöreye egemen olduğu, Akad Kralı Sargon ile Naramsin’e ait tabletlerden anlaşılmaktadır. Bu arada MÖ.2370-2330 yıllarında yörenin Akadlar Devleti’nin bir ili olduğu da kitabelerde belirtilmektedir.

MÖ.VIII.yüzyılda Tunceli yöresi Urartuların egemenliğine girmiştir. Urartular bölgeye Süpani ismini vermişlerdir. Urartu kralı I.Sarduri zamanında MÖ.840-825 yöre, Urartu sınırları içerisinde gösterildiği tablet ve kitabelerden anlaşılmaktadır. MÖ.699’de Medler Urartu Devletini ortadan kaldırmış ve yöreye egemen olmuşlardır.

MÖ.VI.yüzyıl ortalarında da Persler yöreye hakim olmuşlardır. Tarihçi Ksnophanes’e göre yörede Karduklar, Heredotos’a göre de Akilisenler burada yaşamışlardır. MÖ.550’de Anadolu’ya hakim olan Persler Tunceli yöresini de ele geçirmişler, bu dönemde Medya Sınır Satraplığı içerisinde yer alan Tunceli’nin yerli halkı Haldiler, Khalibler, Massinekler ve Akilisenler’den oluşuyordu. MÖ.334’te Büyük İskender İsos Savaşında Persleri yenmiş ve yöreye hakim olmuştur. Makedonyalıların bu bölgedeki hakimiyeti sırasında Akilisene ve Kapadokia halkı İskender’e karşı direnmişse de isyan MÖ.322’de bastırılmıştır. Bundan sonra Kapadokia Krallığının hakimiyeti altına giren yöre, Seleukoslarla Kapadokia Krallığı arasında birkaç kez el değiştirmiştir.

MÖ.I.yüzyılda Ermeni krallarından II.Dikran buraya egemen olmuşsa da bunu Roma dönemi izlemiştir. Roma ordusu Sulla’nın komutasında Pontus devletiin son kralı Mitridates’i yendikten sonra Tunceli yöresine egemen olmuşlardır. Yöredeki isyanlar üzerine MÖ.69-66 yıllarında Romalılar Lukullus komutasındaki ordusunu isyancılardan Tigran’ın üzerine göndermiş ve bölgeyi Roma’nın Kapadokia Eyaletine bağlamıştır. MÖ.I.yüzyıldan itibaren Romalılar buradan Partlar üzerine seferler düzenlemişlerdir. Bu dönemdeki siyasi karmaşa sırasında yöre, zaman zaman Arsakların hakimiyeti altına girmiştir.

Bizans döneminde uzun süre Sasaniler tarafından yönetilen Tunceli ve yöresi 639’da Arapların egemenliği altına girmiştir. XI.yüzyılda Hozan ismi ile tanınan yöre Bizans’ın Mesopotamia Theması’nın sınırları içerisinde kalmıştır.

Malazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra Türkmenler buraya yerleşmiş, Selçuklu egemenliğinden sonra Mengücekler, Artuklular ve Anadolu Selçukluları arasında yöre sık sık el değiştirmiştir. Bu dönemde buraya Dersim ismi verilmiştir. XIII.yüzyılda Moğolların yönetimine giren yöre XIV.yüzyılın ortalarında Eretna Beyliğinin ve Erzincan’ı yöneten Mutahharten’in egemenliğine girmiştir. Otlukbeli Savaşı’ndan (1473) sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır.

XIX.yüzyıl sonlarında Mamuretü’l-Aziz (Diyarbakır) Vilayetine bağlı bir sancak olarak yönetiliyordu. Kuzeydoğudaki bugünkü Pülümür olan Kuzican yöresi de Erzurum vilayetinin Erzincan sancağına bağlı idi. Tunceli yöresi Osmanlı döneminde aşiretlerin ayaklanmalarına sahne olmuştur. Bu isyanlarda Ermeniler ile aşiretler birleşmiş 1877-1885-1892-1907-1911-1914 ve 1916’da ayaklanmışlar ve bu isyanlar bastırılmıştır. Bu isyanların bastırılmasında Sultan II.Abdülhamid’in Kürtlerden oluşturduğu Hamidiye Alayları’nın büyük payı olmuştur.

Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri Ayaklanması ile, Cumhuriyetin ilk yıllarında Şeyh Sait Ayaklanması dış politik güçlerin yardımı ile yapılmıştır. Bastırılan bu isyanlar Tunceli yöresini büyük ölçüde etkilemiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra Dersim ismi ile tanınan bu yöre 1925’te ilçe konumuna getirilerek Elazığ’a bağlanmıştır. 1936’da il yapılmış ve ismi Tunceli olarak değiştirilmiştir. Bu arada Erzincan iline bağlı olan Pülümür ilçesi de 1938’de Tunceli’ye bağlanmıştır.

Tunceli’de günümüze gelen tarihi eserler; Keban kazıları sırasında araştırılan Pulur Höyüğü, Gavur Höyüğü (Yeniköy Höyüğü), Tilköy’de Süryani Kilisesi (XVIII.yüzyıl), Pertek Kalesi, Sirdin Köprüsü (XII.-XIII.yüzyıl), Çemişgezek Tagar Köprüsü (XIX.yüzyıl), Mazgirt’te Elti Hatun Camisi (1252), Ulu Kale Camisi (1793), Çemişgezek’de Yelmaniye Camisi (XIV.yüzyıl), Pertek Aşağı Cami (Çelebi Ali Camisi) (1570), Pertek Yukarı Cami (Baysungur) (1572), Pertek Sağman Camisi (1555), Çemişgezek’te Uzun Hasan Türbesi (1572), Hamam-ı Atik (XV.yüzyıl), Ferruh Şad Bey Türbesi (1551), Ulu Kale Köyü Meydan Çeşmesi’dir. Ayrıca, Türk sivil mimari örneklerinden evler bulunmaktadır. Munzur, Mercan, Pülümür vadilerindeki Milli Park alanları, Munzur Gözeleri, Mazgirt Dedebağ Köyü’ndeki Kaplıcalar ildeki başlıca mesire yerleridir. 

Tunceli Sözlü Tarih

Munzur Söylencesi
 
        Bir zamanlar Ovacık'ın Ziyaret köyünde bir ağa yaşamaktadır.Ağanını munzur adında çok güvendiği bir çobanı vardır.Munzur iyi yürekli gönül ehli bir adamdır.
 Günün birinde ağa hacca gitmek ister.Munzur'u çağıırp:"Ben uzun bir yolculuğa çıkıyorum gidip dönmemek var karım senin anan kızlarım senin kardeşin malım mülküm gibi onlara iyi bak."der ve yola düşer.
Aradan günler geçer.Bir gün Munzur,ağanın karısına varıp :"Ana helva yapta ağama götüreyim."der.Kadın şaşırır ama bir şey demez.Herhalde canı helva istedi deyip işe koyulur.Yaptığı helvadan bir tas verir.Munzur daha büyük bir kabın doldurulmasını ister.Kadın ses çıkarmadan bir lengeri doldurup munzura verir.Munzur helvayı kaptığı gibi ortadan kaybolur.
Bu sırada ağa namaz kılmaktadır.Selam verir Munzur'u karşında görür.Munzur lengeri bırakıp birşey söylemeden ortadan kaybolur gider. Aradan uzun bir zaman geçer ağa hacdan döner.Bütün köy karşılamaya çıkar.Munzur da yeni sağdığı bi tas sütle kalabalığın arasına karışır.Köyün girişinde kalabalık yanaşıp ağanın elini öpmek ister.Ağa: "Eli öpülecek kişi ben değilim Munzur'dur" der."Bana Hacda iken evimin helvasını yedirdi.O bir ermiştir."der.Kalabalık Munzur'a yönelir.Munzur ürküp kaçmaya başlar.Koştukça tasdaki sütler yerlere saçılır.Sonunda dağın eteğinde bir kayanın önüne gelir.Kaçacak yer kalmamıştır.Elindeki tası yere atıp kuş olur kayanın kovuğuna girer kaybolur.Eindeki tası attığ yerde süt renkli bir göl oluşur.Kayanın kovuğundan ve sütlerin yere saçıldığı yerlerden de ak köpüklü sular fışkırır.Dağa ve sulara munzur adı verilir.
 Süpürgeç dağı ile Karadağ söylencesi
Pertek ilçesinin kuzeyindeki süpürgeç dağı ile Murat ırmağının ötesindeki başı dumanlı Kara Dağ bir zamanlar aynı kıza tutkun iki delikanlıdır.Aralarında zorlu bir çekişme vardır.yıllar geçer ikisi de kocar,ama bir türlü yenişemezler.Sonuda önce sevdikleri kız ,  ardından da kendileri ölür.Ama aralarındaki çekişme sürer.İkiside birer uludağ olup birbirlerine top atmaya başlarlar.Süpürgeç'in attığı toplardan Karadağ'ın yüzü kapkara olur.Karadağ'ın attığı toplarsa süpürgeçin tepesini uçurur.İnanışa Karadağ'ın yüzünün onca kara ,süpürgeç'in tepesinin de dümdüz olması ondandır.
KAYNAK: http://okuyan_2.tripod.com/efsaneler/efsaneler1.htm

 

Tunceli Gezgin Gözüyle

Pertek İlçesindeki Pertek Kalesi Mengüçlüler döneminde inşa edilmiştir. Bugün Keban Baraj Gölü altında kalan ve bir ada görünümünde olan kale sivri bir kayanın üzerinde kurulmuştur. Selçuklular zamanından kalan kale, Osmanlılar zamanında onarılmıştır. Mazgirt İlçesinde Urartu dönemine ait pek çok kale kalıntısı bulunmaktadır. Bunlar Malazgirt Kalesi, Dedebağ, Kaleköyü ve Sağman Kaleleridir.


Tunceli'de bulunan Yelmaniye Cami, Ulukale Cami, Baysungur Cami, Çelebi Ali Cami, Sağman Cami, Hamidiye Medresesi Osmanlı dönemine, Eltihatun Cami ise Akkoyunlu dönemine ait eserlerdir. Uzun Hasan ve Eltihatun Türbeleri Akkoyunlu dönemi eserleridir. 
Mağaralar: Çemişgezek ilçesindeki İn Mağaraları Urartu dönemine ait olup, kaya mimarisi örneğini oluşturmaktadır.

 Tunceli Türbeleri


Uzun Hasan Türbesi (Çemişgezek)

Tunceli ili Çemişgezek ilçesine girişte bir kaya üzerinde bulunan bu türbenin giriş kapısı üzerinde 1572 yılında yapıldığı yazılıdır. Ancak bu türbenin Uzun Hasan’a ait olduğu da tartışmalıdır. İki satır halindeki sülüs yazılı kitabesi:

“Emre bi’imareti hazihi ravzatu’ş-şerifil merhumaril makfurâni
Ve cihan Şah Beg İbna Muhammed Şah Beg bin Behlül Beg bin fi sene 980 (1572).”

Bu mübarek türbenin yapılmasını….. oğlu Behlül Beg oğlu Mehmet Şah Beg’in merhum ve magfur iki oğlu…….. Beg ve Cihan Şah Beg 980 (1572) yılında emretti.

Bu kitabeden anlaşıldığına göre, türbe iki kişi için yapılmıştır. Tek sanduka halinde bulunan ve birbirine karışık olarak sanduka içerisine konan kemiklerin buraya sonradan yerleştirildiği sanılmaktadır. Orhan Tunçer’e göre bu iki kişi türbeyi yaptırıp buraya gömülmelerini vasiyet etmiş olmalıdırlar. Bir bakıma arzuları gereği öldükten sonra türbe yaptırılıp buraya nakledilmiş olabilirler. Ancak bunu kendilerinin emrettiği de açıktır. Yine Orhan Tunçer bu kişilerin Arap veya Safevi olmayıp, buradaki Türkmen beylerinden olduklarını ileri sürmüştür.

Günümüzde bu türbeye Uzun Hasan ismi yakıştırılmıştır. Oysa Akkoyunlu hükümdarı olan Uzun Hasan (Hasan Padişah) bundan bir yüz yıl önce 1478’de ölmüştür.

Türbe sekizgen planlı olup, kenarlar dıştan 2.01 m. içten de 1.41 m. dir. Kesme taştan yapılmış olan türbenin üzeri moloz taştan sekizgen piramitli bir külahla örtülüdür. Türbenin girişi doğuda olup, batı ve kuzeydeki birer pencere ile de içerisi aydınlatılmıştır. Güney duvarında yarım yuvarlak bir mihrap bulunmaktadır. Türbenin giriş kapısı sade bir profille çevrelenmiş, 0.75x1.37 m. ölçüsündedir. İki yanındaki sütunçeler ve başlıkları oldukça sadedir. Kapının dışına sağ ve sol tarafa birer seki yerleştirilmiştir. Bu tür sekiler ile bu bölgede ilk defa karşılaşılmaktadır.

Türbe iki katlı olup, alt kısmında mumyalık bulunmaktadır. Mumyalık kısmına kuzeydoğu kenarındaki basık bir kapıdan adeta emekleyerek girilmektedir. Bu nedenle de içerisinde ayakta durmak mümkün değildir.


Ferruh Şad Bey Türbesi (Çemişgezek)

Tunceli ili Çemişgezek ilçesi Ulukale Köyünde tarlalar arasında bulunan bu türbenin kapısı üzerindeki Arapça kitabesinden öğrenildiğine göre Emir Ferruh Şad Bey için h. 957 (1550–1551) yıllarında yaptırılmıştır. Kitabenin okunabilen bölümleri şöyledir:

“………………………….
Hâzâ merkad el-Emir el-Mükerrem, Sâhib el-tabl ve’l-âlem, el-Emir Ferruh-Şâd Big…
İbn-i’l-Emir el-merhum el-magfur……el-Emir Hac Rüstem Big
Tâbe serâ-hün ve ca’ale-l-cennet misvâ-hün fi şehr Zi’lhicce…. Sene 957 (1550–1551).”

Türbe kesme taştan sekizgen planlı olarak yapılmış, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülmüştür. Türbenin gövde kısmının altında, ortasında ve üzerinde kırmızı kesme taşlardan üç sıra halinde şerit yapılmış ve böylece cephe hareketli bir görünüm kazanmıştır. Giriş kapısı ile iki yandaki pencerelerin üzeri hafif sivri kemerlidir. Kemerlerin içerisindeki pencereler düz taş hatıllıdır.

Girişin karşısında mihrap bulunmaktadır. Ancak türbe zemini sökülmüş, duvarların sıvaları sökülmüştür. Bu nedenle de içerisinin bezeli olup, olmadığı anlaşılamamıştır. Türbenin altında mumyalık kısmı bulunmaktadır.


Elti Hatun Kümbeti (Mazgirt)

Tunceli ili Mazgirt ilçesinde Elti Hatun Camisi ve çeşmesi ile birlikte yapılmıştır. Yapı üslubundan da XIII. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Akkoyunlu dönemine ait bir eserdir.

Elti Hatun Türbesi kesme taştan sekizgen planlı bir yapı olup, üzeri sekizgen bir külah ile örtülmüştür. Türbenin dış kenarları 3.32 m. iç kenarları da 2.32 m. dir. Kuzey yönünden türbeye girilmektedir. Bu giriş eyvan şeklinde olup, üst örtüsü yıkıldığından tam bir bilgi edinilememektedir. Türbenin diğer yüzlerinde birer penceresi bulunmaktadır.

Türbe içerisinde iki normal bir de küçük sanduka vardır. Bu sandukalar yakın tarihlerde yapılmıştır. Türbe de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. 










Çoban Baba Türbesi (Mazgirt)

Tunceli ili Mazgirt ilçes merkezinin doğusunda mezarlık alanda bulunan bu türbe günümüze harap bir durumda gelmiştir. Türbenin yapım tarihi bilinmemekte ve Çoban Baba’nın kimliği hakkında da bilgi bulunmamaktadır.

Türbe moloz ve kesme taştan dikdörtgen planda yapılmış, üzerinin konik bir çatı ile örtülü olduğu günümüze gelebilen izlerden anlaşılmaktadır. Yanında bir de çeşmesi bulunmaktadır. 

Tunceli Doğal Güzellikleri


Tunceli yöresi Fırat Havzası içerisinde kalan, deniz seviyesinden yüksek bir bölgedir. Tunceli il toprakları III. Zaman sonları ile IV. Zamanın başlarında oluşmuştur. Doğu Toros Dağları’nın uzantıları doğu-batı yönünde uzanarak ilin kuzeybatısını, kuzeyini ve kuzeydoğusunu bütünüyle kaplar. Bu dağlar aşılması güç sıralar oluşturduğu için Tunceli, Türkiye'nin doğu ucunda Iğdır Ovası’ndan başlayıp Erzincan Ovası’na kadar uzanan verimli çöküntü alanıyla bütünleşememiştir. Bu dağlar, yer yer hem yüzey sularıyla aşınarak hem de akarsular tarafından derince oyularak yüksek platolara dönüşmüştür. Vadiler çok dar ve dik olup, vadi tabanlarında ovalar oluşmamıştır. Güneyden kuzeye ve batıdan doğuya yükselen il topraklarının % 70'ini dağlar, % 25'ini platolar, % 5'ini ovalar ve düzlükler oluşturmaktadır.


Munzur Dağları

Munzur Dağları, ilin kuzeybatısı, kuzeyi ve kuzeydoğusunda çok zor geçit veren sıralar halinde 130 km. boyunca uzanmaktadır. 25–30 km. arasında değişen çok geniş bir taban üzerine oturan Munzur Dağları’nın doruklarında yükselti genellikle 3.000 metrenin üzerindedir. Munzur Dağları’nın Tunceli sınırları içerisinde kalan bölümünde en önemli dorukları batıdan doğuya Biçare Dağı (3.111 m.), Ziyaret Tepe (3.071 m.) ve Akbaba Tepesi’dir (3.463 m.).

Munzur Dağları, dik bir biçimde Ovacık çöküntü alanına inmektedir. Bu kesim Mercan Dağları olarak da bilinmektedir. 1.400 m. yükseklikteki Ovacık'tan sonra, 2.800–3.000 m. ye çıkan yükselti kuşağında çok dik yamaçlar bulunmakta ve bu yamaçlardan kuzeye doğru açılan havza tabanlarına inilmektedir. Havza tabanlarıyla havzaları birbirinden ayıran yüksek sırtlar, yaz aylarında yöre halkının yaylak alanlarını oluşturmaktadır.

Güney yamaçlarında yer yer rastlanan meşe ve ardıç toplulukları dışında hemen tümüyle çıplak olan Munzur Dağları’nın 2.700 metreden yüksek kesimleri sürekli karlarla kaplıdır ve kış aylarında yüksek ve sarp geçitler kapanmaktadır. Bu geçitlerin en önemlileri yükseltileri 3.000 metreye yaklaşan Mercan ve Kemah geçitleridir.


Bağırpaşa Dağı

Bağırpaşa Dağı, Munzur Dağları’nı Karasu-Aras Dağları’na bağlayan geniş ve yüksek bir kütledir. İl alanının kuzeydoğu ucunu tamamıyla kaplayan Bağırpaşa Dağı, batıdan Pülümür Çayı Vadisi, kuzeyden Karasu Vadisi, güneyden Peri Suyu Vadisi ile çevrilmiştir. Zirveleri sürekli kar ve buzlarla kaplı olan Bağırpaşa Dağı’nın en yüksek noktası 2.906 m.dir. Özellikle güney etekleri, meşe ve ardıç ağaçlarından oluşan sık bir örtüyle kaplıdır. Pülümür, Karasu ve Peri Suyu vadilerine doğru alçalan kesimler, zengin otlaklarla kaplı platolar durumundadır.


Vadi ve Ovaları

Tunceli'de vadiler yüksek ve sarp kesimlerde hem il içinde hem de çevre illerle bağlantıyı sağlayan doğal ulaşım yollarını oluşturmaktadır. Çoğunlukla güney doğrultusunda uzanan vadiler, henüz gelişmelerini tamamlamamış, dar ve dik yarıklar halindedir. Tektonik çöküntü alanlarında oluşan akarsu vadileri biraz daha geniştir. İlin en önemli vadileri Munzur, Mercan, Pülümür, Peri ve Tağar Çayı Vadisidir. Bu vadilerin özellikle güneyinde yer yer genişleyen kesimlerinde tarım yapılabilmektedir.

Tunceli'de ovalar il topraklarının % 5'ini kaplamaktadır. İlde önemli sayılabilecek ova ve düzlükler bulunmamaktadır. Tunceli'nin kuzey yarısındaki düzlükleri, Munzur Dağları’nın güneyindeki çukurlukta oluşmuş Zerenik Ovası ile Ovacık ilçesinin Yeşilyazı Bucağında bulunan Yeşilyazı Ovası’dır 




Munzur Vadisi

Munzur Vadisi, Munzur Dağları’nın orta bölümünde yer alan tepelerin güney yamaçlarından pek çok kol halinde başlar. Bu kollar, ilin en büyük düzlüğü olan Ovacık çöküntü alanında birleşir. Munzur Vadisi, merkez ilçede Pülümür Vadisiyle birleşerek güneye uzanır ve orada Keban Baraj Gölüne ulaşır.

Munzur Vadisi 21 Aralık 1971 tarihinde 6831 Sayılı Kanun çerçevesinde Ulusal Park haline getirilmiştir. Türkiye’nin en büyük milli parkı olan bu alan 42.000 hektarlık bir alanı kaplamaktadır. Milli Park oluşundan ötürü de florası ve burada yaşayan hayvanlar koruma altına alınmıştır. 





Pülümür Vadisi

Pülümür Vadisi, Avcı Dağları’nın doğu yamaçlarından birkaç kol halinde başlayıp güneye uzanan çok dar ve dik bir vadidir. Merkez ilçede Munzur Vadisi ile birleşip, güneyde Keban Baraj Gölüne açılmaktadır.


Peri Vadisi

Peri Vadisi, Bingöl Dağları’nın batı yamaçlarında çok sayıda kol halinde başlar. Elazığ-Tunceli sınırını oluşturarak güneye Keban Baraj Gölüne açılan vadi yer yer dar ve diktir. Peri Vadisi, Tunceli-Bingöl arasındaki ilişkiyi sınırlandıran doğal bir engel oluşturmaktadır.


Tahar Vadisi

Tahar Vadisi, Kırklar Dağı’nın batı yamaçlarından batıya ve güneye yönelerek Keban Baraj Gölü’ne açılmaktadır. Diğer vadiler kadar dar ve dik değildir. Çemişgezek yöresinde yer yer genişlediği kesimlerde, akarsu yatağının iki yanında küçük koycuklar meydana getirmektedir.


Akarsu ve Göller

Tunceli’de Keban Baraj Gölü dışında önemli ve büyük bir göl yoktur. Yalnızca Munzur Dağları ve çevresindeki Mercan, Avcı ve Karasakal dağları üzerinde buzul yalaklarının su ile dolması sonucunda oluşmuş küçük göller bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Karagöl, Koçgölü, Mercan Gölleri, Katır Gölleri, Dilincik Gölü, Çimli Gölü, Şer Gölü ve Buyer Baba Gölleridir. Krater gölleri içerisinde en büyüğü, Ovacık-Koyungölü Köyü’nün kuzeyinde, 2.400 m. yükseklikte yer alan Karagöl'dür.

Tunceli, akarsu yönünden çok zengindir. Düzenli yağış alan yüksek dağlarda yer altına sızan kar ve yağmur suları, daha düşük yükseltilerde kaynaklar şeklinde yeniden yüzeye çıkar. Akarsuları besleyen bu kaynaklar sürekli olduğundan, akarsuların taşıdığı sular bol ve akışları da oldukça düzenlidir. Bu akarsuların en önemlileri; Munzur Suyu, Mercan Deresi, Pülümür Çayı, Peri Suyu ve Tahar Çayıdır.


Munzur Suyu

Munzur Suyu, Ovacık'ın kuzeyinde yükselen Ziyaret Tepesi’nin eteklerinden doğar. Kuzey ve orta kesimlerinde yer yer çok eğimli bir vadide hızla akan Munzur Suyu, Ovacık düzlüklerinin ortasında batı-doğu yönünde akar. Çeşitli yönlerden gelen Havaçor, Mamuşağı, Şamuşağı, Kabuşağı, Nanikuşağı, Haçılı, Mercan, Merho, Kalan derelerinin sularını toplayan Munzur Suyu, merkez ilçede Pülümür Suyu ile birleştikten sonra güneye akar ve Keban Baraj Gölüne dökülür.

Keban Baraj Gölü’ne kadar 144 km.lik bir yol izleyen Munzur Suyu saniyede ortalama 87 m3 su akıtmaktadır. 




Peri Suyu

Murat Irmağının büyük kollarından biri olan Peri Suyu, Bingöl'ün kuzeyindeki Şeytan Dağları’nın batı eteklerinden doğar. Tunceli'nin doğu sınırını oluşturarak güneybatı yönünde akan Peri Suyu’na Tunceli topraklarında Teke, Yuvanık, Kalman, Kıl, Sekban ve Mıhindi dereleri katılmaktadır. Peri Suyu, Kayacı yöresinde Keban Baraj Gölüne dökülür.


Pülümür Çayı

Avcı Dağları’nın eteklerinden doğan Pülümür Çayı, Pülümür İlçe merkezini geçtikten sonra güneybatıya döner. Aşhirik, Dereova, Yastık, Kutu ve Çukur derelerini aldıktan sonra Tunceli kentinde Munzur Suyu’na katılır. 











Mercan Deresi


Avcı Dağları’nın batı yamaçlarından doğan Mercan Deresi, güneybatı yönünde akarak Ovacık ilçe merkezinin 7–8 km. doğusunda Munzur Suyu’na karışır. Mercan Deresi özellikle Mollaaliler'in kuzeyinde derin vadiler oluşturmaktadır.


Tahar Çayı

Kırklar Dağı’ndan doğan ve Kırklar Çayı’ndan beslenen Tahar Çayı, Çemişgezek İlçe merkezinin batısından geçerek Keban Baraj Gölüne dökülmektedir. Yüksek dağlardan beslenmediği için, taşıdığı su miktarı kaynak sularına ve mevsim yağışlarına bağlıdır.


Kaplıca ve İçmeleri

Tunceli'de çok miktarda şifalı su ve kaplıca bulunmasına rağmen, bunlar yeterince tanıtılmamıştır. Bölgede bulunan başlıcaları; Bağın ve Harik kaplıcaları ile Harçik İçmesi ile Anafatma İçmesi’dir.

Bağın Kaplıcası (Mazgirt)

Tunceli ili Mazgirt ilçesi Bağın (Dedebağ) Köyü’nde bulunan bu kaplıcanın suyu 35 derece sıcaklıktadır.

Harik Kaplıcası (Nazimiye)

Tunceli ili Nazimiye ilçesi, Dallıbahçe Bucağı’nda bulunan Harik Kaplıcasının suyunun sıcaklığı 30 derecedir.

Şampaşa Karaderbent Kaplıcası (Pülümür)

Tunceli ili Pülümür ilçesinde bulunan bu kaplıcada konaklama için bir bina bulunmaktadır. Bu kaplıcadan ilçe merkezi ve çevre köyler sağlık yönünden yararlanmaktadır. Ancak terör nedeniyle bu kaplıcanın faaliyetleri durdurmuştur.

Harçik İçmesi

Tunceli Merkez İlçe sınırları içerisinde olup, üzerinde herhangi bir turistik tesis yoktur. Tunceli-Erzincan yolu üzerindedir.

Anafatma İçmesi

Tunceli Merkez İlçe sınırları içerisindedir.


Mesire ve Dinlenme Yerleri

Zenginpınar (Zağge) Şelalesi ve Mesire Yeri

Tunceli-Pülümür karayolu kenarında, Tunceli kentine yaklaşık 40 km. uzaklıkta yer alan Zenginpınar Şelalesi, vadi yamaçlarından oldukça dik bir eğimde çok kuvvetli akarak yolun altından Pülümür Çayı’na ulaşmaktadır.

Zenginpınar Şelalesi, gerek bitki örtüsünün zenginliği gerekse vadinin çarpıcı derinliği ile çok etkileyici doğal verilere sahiptir. Pülümür Çayı ve vadinin karşı yamaçlarındaki sık orman örtüsü, doğal çevre ve manzara zenginlikleri nedeniyle yöre halkının mesire yerlerinin başında gelmektedir. 












Dereova Şelalesi

Gelin Pınarı olarak da bilinen şelale, Nazimiye ilçe merkezine 11 km. uzaklıkta, Dereova Köyündedir. 20 metre yükseklikten 3 kaynaktan yaygın bir şekilde dökülen sular, Pülümür Çayı’nın kollarından biri olan ve çok derin bir vadide akan dereye karışmaktadır.

Şelale yaz ve kış aylarında çok etkileyici ve farklı bir manzara sunmaktadır. Kışın şelale sularından oluşan sarkıt ve dikitler, bir buzul tabakası meydana getirmektedir. Şelalenin çevresi çok dik eğimli olup, bodur meşe ormanları ile kaplıdır. Şelale ve çevresi doğal güzellikleri ile piknik, doğa yürüyüşü gibi günübirlik etkinlikler için önemli bir dinlenme yeridir. 





Kutudere Mesire Yeri


Tunceli-Pülümür karayolu üzerinde, il merkezine yaklaşık 30 km. uzaklıkta ve Pülümür Çayı kenarında yer alan Kutudere Mesire Yerinin içinden aynı zamanda küçük bir dere geçmektedir. Mesire yerinin zengin bir bitki örtüsü olup, iki adet özel turistik tesis bulunmaktadır.

Bu mesire ve dinlenme yerlerinin dışında; Tunceli il merkezine 8 km. uzaklıktaki Dinar Deresi çevresi, Pülümür Çayı ile Yastık Deresi’nin birleştiği bölge, Keban Baraj Gölü kıyıları ile Pertek Feribot iskelesinin bulunduğu yerler, Çemişgezek İlçesindeki Tağar Çayı kenarları yöre halkının mesire ve dinlenme alanlarıdır.


Tunceli Göze ve İn Delikleri

Ovacık Gözeleri (Ovacık)

Tunceli il merkezine 80 km., Ovacık ilçe merkezine 17 km. uzaklıkta bulunan Ovacık Gözeleri, Munzur Dağları’nın eteklerinden yaklaşık 200-300 metrelik alanı kaplamaktadır. Bu gözeler karstik kaynaktan irili ufaklı 40 göz halinde fışkıran beyaz köpüklü sular, yamaçlardan aşağılara doğru küçük şelaleler oluşturarak akmakta ve Munzur Suyu’nu beslemektedir.

Munzur Gözelerinin 20 hektarlık kısmı, 1963 yılında Orman İçi Dinlenme Yeri olarak ayrılmıştır. Ancak geçen zaman içinde herhangi bir yatırım yapılmadığı için Orman İçi Dinlenme Yeri statüsünden çıkarılmış olmakla birlikte, yöre halkının en yoğun kullandığı mesire yerlerinden biridir.

Munzur Gözeleri, sularında avlanan alabalıklarıyla ünlüdür.



Halbori Gözeleri (Merkez)

Tunceli-Ovacık yolu üzerinde, kent merkezine yaklaşık 20 km. uzaklıkta, Munzur Suyu kenarında, derin ve kayalık bir vadinin içerisinde yer alan Halbori Gözeleri, çok soğuk kaynak sulara sahip bir dinlenme ve mesire yeridir.


İn Delikleri (Derviş Hücreleri) (Çemişgezek)

Tunceli ili Çemişgezek ilçesinin batısında bulunan İn Delikleri (Devriş Hücreleri) çok sayıda oda şeklinde oyuklardan meydana gelmiştir. Bunlar birbirleri ile bağlantılıdır. Günümüzde tahta bir merdivenle çıkılarak in delikleri gezilmektedir. Oyma sanatı kullanılarak odalar yapılmıştır. Bu kaya odalarının tarihlendirilmesi kesin olarak yapılamamıştır.

İbn-i Bibi bu İn Deliklerinden 1226 yılında yöreye gelmiş ve Seyahatnamesi’nde bunlardan söz etmiştir: “Başı semaya yükselmiş bir kaya içinde kudretin eliyle oyulmuş bir mağara gördük.”

İn Delikleri eski tarihlerden itibaren barınak olarak kullanılmıştır. Ayrıca kayalara oyulan bu mağara yerleşimlerinin arasında kayalardan sızan suların toplandığı sarnıçlar bulunmaktadır. Mağara odacıkları arasında da birbirleri ile bağlantılı merdiven ve koridorlar bulunmaktadır. Geç dönemlerde bu odalar hububat deposu olarak da kullanılmıştır.

Günümüze gelen ve sayıları 20 civarında olan Çemişgezek’teki derviş hücreleri, yumuşak kayaların kopmasından oluşmuştur. Bununla beraber içlerinde taşçı taraklarının ve çekiç izleri çoğunun insan eli ile düzeltildiğini de göstermektedir. Bu nedenle de odaların bazıları 2.50x1.70 m. ölçülerinde düzenlenmiştir. Bu odalar iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüme dışarıdan merdivenle çıkılır. Bu bölümde odalar ve havuzlar bulunmaktadır. İkinci bölümde ise, oldukça dar bir koridorun çevresinde odalar sıralanmıştır. Bu odalar düz tavanlı veya tonoz şeklinde üst örtülüdür. Bunlardan ayrı olarak odaların en üstünde çıkılması zor ve daha geniş tek bir oda vardır. Bu odaya Bey Odası ismi verilmiştir.


Ağlayan Kayalar (Pülümür)

Tunceli ili Pülümür ilçesinde, Tunceli-Pülümür karayolu üzerinde bulunan bu kaya halk arasında Ağlayan Kayalar olarak isimlendirilmiştir. Özellikle İlkbahar aylarında, karların çözülmesinden sonra aşağıya sular akmaktadır. Kışın ise bu sular donmakta ve büyük boyutta buz sütunlarına dönüşmektedir. 









Buz Mağarası (Pülümür)

Tunceli ili Pülümür ilçesi Dereboyu Köyü’nün yakınında bulunan bu mağara 12 bölümden meydana gelmiştir. 

Oldukça geniş, oval görünümlü bir girişten sonra mağara içerisinde 12 bölüm halinde yukarıdan aşağıya doğru sarkan buz sarkıtları görülmektedir. Yaz ve Kış aylarında da bu bölümlerin içerisi buz kaplıdır. Yöre halkı bu mağaradan buz deposu olarak yararlanmaktadır. 





Tunceli Mezar Taşları


Tunceli çevresinde, özellikle Ulukale yakınında Akkoyunlu ve Karakoyunlu dönemlerinden kalma mezar taşları bulunmaktadır. Bu mezar taşları XV.-XVII. Yüzyılda bölgede yapılmış koç ve at motifli mezar taşlarının en erken örnekleridir. Akkoyunlu ve Karakoyunlu dönemlerine ait mezar taşları yeterli biçimde yayınlanmamıştır.

Yöreye hâkim olan Akkoyunluların buradaki varlıklarını gösteren belgelerdir. Bu tür mezar taşları blok taşlar oyularak meydana getirilmiştir. Çoğunlukla koyun ve at motifleri işlenmiştir. Ayrıca blok halinde dikey sütunlar olarak da mezar taşları yapılmıştır. Bu taşlarda dikkati çeken bir nokta ise üzerlerinde bir yazı veya kime ait olduklarını belirten bir bilginin olmamasıdır.

Tunceli mezar taşları Selçukluların Ahlat’taki mezar taşları ile şekil ve form olarak yakınlık göstermektedir. Ancak Ahlat mezar taşlarında kitabeler olmasına rağmen, buradaki mezar taşlarında yazıya yer verilmemiştir.

Bunun yanı sıra insan başlı mezar taşlarına da Ulukale’de rastlanmıştır. Örneğin Ulukale girişindeki baştaşı yerine ölen bir kişinin büstünün konulduğu mezar taşını Ahmet Altınoluk isimli bir duvarcı ustası yapmıştır. Ayrıca çevre köylerde de buna benzer mezar taşları ile karşılaşılmıştır. Yörede yapılan araştırmalarda bu tür insan başlı mezar taşlarının yakın tarihlerde de yapıldığı görülmüştür.

















 Tunceli Köprüleri


Çemişgezek (Tağar) Köprüsü (Çemişgezek)

Tunceli ili Çemişgezek ilçesine 3 km. uzaklıkta, Tağar Çayı üzerinde bulunan köprü kitabesinden öğrenildiğine göre, h. 1222 ( 1807–1808) tarihinde Yusuf Ziya Paşa tarafından Ova köyleri ile bağlantıyı sağlamak amacı ile yaptırılmıştır. Halk arasında Aşağı Köprü olarak da tanınmaktadır.

Köprünün kitabesinin okunan kısımları şöyledir:

”Maşallah
……Kıldı şad ihya-ı hamid –abad
Eyleye ya rab….cisr-i nevi cad
Banisine namzeyledi bir tarih
Cihan durdukça ma’murede hak bu cisr-i bünyadı Sene 1222 (1807–1808).”

Diyarbakır Valisi Akif Paşa tarafından da 1856 yılında onarılmıştır. Ayrıca batı ve güney cephesindeki kitabelerden öğrenildiğine göre ise h. 1332 (1906) tarihinde bir kez daha onarılmıştır.

Mamuret’ül Aziz Salnamesi de (h.1307 m.1891–1892) köprü ile ilgili bilgiler vermektedir:

“Kasabanın pişgahında cereyan eden doğar nehri üzerinde iki adet kargir köprü mevcut olup kemer formu sivridir. Kemer uzunluğu ise 16 metredir. Su seviyesinden kilit taşına kadar olan yükseklik 9.2 metredir. Kesme taşlarla yapılan köprü iki profillidir. Köprü başlarında dört tane kaba taş vardır ki birinin üzerinde bir vazodan çıkan üç servi motifi vardır. Onun için halk servili köprü de demektedir.”

Kesme taştan yapılmış olan köprü 29.00 m. uzunluğunda olup, 4.35 m. genişliğindedir. Köprünün tempan duvarları moloz taştan yapılmıştır. Ortaya doğru yükselen sivri kemerli tek gözlü köprü yanlara doğru alçalmaktadır. Günümüze sağlam bir durumda gelmiş ancak, köprünün yakınına yeni bir köprü yapılmış ve bu köprü anıt niteliğinde korunmaktadır.


Sivdin Köprüsü (Çemişgezek)

Tunceli ili Çemişgezek ilçesi Sivdin Mahallesi’nde Karar Deresi üzerinde bulunan bu köprünün kitabesi günümüze gelememiştir. Ancak yapı üslubundan XII.-XIII. Yüzyıllarda Selçuklu döneminde yapıldığı sanılmaktadır.

İki kaya üzerine oturtulan köprü kesme taştan ve tek gözlü olarak yapılmıştır. Sivri kemer açıklığı 11 m. olup, su seviyesinden kilit taşına kadar olan yüksekliği de 6.50 m. dir. Kemerin üzerinde dışarıya doğru çıkıntı yapan ince bir tahfif kemeri bulunmaktadır.

Çeşitli dönemlerde onarılan köprü günümüze harap bir durumda gelebilmiştir.


Hanım Köprüsü (Pülümür)

Tunceli ili Pülümür ilçe merkezine 3 km. uzaklıkta, Pülümür Çayı üzerinde bulunan bu köprünün kitabesi günümüze gelememiş, kaynaklarda da yeterli bilgiye rastlanmamıştır. Bu nedenle de ne zaman ve kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir.

Bu köprü ile ilgili bir söylence bulunmaktadır. Bu söylenceye göre; Pülümür Çayı üzerinde bir hanım tarafından bir su kemeri yapılması istenmiş, kemer ve yanındaki köprünün yapımı için bir taşçı ustası görevlendirilmiştir. Bir de şart koşmuştur. Köprünün yapımında kullanılacak taşlar Tercan’dan getirilecek ve taşlar ne bir eksik, ne de bir fazla olacaktır. Bu şekilde eksiksiz tamamlandığında usta ile evleneceğini, aksi halde de ustanın boynunu vurduracağını söylemiştir. Taşçı ustası belirlediği sayıdaki taşları eksik ve fazla olmadan köprüyü tamamlamış ve hanımla da evlenmiştir.

Köprü moloz taştan ve tek gözlü olarak yapılmıştır. Köprü yakınında kaleye su taşımak için bir çıkış yolu bulunmaktadır. Günümüzde harap durumdadır. 



Dersim Dergisi Izmir Dernegi3Kaynak:Dersim Kultur ve Etnografya Dergisi
Yil 5 Sayi 7 Aralik 2006
(izmir tunceli kultur ve dayanisma dernegi yayin organi) Sayfa 134-142
Kemal Kahraman’la Röportaji Huseyin Arslan gerceklestirmis


Dersim inancı panteist değildir. Dersimliler Güneşe, Aya, ırmağa ya da doğaya tapmazlar. Dersim insanı örneğin güneşe saygı duyarken, ateşe saygı duyarken, yüce bir dağa saygı duyarken, bunları Tanrının varlığının şahitleri, ispatı, zuhuru olarak görür, birçok tanrı olarak değil. Bu anlamda da panteist değildir.
Genelde Alevilikte ve özelde Dersim Raa Haq inancında batın ve zahir kavramları vardır: Zahir görünen dünyadır, görünendir; batın ise görünmeyen alemlerdir…”


Dersim muziginde onemli bir cigir acan ve muzigimizi hem yeni nesil Dersimlilere sevdiren ama ayni zamanda “koklerle” de bagini kuran, Dersim muziginin zengin ve koklu soz ve ritmini bize aktaran, muzisyen Kemal Kahramanla Agirlikli Dersim dini “Raa Heqi” Hakkinda yapilan bu guzel soylesiyi asagida okuyabilirsiniz”
www.dersim.biz

Cevere Hazaru

ÇEVERÈ HAZARU/ Binler Kapısı AÇILIYOR


*Hüseyin Arslan:


Metin ve Kemal Kahraman kardeşler, Meyman albümünden sonra Lızgé Müzik Firması’ndan çıkan „Çeveré Hazaru/Binler Kapısı“ isimli yeni albümüyle dinleyicileriyle buluştu.
Kahraman Kardeşler ile 2005 Nisan ayında gerçekleştirdikleri Londra Konseri akabinde görüşme imkanı bulmuş, kültür, sanat ve dil üzerine uzun uzadıya sohbet etmiştik. Söz konusu reportaj daha sonra Dersim´de yayınlanan Munzur Haber gazetesinde kısmen yayınlanmıştı.
Çeveré Hazaru albümünün çıkışıyla birlikte bu reportajımızdan hareketle Sevgili Kemal Kahraman´la elektronik-posta aracılığı ile yeniden görüştük. Bu görüşme ile sevgili Kahraman´ın fikirleri ve eserlerinden yola çıkarak bir kez daha Dersim’e ve Anatolia’ya kendi deyimleri ile “Dersim Kültür Coğrafyası´nın bugüne kadar ihmal edilmiş sözlü inanç-ibadet literatürüne“ yani Binler Kapısı’na adeta gittik geldik!
Çeveré Hazaru/Binler Kapısı isimli bu çalışma da Dersim bölgesinin bugüne kadar ihmal edilmiş sözlü literatürünü inanç-ibadet özel başlığında örnekleyecek bir alan çalışması olarak hazırlanmış.

Çalışma, çoğu ilk kez yayınlanan otantik eserlerle Dersim kültür coğrafyasının konuya ilişkin sözlü birikimine dikkat çekmek yanında müzikal açıdan da geleneksel halk müziğinde „toplu icra“ ve bağlı olarak „çokseslilik“denemelerine/araştırmalarına kendi uygulamalarıyla cevap verme amacıyla şekillenmiş…


********


Arslan- Efendim yeni albümünüz gerek müzikal boyutuyla fakat özellikle de kitapçığı ile oldukça iddialı. İlk kez yayınlanan otantik ürünler yanında bu ürünlerin dayandığı sembol ve kavramlar dünyasını tartışan kitapçığı ile de oldukça köklü tezlerle ortaya çıkıyor albüm. Uzun bir uğraş neticesinde olgunlaştırdığınızı bildiğimiz bu sanat harikasını nasıl tanımlayacaksınız?

Kahraman- Bu albüm her şeyden önce, alan araştırmasına dayalı dokümanter bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. Bu işe başlarken yıllardır üzerine çalıştığımız Dersim sözlü birikiminin inanç-ibadet literatürüne ait birikimi örneklemek istiyorduk. Yani Zazaca/Kırmancki, Kürtçe/Kırdaşki beyitler, semahlar, dualar var mıdır, varsa özellikleri nelerdir? gibi bir temel soruyla yola çıkmıştık. Çalışma süreci bizim için de bir öğrenme süreci olmuştur. Karşılaştığımız ürünlerin yol göstermesiyle umduğumuzdan daha derin bir tarihsel geçmişi hesap etmemiz gerektiğini anladık ve imkanlarımız, gücümüz ölçüsünde bu soruları cevaplamaya çalıştık.

Arslan- Kitapçık incelendiğinde Anatolia Kızılbaş Aleviliği’nin tarihsel kökenleri bakımından Gilgameş’e kadar, Marduk’a kadar gidilebilecegini tartışmaya açmışsınız; ölümsüzlüğü arayan ve en yakın dostu ve yardımcısı Enkidu ile Humbaba’yı öldüren Sümer Kralı Gilgameş ile Marduk’a kadar uzanan bir serüvenden referanslar vermişsiniz. Efendim Alevilik Sümer’e ya da Babil Medeniyetine kadar uzanabilir mi, bu mümkün müdür, Aleviliğin anlaşılmasında Sümer ve Babil inançları ve kabartmaları esas teşkil edebilir mi? Alevi inancının tarihsel köken olarak Müslümanlık’tan çok daha önce varolduğu kabul edilirse, Müslümanlıkla benzerlikleri nasıl anlaşılabilir?

Kahraman: Biz tarih biliminin kurduğu referanslara göre tartışma zeminine yaklaşıyoruz. Yani tarih, ilk yazılı belgelerin bulunduğu Sümer, Eski Mısır, Babil gibi uygarlıkları kendine çıkış noktası olarak kabul ediyor. Buna göre de tarih biliminin gittiği derinliğe kadar gidiyoruz. Ve bu derinliğin anlaşılmasında kurulan referansları tartışıyoruz.
Denilebilir ki tarihsel anlamda zaman hep Aleviliğin aleyhine çalışmıştır. Yani daha yakın tarihde kendisinden ayrılmış bir „sürek“ olan Bektaşilik karşısında bile Kızılbaşlık, Bektaşiliğe göre anlaşılmaya çalışılmıştır. Çünkü Bektaşiliğin bundan 300-500 yıl öncesine dayanan tarihsel belgelerdeki referansları daha fazladır. Geriye doğru hepsiyle tartışarak yol alabiliyoruz. Yani Bektaşilik-Kızılbaşlık ilişkisinden başlıyoruz Müslümanlık-Kızılbaşlık meselesinin referanslarına bakıyoruz, oradan Hırıstiyanlık-Yahudilik ile ilişkilerinin referanslarına bakıyoruz ancak ondan sonra Yahudilik öncesi referansların tartışma başlıklarıyla Eski Mısır´a, Sümer´e uzanıyoruz. Ama bu demek değildir ki, en orijinal referanslar bu dönemdedir ve Alevilik bu referanslarla anlaşılabilir… Doğrudur ne kadar geriye gitsek referanslar o kadar durulaşmaktadır. Ancak bizim araştırmalarımıza göre Sümer ve Mısır da görülen inanç kurguları da yani yazılı geleneğin bu derinliği de ancak bugünkü Kızılbaş-Alevi öğretisinin bütünlüklü kurgusuyla anlaşılabilir. Yani Raa Haq/Hak Yolu inanç öğretisinin binlerce yıl ötesinden bugüne sözle aktarılmış kurgusallığı Sümer ve Eski Mısır kaynaklarından da eskidir. Şahmaran masalı ile Gılgameş´i karşılaştırmaya çalıştığımız „Masalların Şahı Şahmaran“ yazımızı okumanızı tavsiye ederim. Orada Gilgameş Destanı´nın doğru temelleriyle anlaşılmasında Dersim´de, Zazaca üzerinden anlatılan Şahmaran versiyonlarının temel alınması gerektiğini tartışmaya çalışıyoruz. Tekrar edersek Zazaca´nın belleği o kadar durudur. Aleviliğin yani Hak Yolu inancının temelleri de o kadar eskidir.

Arslan- Dersim’in kendine has inançları panteist özellikler taşır mu?

Kahraman: Dersim inancı panteist değildir. Dersimliler Güneşe, Aya, ırmağa ya da doğaya tapmazlar. Dersim insanı örneğin güneşe saygı duyarken, ateşe saygı duyarken, yüce bir dağa saygı duyarken, bunları Tanrının varlığının şahitleri, ispatı, zuhuru olarak görür, birçok tanrı olarak değil. Bu anlamda da panteist değildir.
Genelde Alevilikte ve özelde Dersim Raa Haq inancında batın ve zahir kavramları vardır: Zahir görünen dünyadır, görünendir; batın ise görünmeyen alemlerdir… zahir ve batın’ın bütünlüğü Tanrının birliğini oluşturur. Alevilik´te Mıhemed zahir´in Eli batın´ın sahibidir; Mıhemed güneş´tir ve Eli aydır; görünen herşey ve görünen alemdeki herşey Mıhemed´e ayandır, fakat Eli görünmeyenin sahibi´dir; sır sahibidir. Bu anlamda Dersim inancında sadece görünen değil, görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi olarak Tanrı’dan söz edilir. Ve bunların birliği de Tanrı´nın „HAK“ birliğini oluşturur; Alevilik´deki tek tanrı anlayışı böyledir. . Seyit Süleyman diyor ki, „Biz cem yaptığımızda Allah´ı kendimize çağırırız; „gönüller bir olunca Hak burada ve bizimle olur“ ama bu, burada ve bizimle sınırlı olmak mı demektir? „Haşa diyor; Hak her yerde mevcuttur.“
Bu şekilde „tek tanrı“ fikrini söylemelerine rağmen güneş, ay, yüce dağlar, su kaynakları, ırmaklar gibi hayatı ve alemleri mümkün kılan mucizevi çeşitliliği tanrı´dan ayrı görmeyen, dolayısıyla birçok ibadetini bu mükemmelliği selamlamak, buna şükretmek, sevinmek kurgusu içinde yapan Raa Haq Kızılbaş/Alevi inaç yolu ortodoks(!) bakış açılarından „tanrı tanımazlık“ şeklinde görülmüştür. Bir anlamda bu yüzden geçmişte ortodoks(!) dini yaklaşımla „Zındık“, „Putperest“, „Kâfir“ sıfatlarının mağduru olan bu inanç yolu aynı kavramsallaştırmayı bilimin devr almasıyla da „Panteist“ sıfatına terfi etmiştir. Çünkü bu modernist bakış açısı da hiçbir şekilde Alevi inanç yoluna bir sistematik fikirsellik lâyık görmemiştir. .
Halbuki yukarıda da kısaca belirttiğimiz gibi Alevi inanç yolunda gördüğümüz teklik anlayışı denilebilir ki çoklukta ve çeşitlilikteki birliği görmek farklılığına dayanır. Yani aleviliğin teklik konsepti düşüncede çokluktan birliğe ulaşan bir kurguya dayanır; bir anlamda mükemmel çokluğu/çeşitliliği tanrı´nın varlığının „görünen“ ispatı sayar... Ancak bu Alevilik´teki tanrı fikri görünen doğa´dan ibarettir anlamına gelmez.
Bu teklik anlayışı, adı zamanında ne olursa olsun Tevrat´la başlayan tek tanrıcılık mantığından önce de vardı ve eğer öyleyse söylemek mümkündür ki, ondan farklı ve açıkçası daha ayrıntılı, sistematik bir soyutlamadır. Tevrat´la birlikte yaygınlaşan Tanrı fikriyle Tanrı bir anlaşılmazlık, bilinemezlik „soyutlamasıyla“(!) bu alemden ve sen, ben oluşlarından uzaklaştırılmıştır. O yüzden de Dersim inancı panteist değildir. İşte ancak kendi tanımlamasıyla, kendi kurgusallığıyla ve kendi kavramsallaştırmasıyla bakabilirsek açılan pencereden görebilmekteyiz ki Alevilik eklektik değildir, senkretik değildir, heterodox değildir. Alevilik neyi neden yaptığı konusunda cevapsız kalmamıştır ki her uygulama ya da anlatımına kendi dışında bir başka dayanak ya da açıklama bulmak zorunlu olsun.

Arslan : Fakat bu ifadeler sadece Türkiye´de ve Türkçe literatürde değil, uluslararası literatürde de Alevilik araştırmalarının temel çözümlemeleridir. Yani Aleviliği senkretik, heterodoks, eklektik, doğa tanrıcı-panteist nitelemeleriyle anlamak….?

Kahraman:Evet bütün bu tanımlamalar, Alevilik ile ilgili akademik çevrelerde artık kabul görmüş bazı köşe kavramlardır; mesela İrene Melikoff’dan, Martin von Bruinessen’e kadar. Ayrıca Türkiye´de ve Türkçe üzerinden bir gelenek olarak Abdulbaki Gölpınarlı’dan Fuat Köprülü´den başlayıp bugün, Ahmet Yaşar Ocak’a, Reha Çamuroğlu gibi konu uzmanlarına kadar uzanan gelenek aslında bütün bu kavramlar üzerine şekillenmiştir. Birbirleri arasında ne kadar fikirsel farklar olsa da hepsi Alevilik tanımlaması konusunda bu zemini paylaşıyor. Buna göre de Alevilik farklı dini geleneklerden, Musevilikten, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, hatta Zerdüştlükten hatta Budizmden, Hurufilikten etkilenmiş bir kültürlenme yığınıdır. Herşeyin cilasına boyanmıştır, kazıyınca altından başka bir şey çıkar, böyle görüyorlar. Ya da her yerden güzel bir şeyler almış hümanist bir halk islamı´dır. Hatta İrene Melikoff, kirveligi Moğol töresi, mesela Hızır Orucu´nun Şubat ayında yapılmasını kış aylarında boş zamanların çokluğuyla açıklamıştır. Bunun dışında bir fikre, bir mantığa, bir düşnülmüşlüğe layık görmemıştir; Nevroz da zaten oniki hayvanlı eski türk takvimin´de yılbaşıdır. Hatta Kızılbaşlığı kendinden önce de özellikle A. Gölpınarlı´yı kaynak göstererek „Köy Bektaşiliği“ olarak tanımlayacak kadar ileri götürmüştür.
Ama şunu sormamız lazım: Müslümanlığın da kendine ait bazı referansları var, önermeleri var, sembolleri, kavramları var. Şimdi Kuran ortada yazılı kaynak olarak, Aleviliğin Müslümanlığın içinde mi dışında mı olduğu tartışması aslında daha çok kaynaklar, belgeler ortaya konularak tartışılması gereken bir konudur.Yoksa bin yıldır anlamadan, başka dillerde yapılmış ezbere uygulamalar ya da siyasetin kriterleri esas alınarak yapılacak bir tartışma değildir. Ama soru şudur: Müslümanlık neyin içindedir? Yani Müslümanlık birdenbire mi başlamıştır;dayandığı kaynaklar, referanslar yok mudur? Acaba Aleviliğin taşıdığı referanslar Müslümanlığın dayandığı önceki kaynakları anlaşılır kılabilecek bir şeyler de taşıyor mu? Bunu sormak lazım.

Arslan- Sumer , Babil ve Dersim Mitolojisini ve dinini özce karşılaştırma ve özdeşleştirme imkanına sahip miyiz sizce? Misal İshtar ya da İnanna ya da Ana-Hita veyahut Enuma Elish gibi tanriçalar mitolojik rolleri ile görülürse bu manada Ana-Fatma, Buyere, Xaskare arasında bir bağ kurulabilir mi? İshtar gece tanrısı olarak düşünüldüğünde aklımıza Kirmancki´deki „astare/yıldız“ gelir, İngilizce’de bu „star“dır. Diğer bir örnek Kırmancki dilinde MAA ile Sumer’ce de MAA aynı manaya tekabül etmektedir.Tanrısal boyutları da eşit ve benzer olan Dersim ile Sumer ve Babil toplumu arasındaki güçlü bağ nedir sizce?

Kahraman: Bakın Türk araştırmacıların meseleyi 12.-13 yüzyıllarda başlamış bir kültürlenme olarak tanımlamaları bir noktadan sonra doğaldır. Çünkü Türkler bu yüzyıllarda ilk kez bu topraklara geldiler. Ama biz hep buradaydık. Dolayısıyla da bu toprakların en derin kültürel şekillenmesini oluşturan ve taşıyan bir geçmişimiz var. Örneğin biz tarihin en derin zamanlarından beridir Sami halklarla ve bu topraklardan gelmiş-geçmiş bütün kadim kültürlerle bir alış-veriş içerisindeyiz. Dolayısıyla diyelim Türklüğün ilk kez İslamla birlikte Arapça ile karşılaşmasına benzemez bizim durumumuz. Biz İslam ya da diğer dinlere ait referanslarla ilk kez Türkçe üzerinden karşılaşmak durumunda değiliz. Dahası bu yaklaşımla bizim kültürel referanslarımız İslam öncesi zamanların kaynaklarına dayanır. Ve tartışmamızı da yine bu toprakların yerlisi olan kültür kaynaklarıyla yaptıkça yol alabiliriz. Yani bizim Ermenice, Kürtçe, Asurice, Arapça, Farsça gibi diller ve Yezidilik, Ehli Haklar vb. inançlarla kıyaslamalı yapacağımız bir tartışma bize yol aldırabilir.
Kısaca sorunuz çerçevesinde bütün bu kavramlarla benzerlikleri tartışmak durumundayız. Ve bu çerçeveden yaklaştığımızda tartışmanın henüz yeni başladığını da söylemek gerekir.

Arslan- Dersim’de deyişlerin, beyitlerin Türkçe okunduğu, Alevilikte ibadet dilinin Türkçe olduğu iddiasına ne diyeceksiniz?

Kahraman: Tabi aslında bu Aleviliği sadece Türkçe üzerinden tanıyan ve Dersim´e de bu bakış açısıyla yaklaşan çevrelerin değil, bizzat bizim insanımızın bile, yeni yeni araştırmalar yapan arkadaşlarımızın dahi ikna olduğu bir iddiadır. Ama gerçekten öyle mi, bu soru önemlidir; bence daha da önemlisi, eğer öyle değilse neden bizim insanlarımızın, aydınlarımızın dahi ikna olduğu bir meşruiyet kazanıyor; bu daha önemlidir.
Elbette ki Anadolu’da Türkçe üzerinden Aleviliğin biriktirdiği çok önemli bir literatür var. Dersim coğrafyası Türkçe beyitler ve deyişler açısından da çok zengindir; hatta denilebilir ki en önemli merkezlerden biridir; yayınlayacağımız albümde Dersim´den derlenmiş, Türkçe beyitlere, mesellere de yer vereceğiz; bunların önemli bir kısmı da henüz derlenmemiş, açığa çıkarılmamış örneklerdir.
Dersim coğrafyası her dönemde çok-dilliydi ve en azından ileri gelenleri, alimleri, cem-cemaat insanları başta olmak üzere Dersimliler de her dönemde bir kaç dil bilen insanlardı. Dersimli´nin Türkçe´yle tanışması, Cumhuriyet´le birlikte başlayan bir süreç değildir. Ancak Dersimli´nin söylediği Türkçe de Dersimli için değildir. Yani Dersimli´nin Türkçe söylemesi, ki bilindiği gibi Türkçe literatür Dersim´de dini alanda yoğunlaşmaktadır, özellikle 10-11. yüzyıllarda büyük gruplar halinde Anadolu´ya göç eden Türkmen topluluklarına ocak sahipleri tarafından Kızılbaşlık inancının anlatılması içindir.
Bu şekilde Türk araştırmacıların iddia ettiği kabul görmüş genel bir yargı olarak 12-13. yüzyıllarda başlayan Alevilik öğretisi ve yolu değil, Türkçe´de Aleviliktir. Yani Türkçe´nin Alevilikle tanışması, yaygınlaşması bu yüzyıllara rastlamaktadır Ama farklı dillerde, örneğin bizim dilimizde Aleviliğin kökleri denilebilir ki Tevrat´tan bile öncesine dayanır. Her dönemde ibadet dili olarak Kırmancki, Kırdaşki dilleri kullanılırdı; İslam´dan evvel de İslam´dan sonra da; Cumhuriyet´den önce de sonra da… Ve Dersim´de yüzbinlerce Türkçe bilmeyen insan da inançlarının gereklerini binlerce yıl boyunca kendi dillerinde yaşamış, pirleri de bütün rituelleri bu dillerde yapmıştır. Yayınlayacağımız bu albümlerde bunların da son kuşaktan derlenmiş köklü örneklerini göreceğiz. Çünkü Dersim´de yaşandığı biçimi ile Aleviliği kavrayabilmek için en azından yazılı gelenekle gidebildiğimiz kadarı ile eski Mısır´a, Sümer´e kadar gitmemiz, onların sembol dünyaları, onların kavramları ile bir kere daha yüzleşmemiz gerekir.
Ancak ayrıca bir başlık olarak şunu da söylemek mümkün ki; özellikle Cumhuriyetle birlikte Türkçülüğün ve Türkçe´nin önünün açılması dolayısıyla Alevilik ancak Türkçe üzerinden meşrulaştırılmışır. Bu dille kendini ifade ettiği zaman bir kabul görmüştür. Dolayısıyla da denilebilir ki Cumhuriyet sonrası dönemlerde Türkçenin Alevilikle ilişkisinde sistemin de zorlaması ile özel bir açılma olmuştur. Bu tarihlerden itibaren Alevilik´in en önemli aktarım ve yaşatma yolu olan sözlü literatür ve aşıklık-dervişlik geleneği de geçmişte olduğu gibi daha çok Türk olmayanlara dayandığı halde ancak Türkçe söylendiğinde kabul görmüş, tamamen bu yöne kanalize olmuştur. Birçok tanınmış ozan, Daimi gibi, Davut Sulari gibi, Nesimi gibi ozanlar ev ortamlarında Kırmancki, Kırdaşki yani kendi ana dillerinde de söyledikleri halde, bu dilin sembol dünyasından Düzgın’ı, Munzur´u, Kureş’i çağırdığı halde, geniş topluluklar önünde ya da plaklarında bunlara yer verememiştir.

Arslan- Eserlerinizin her şeyden önce Dersim Dili’ne bizi daha fazla bağladığını ve unutulmuş ya da unutturulmuş tarihi kavramlarla bizi tekrar buluşturduğunu görmekteyiz. Dille inanç sisteminin bağlantısı nedir?

Kahraman: Dil en önemli mana aktarıcısıdır; ama aynı zamanda da mana´nın kendisidir. İnanç sistemleri de en temelde insanın hayat´la ve bağlı olarak ölümle ilgili sorduğu soruların cevaplar sistemidir. Hiçbir mana sistemi dil olmadan anlaşılamaz, anlatılamaz, yaşatılamaz, aktarılamaz. Demek ki, mana ile olan ilişkileri yüzünden dil ve inanç sistemlerini bir birinden ayıramıyoruz.
Biz, bu dili bilen okumuş-yazmışlar olarak bu konularda hem geç hem de yetersiz kaldık. Dilimizin taşıdığı zenginlikleri biz açığa çıkartmadıktan sonra kim bize bunları anlatabilir. Sonuçta hala insanlarımızı, dilimizin gerekli olup olmadığına ikna etmek aşamasındayız.
Ayrıca „unutulmuşluktan“ ya da „unutturulmuşluktan“ söz ettikten sonra en azından bir birimize her platformda bunun sebeplerinden, tarihinden söz etmemize gerek kalmıyor. Yani yaşananlar yakın tarihin kayıtları arasında vardır ve biz artık Dersimlilik adına, Dersim adına her platformda sadece bize yapılanları anlatarak da var olmak istemiyoruz. Dersimli ve Dersim kültürü zulüm sürecinin ve acıların kurduğu referanslarla açıklanamaz. Bizim bu sürecin etkilerini aşıp kendi içinde, hayat tarzı ve duruşuyla Dersim kültürünün referanslarının ne olduğunu açığa çıkartmak gibi bir sorumluluğumu
z var…

Arslan- Bu noktada Kırmancki´nin (Zazaca)’nin de önemine değinebilir misiniz?

Kahraman: Şimdi Alevilik üzerine konuşuyoruz; Alevilik´de belli kurumlar var, belli kavramlar var, bunların adları ve öğreti içindeki anlamları, değerleri var… Şimdi madem ki Alevilik bir öğretidir kendi kavramlarını da anlaşılır kılabilmelidir. İşte bu noktada yine dillere baş vuruyoruz. Hangi dil bize bu kavramları anlaşılır kılıyor; denilebilir ki bu konuda Zazaca´nın yol göstericiliği çiğır açıcıdır. Örneğin Pir kelimesi…
Pir(dini önder)
Pır(dolu; çok),
Pur(yaprak),
per(kanat),
Por(saç),
pırç(yün) ‚
Pır kerdene(doldurmak)
kelimeleriyle akrabadır; tamamlanmış, dolmuş/yaşlı vb. içerikleriyle beraber. Yani Pir, dolu kişi demektir. Alevilikte birçok deyişde de karşımıza çıktığı şekliyle „Pir elinden dolu içmek“ deyimi vardır; yani bizim dilimizle söylersek „ Pir dest ra pır sımıtene“ şeklinde söyleyebiliriz.
Ya da Kirve kelimesi… Türkçe telaffuzu Kirve, Kürtçesi Kirivo ve Zazacası Kewra… Acaba bu üç sözcükten hangisi kelimenin etimolojisine ve Alevilik kurgusundaki manasına en yakındır? Alevilik öğretisi içindeki en önemli kurumlardan biri olan Kirveliğin manası hangi kelimede saklıdır?
Burada dikkatle bakarsak Kırmancki(Zazaca) versiyonun çok şey eleverdiğini görürüz; kelimenin kökü „kewt rae“dir, yani „yola girmek“ tir. Zaten kirvelik de sünnetle birlikte ilk dini törendir. Sünnet yola girmenin ilk adımıdır ve bu ikrar´ın işaretidir; sembolüdür. Çocuk kendi ailesi dışında bir yetişkinin kucağında sünnet edilir ve bu kişi çocuğun kirvesi olur; yani onu yola ilk adım attıran kişi, bir anlamda, yol babasıdır. Bu durumda Kirvelik ve bağlı olarak Sünnet uygulaması, „yol ve yola girme içeriklerine“ de bağlı olarak düşünüldüğünde Dersimliler´in ilk kez İslam´la ve İslam üzerinden tanıştıkları bir şey midir? Peki inanç sistematiği olarak, dünden bugüne ve yarına uzayan YOL kavramı ve uygulamada bundan doğan anlayış farkı nasıl açıklanacaktır? Dersim´de birçok kez dilekler, ricalar da Raa Düzgın´de, Raa Heq´de, Raa Wayirê xode yani Düzgün Yoluna, Hak Yoluna, Sahibin Yoluna deyimleriyle başlar…
Ya da yine Yol anlayışı temelinden türetilmiş Rayber kavramı, hep sanıldığının aksine Farsça´daki rehber´in bozulmuş hali midir, bildiğiniz gibi, tam olarak „rae/yol“ ve „berdene/götürmek“ kelimelerinden türer; yani yol götüren…
Sadece bu kavramlarla değil genel olarak da öğretinin tanımlanmasında Yol kavramına sıkça rastlanır. Dersimliler kendi dillerinde inançlarını RAA HEQ (Hak Yolu) diye isimlendirirler; yani inanç öğretisinin adı gördüğümüz gibi YOL kavramının nitelenmesidir; yani sıfattır, böyle kabul edilmiştir. Kendisine ise bu temelden hareketle Ehlê Heq der; yani Hak Adamı, Yol Adamı içerikleriyle. Bunu etnik hiçbir anlam yüklemeden evvelden ahire süren Yol anlayışı temelinde yapar. Seyit Süleyman bu konuda konuşurken « Biz 72´den seçilip 73´e dahil olmuşuz. Biz 73´üz. 72 Ehlê Nar´dır“ diyor. İşte bu şekilde Ehlê Heq´ın karşısında 72 milleti temsilen Ehlê Nar diye ikinci bir yoldan söz edilir. Yani bütün bu kavramsallaştırmaları doğru ve yerli yerinde değerlendirmek lâzım. 3´ün, 5´in, 7´nin, 9´un, 12´nin, 14´ün, 17´nin, 40´ın, günlerin, ayların adını ve manasını yerli yerinde değerlendirmek gerekir. Bunları başka inanç sistemlerinde, öğretilerde de görmek her birini bir yere parsellememiz gerektiği anlamına gelmez. Bunların öğreti içindeki yerlerini ve manalarını, yanyana gelerek oluşturdukları daha bütünlüklü mana konseptlerini anlayarak değerlendirmeliyiz.
Ya da cem kelimesi sanıldığı gibi Arapça değildir; Kırmancki´de onlarca aynı kökten gelen farklı kavram gösterebiliriz. Örneğin,
Cem(büyük ırmak, bütün küçük derelerin, çayların toplandığı ana yatak),
Cem(öğün; cemê sodır),
cema(bir kucak; cema vaşi),
çhem(bağ, vas giredane),
gem(atın gemi),
Jen(atın eğer takımı),
geme(sık orman, tutulmuş),
gam(bir adım)…
Hatta can, ceni(kadın), cenin(canlı), goni(kan) sözcüklerine kadar cem sözcüğüyle ilişkilidirler. Can ve Kan(goni) sözcükleri aynı kökten gelir. Kan, can´ın kaynağıdır.
Hayvanın kesilmeden yenilmemesinin, yani kanı akıtılmamış hayvanın yenmemesi bu yüzdendir. Kan akmadan can çıkmamıştır. Ve bütün bunların kökü de „guretene“ yani almak, tutmak fiilidir. Can tutulmuşluktur. Cem de birleşmek, toplanmak, birlik olmak içerikleriyle bu kökten gelir. Zaten Dersim´de vame „ma cem guret“ „yanê cem ceme ya ki cem giredanê.“ Yani biz cem tutarız; ya da bağlarız. Guretene fiiline de baktığımızda fiilin çekim durumlarında bu akrabalığı daha yakından görürüz. Bi je/ Ceno-ceme/ Guret…. Zaten bizim dilimizin açtığı imkanlardan baktığımızda fark ediyoruz ki bütün isimler fiil kaynaklıdır. İlk önce fiil sonra da bu fiil etrafında isimler, kavramlar, sıfatlar oluşturulur.

Arslan- Sözlü tarihten söz ettiniz; toplumumuzda gençler, özellikle kendilerini tarif konusunda biribirine uymayan tanımları ifade eder: KIRMANC, Dersiman, ZAZA, Dımıli, veya Kürt gibi?

Kahraman: Bizim bütün bu isimlendirmelerin hepsine de ihtiyacımız var. Çünkü bunlar bir keyfiyetin ürünü değildir ve hepsinin de hem aynılık hem de ayrılık anlamında bize aktardığı bir şey var. Bunlardan birini seçip diğerlerini aforoz etme lüksüne de sahip değiliz; aforoz etmek bir yana hepsini de anlamak zorundayız.
Biz toplumumuzdan söz ettiğimiz zaman genel bir ön kabul olarak biliyorsunuz yine modern dünyanın kavramlarıyla, bakış açısıyla konuşuyoruz. Yani „madem bizim de bir dilimiz, kültürümüz var o zaman biz de bir millet olalım.“, Herkes nasıl yaptıysa biz de öyle yapalım“ gibi. Hemen bir ismi tekleştirme, anlamadan dili „yabancı sözcüklerden arındırıp“(!), yeni sözcükler uydurarak bir „yüksek, gelişmiş tek dil yaratma, bir isim yakıştırma, hatta bayrak, ya da milli marş uydurma gibi arayışlar… Bütün bunları uydurmayı millet olmanın kazançları olarak düşünmek, bu yaklaşım üzerine emeğini harcamak benim gözümde boşa kürek çekmekten öte bir anlam taşımıyor. Başka dillerde ezbere yürünmüş ve büyük tahrifatlara, tahribatlara yol açmış bu tür yolları bir kere de diyelim Zaza Milleti için yürümek… Bütün bu modern ulus projelerini ve uygulamalarını elbette iyi incelemek gerekir; ama diyelim Türkçülük projesinin Türk halkına, Türk dili ve kültürüne ne kazandırıp ne kaybettirdiğinin muhasebesini de doğru algılamak gerekir.
Halbuki, dilin bildiğimiz kadarıyla olmadığını görmeliyiz, öğrenmemiz gerektiğini kabul etmeliyiz; isim babalığından önce öğrenme, anlama, araştırma çabasını öne çıkarmalıyız. Bence öğrenmeye değer bulmadığımız şeyin siyasetini, sanatını yapmaya soyunmak doğru değildir. Bu tür pratikler çoğu zaman yarardan çok zarar getiriyor.
Bugün diyelim ki beğenelim ya da beğenmeyelim, belli yasal değişiklikler yapılıyor, dil kursları serbest edildi ve bizim Dersimliler olarak bugüne kadar yarattığımız bir birikim var. Ancak bu birikim Dersim’de bir dil kursu açmaya bile yetmedi. Ya da son yıllarda Dersimliler´de, özellikle gençler arasında kendi diline, kültürüne yönelik özel bir ilgiden söz ediliyor, ama diyelim bu ilgi de bir kursun açılmasına ya da devamına yetmiyor; sözünü ettiğimiz ilgi „ben şuyum“ demekten öte bir derinliğe layık görülmüyor; dilimi öğreneyim, araştırayım gibi bir sorumluluk bilinci açığa çıkaramıyor. Ama bence bir kültür seferberliği şeklinde yapmak lazım. Herkesin kendi çevresindeki yaşlıları kaydetmesi, her türlü kültür ürününü, masalları, efsaneleri, inanç biçimlerini, ağıtları, kılamları, otların, böceklerin isimlerine kadar mümkün olan her şeyi kayıt altına almamız lazım; bilmediğimiz sözcükleri, deyimleri, ifade imkanlarını anlamak için dille ilgili her türlü materyali kayıt etmek lazım; dilimizin zenginliği ya da yoksulluğu ile ilgili verdiğimiz hükümleri ondan sonra kurmalıyız; ama ilk önce anlamalıyız. Gençlerimizle yaşlılarımız arasında özel bir diyalog geliştirmemiz lazım. Dile olan ilgiyi iltifatı geliştirecek özellikle gençlerimize bu dilin bir zenginlik olduğunu bu dilin de ifade imkanlarının gelişkin olduğunu ikna edecek örnekler lazım. İnanıyorum ki şu an üzerine çalıştığımız belgesel albümün en önemli kazançlarından biri de bu olacak; dilimizin ifade imkanlarının, derinliğinin görülmesine küçük de olsa katkı yapacağına inanıyorum.

Arslan- Dilimizin, kültürümüzün sözlü gelenekle aktarılmasının getirdiği dezavantajlar nelerdir?

Kahraman: Bugünkü popüler tarih yazımında yazı ve yazılı gelenek, gelişmişliğin, yüksek medeniyet olmanın önemli sembolü olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla da sözlü kültürler bütün bu yazının kıymetini anlayamamış ya da yazının ne işe yarayacağını kavrayamamış bir geri durum olarak görülüyor. Şimdi bugünkü toplumsal normlar ve alışkanlıklarla dil´i yazısız düşünmek bile mümkün değilmiş gibi görülmektedir. Yazı modern dünya´nın bütün belleğini oluşturur.
Ancak bence Dersim inancının ya da genelde Zazaca´nın, Dersim kültürünün sözlü gelenekle aktarılmasından söz ettiğimizde bu, sadece Dersim kültürünün bu durumdan kaynaklı kendine has normlarla değerlendirilmesi gerektiğini söylemek içindir, yoksa diyelim diğer kültürler karşısındaki dezavantajı ya da zayıflığı değildir. Hatta işte bu kendi normlarıyla yaklaşma perspektifiyle bakıldığında bir avantajdır. Çünkü bu durum özellikle, dilin, kültürün kendi çıkış referanslarını, en derin orijinlerini hala canlı tutabilmesini sağlamıştır. Bu sonuç temelleriyle ortaya konabilirse söz´ün mü yoksa yazı´nın mı gerçek bir bellek aktarıcısı olduğu ciddi bir şekilde tartışmalı olabilir. Söz´ün belleği o kadar güçlüdür.
Arslan- Az önce sohbet esnasında şunu söylemiştiniz;“Gençler yaşlılarla fotoğraf çekmeyi severler fakat bu kültüre ilgiden degil, turist gibi ilginç bir insan yaklaşımıyla..“ vs?
Kahraman: Belki de bu konuların gidebileceği en tehlikeli yerlerden birisi budur, olayın böyle algılanması, bu yüzeysellikle geçiştirilmesi. Düne kadar hiç kimsenin ilgi-iltifat göstermediği yaşlılarımız birdenbire popüler oluyor, yaşlıların sesleri anlaşılsın-anlaşılmasın bir efekte dönüştürülüyor, otantik bir obje gibi yani, bundan öte bir ilgiye değer görülmüyor. Yani böyle bir moda gelişiyor diyelim. Ve gördükleri her yaşlı ile fotoğraf çektirmeyi hatta mümkünse bunu bir yerde yayınlatmayı işin kârı sayıyorlar. Her modanın vitrini vardır, şimdi galiba bu moda yaygın ve ona uygun da bir vitrin oluşuyor; ama bence hiç güzel görünmüyor. Yaşlıların kayıtları özel mülk gibi miras kavgalarına konu ediliyor, anlamadan, bilmeden ilk önce ben söylemiş olayım hesaplarına malzeme ediliyor. Bu ne bizim insanımıza yakışan bir tutumdur, ne de bu kültürün, dilin yeni yeni fark edebildiğimiz derinliğini anlayacak, anlaşılır kılacak bir genişliği yaratmanın yöntemidir.
Halbuki başta kendi annemiz babamız olmak üzere yaşlılarımızla da yeni ve çok özel bir diyaloğa ihtiyacımız var. Bence başta annesi-babası olmak üzere, 60-70 yaşının üzerinde her hangi bir yaşlıyla kayıtlar yapmamış, dinlememiş bunu yayınlamamış hiçkimse bu konuda söz söyleme hakkını kendinde görmemelidir. Bu konularda saatlerce fikir belirtip, sayfalar dolusu yazacak kadar kendimizi önemserken onlara ayıracak 3-5 saatlik sabrımızın dahi olmadığını fark edeceğiz.
Bu kuşaklar da artık ömürlerinin son dönemlerini yaşıyorlar. Ve şunu çok açık ve çıplak görmemiz lazım; yaşlılarımızın geldikleri ve delil oldukları, bizim bugün anlamaya çalıştığımız alem başka bir alemdi; biz şimdi başka bir alemdeyiz. Bunu Seyit Süleyman söylüyor; “o başka bir alemdi, şimdi de gelmişiz bu aleme düşmüşüz“ diye. Biz eğer bu dili, kültürü kendine ait referanslarla, kavramlarla sembollerle anlamak istiyorsak bir an evvel özellikle bizden önceki kuşakla, ömrünün son dönemini yaşayan yaşlılarımızla kontağa geçmemiz, onların birikimlerini kayıt altına almamız şart. Ondan sonra onları anlama çabasının kendisi bize çok şey kazandıracak.

Arslan- « Meyman » isimli eserinizi Dersim’e özlem ile isimlendirmişsiniz; «roze tore meymano» uzun süre memleketinden uzak bir sürgünün öyküsünü andırıyor bizlere. Xıdo isimli şarkınız yine buna benzer bir öykü olmakla beraber, Almanya’da kültürel çelişki yaşayan Dersim insanının sorunlarına işaret etmekte. « Zazaname » isimli eser ise gençliğin göçmenlikte kültürel yabancılaşması ile ilgili bir öykü sanırım? Sürgün hayatının eserlerinizdeki yeri nedir? Dersim´i özlemediniz mi?

Kahraman: Ben sürgün kavramını kendi durumuma yakıştırmıyorum, çünkü mecburi bir durumdan çok bilinçli bir tercihi yaşıyorum. Belki bazı bürokratik süreçler bunu bir mecburiyet gibi gösteriyor ama öyle değil. Doğrusu insanın kendi memleketinde sürgün gibi yaşaması daha acıdır. Denilebilir ki bu son on yılımız Dersim´e en çok yaklaştığımız, Dersim´i en çok hissettiğimiz, anladığımız zamandır; bir paradoks gibi görünüyor ama Dersim´de yabancı gibi yaşamaktansa Almanya´da hem yabancı, hem Dersimli gibi yaşamayı tercih ederim, en azından kendimdeki Dersimli´yi. Biz işlerimizi yaparken siyasi manüpülasyonun etki alanının dışına çıkmak zorundaydık, kendimizi anlamak istiyorduk ama bunu açığa çıkartacağımız bir boşluk yoktu. Dersimli´yi anlayabilmek için, Dersim´i anlamak için oradan çıkmak gerekiyordu, belirttiğim gibi kendimizdeki Dersimli´yi.
Bence Almanya, özellikle de Berlin şehri Avrupa´da bunun için en ideal yerdir. Sadece Berlin´de 300.000 Türkiyeli yaşamaktadır ve bunların tahminen 30.000´i Kelkit´den, Hınıs´a, Koçgiri´den Varto´ya kadar en geniş Dersim Coğrafyası’ndan bizim dilimizi konuşan insanlardır. Üstelik bunların çok büyük bir bölümü de 30 yılı aşkın süredir burda yerleşik olan ailelerdir; yaşlı insanlar, yeni gelenler vs. hep çok canlıdır. Belki Dersim merkezde bile diyelim Zazaca araştırmalar için bu kadar zengin bir ortam bulamazsınız. Bu belki bizim trajedimiz ama aynı zamanda da gerçekliğimiz, bugünkü koşullarda bakıldığında ise bir avantajdır. Dolayısıyla buralardaki misafirliğimiz bilinçli bir tercihtir.
Ama Dersim´i özledim; dağlarımızı çok özledim. On yılı aşkın bir süredir buradayım, tabi uzun bir zaman. Ailem var, yeğenlerim var hepsi büyüdüler, bazıları yaşlandı, bazıları da öldü. İnsan üzülüyor tabi, onların en azından sevinçlerinde, üzüntülerinde birlikte olamamak acı bir şey. Bu anlamda çok şeyden uzak kaldım. Ve geliş-gidişimi mümkün kılacak bu konudaki bürokratik işlemlerimle de meşgulüm. Bilemiyorum, ne zaman tamamlanır ama böyle bir yol arıyorum.

Arslan- Dersim’de festival çalışmaları ve kültürel etkinlikler artacak. Festival etkinliklerini; izleyebildiğiniz kadarıyla nasıl değerlendireceksiniz?

Kahraman: Festival güzel tabi. Binlerce insanın buluştuğu bir görüşme, alış-veriş, tartışma ortamı, bazı sokak ve salon etkinlikleri falan, hepsi güzel ve her yıl biraz daha iyisini yapmak için çalışmak zorundayız. Ama genelde kültürel etkinlikler için daha kalıcı kurumlar gerekir diye düşünüyorum. Bu tür festivalleri de organize edecek aynı zamanda da bu festivallerde çalışmalarını sergileyecek Dersim merkezli kültür atelyelerine, okullara ihtiyaç vardır. Dersim merkez ve bütün ilçelerinde koordineli çalışacak kurumlar… Şu anda Dersim´de en büyük eksiklik bir dil okulu ve kültür merkezi´nin olmamasıdır.
Biliyorsunuz Dersim’de her zaman en büyük hareketlilik askeri alanda yaşanıyor. Ordunun onbinlerce askerle yürüttüğü operasyonları ve sonuçlarını basından dehşetle izliyoruz. Dersim´e yapılan en büyük „yatırımlar“ her dönemde de askeri alanda ve askeri amaçlarla yapılmıştır. Munzur Barajlar ve siyanür ile altın arama projeleri de, bu türden siyasi-askeri operasyonlarla beraber Dersim´in tamamen ortadan kaldırılması amaçlıdır; bunu bütün insanlarımız biliyor. 80 yıldır sürdürülen projelerin bir devamıdır; Dersim bilinçli bir şekilde operasyonlara, tatbikatlara mekan yapılarak sürekli savaş alanı halinde tutulmaktadır. Yıllardır 10 binlerce askerin gezdiği, yakıp-yıktığı bir savaş alanı olarak Dersim yaşanmaz bir yer haline getirilmek istenmiştir. Devletin Dersim´e ve Dersimli´ye yaklaşımı her zaman bu art-niyetli siyasetle şekillenmiştir. Bunu bizden öncekiler yaşadılar ve bir miras gibi bize devrettiler ; öyle görünüyor ki çocuklarımız da aynı muamelelerin muhatabı olacaklar. Değişen bir şey yok.

Arslan- Son olarak, Munzur Barajlar Projesi, Danıştay Dava Daireleri Genel Kurlu’nun nihai kararı ile uygulamada hukuki engeli aştı ve iç hukuk açısından gidilecek makam kalmadı. Bu konuda Avrupa’daki Dersimliler Munzur Barajlar Projesi’ni topluma nasıl anlatmalıdır? Sizce çözüm önerileri neler olabilir?

Kahraman: Elbette bizler bu konularda elimizden geldiği kadar mücadele etmeliyiz. Ancak söylediğiniz gibi bu işin hukuki bir boyutu da vardır ve bu konuda da sizin gibi hukukçu dostlarımızın yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Ben de soruyorum, ne yapmalıyız?

 

 

 

 
FARKIMIZ SIZ SINIZ CUNKU SIZLER LE DAHA GUZEL BU SITE google7116bcc22840615b.html kizilbel6262.tr.gg Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol