AGITLARDA DERSIM
AĞITLARDA DERSİM SOYKIRIMI
''Ateş yağdı, zaman durdu, su dondu''
Dersim’de yaşanan soykırımı içlerine sığdıramayan yaşlılar onca trajediyi ancak ağıtlarla anlatabildi. Yaşlılardan biri başını uzak dağ başlarına döndü ve şöyle dedi: ‘Ateş yağdı, zaman durdu, su dondu’
Dersim Soykırımı’na ilişkin tartışmalar güncelliğini korurken, sözlü bir geleneğe sahip olan Dersimliler, o dönemde yaşanan trajediyi ağıtlarda dile getirdi. Ağıtların çoğu fiziki ve kültürel kırım sonucunda yok olsa da günümüze ulaşanlar bile o dönemde nasıl bir vahşetin yaşatıldığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
TAKACAKLAR SÜNGÜNÜN UCUNA
Dersimli yaşlılar, ince bir ağıt yakarlardı. Adeta kimse duymasın diye mırıldanırlardı. Şilk köyünde 37-38’de yaşananları dile getiren “Şilk Ağıdı” da soykırımın kısa bir özeti gibi: “Şilk’i sorarsanız dağ eteğinde / Bir duman başındadır Davali’deki bacıda / Yarın kurşuna dizecekler onu / Öldürecekler onu, takacaklar süngünün ucuna.”
Ateş yağdı, su dondu, zaman durdu...
Dersim Soykırımına ilişkin tartışmalar güncelliğini korurken, sözlü bir geleneğe sahip olan Dersimliler o dönemde yaşanılan trajediyi ağıtlarda dile getirdi. Ağıtlar o toplumun tarihsel gerçekliğini koruma ve gelecek kuşaklara aktarmak konusunda en nesnel anlatımlar olarak ortaya çıkıyor. Ağıtların çoğu fiziki ve kültürel kırım sonucunda yok olsa da günümüze ulaşanlar bile o dönemde nelerin yaşandığı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serebiliyor. Kültürel kırımın bütün hegomonik aygıtlarıyla devam ettiği günümüzde, sömürge aydını, tarihi gerçekleri bir kez daha çarpıtarak tarihi misyonunu oynarken ağıtlarda anlatılanlar ise nerede durmak gerektiğini çok iyi ortaya koyuyor. Sart, Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlilerine” yazdığı önsözde hakim ulus ile sömürge aydınlarına şöyle diyor: “Hümanizmanız yalancı ideolojiden başka bir şey değil... Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: Ne kurban ne işkenceci! Gelin bakalım şimdi! Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu, hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan “soykırım” işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle, işkencecisiniz.” Bizde soykırımın izlerini yalancı ideolojilerde değil de ağıtların hala yaşayan dilinde aradık ve trajediyi bütün çıplaklığıyla, hazırladığımız üç günlük yazı dizisiyle bir kez daha ortaya koymaya çalıştık. Dizide araştırmacı - yazar; Mesut Özcan, Munzur Çem ile sanatçı; Kemal Kahraman, Hozan Comert ve Serdar’ın da 38’de yakılan ağıtlara ilişkin görüşlerine yer vereceğiz.
Dersim soykırımına ilişkin yapılan tartışmalara en iyi cevap, halkın binlerce yıldır bağrından çıkardığı ve hâlâ içinde yaşattığı sözlü kültür geleneğinin bir parçası olan ağıtlar... Ağıtlar, aynı zamanda acıları ve trajedileri anlatmakla birlikte yaşanan olayları gelecek kuşaklara aktarıp dikili bir mezar taşı bile olmayan bir halkın tarihe kayıt düşmesidir. Unutulmaması gereken her şey ağıtlarda vücut bulmuş, vicdanın ortaya çıkardığı en duru hakikatler ağıtlarla gelecek kuşaklara aktarılmıştır. Günümüzde yürütülen tartışmalarda belgelerin o soğuk ve nesneleştiren dilini aramak yerine bu halkın o dönemde yaşadıklarını anlatan ağıtlarda geçen sözlere kulak vermek tarihle yüzleşmenin yollarından biridir de... Dersim’de yaşanan Soykırımı anlatan yaşlılardan biri, “ateş yağdı; zaman durdu, su dondu, nehir durdu, ne yapacaksın...” diyordu, başını uzak dağ başlarına dönerek. Yeniden suskunluğuna sığınıyordu. Üzerlerine ateş yağıyordu, söndürmeye su yoktu, çünkü su donmuştu. Dersimli yaşlılar, ne iş yaparlarsa yapsınlar dillerinde ince bir ağıt yakarlardı. Adeta kimse duymasın diye mırıldanırlardı. Kadınlar çiçekli fistanının eteklerinden tutan rüzgara fısıldarlar sözlerini, toprağa, suya ya da gökyüzüne... O diyarlarda çocuklar, henüz ilk kelimelerini dahi söyleyemeden, bu yürek yakan ağıtları dinleyerek büyümek zorunda kaldılar.
Soykırımı ağıtlardan öğrendik
Ağıtlara ilişkin bu bölümde Araştırmacı - yazar Mesut Özcan’ın görüşlerine yer verdik. Özcan, çıkardığı “Öyküleriyle Dersim Ağıtları” adlı iki ciltlik çalışmasında Dersimde söylenen ağıtları derleyerek tarihe önemli bir şerh düşmüş... Kitabında yer verdiği ağıtları; Savaşlarda, Aşiretler arası ve aşiretler içi kavgalarda ve doğal yollardan ölenler olmak üzere üçe ayırmış. Savaşlara ölenler üzerine yakılan ağıtlar bölümünde ele aldığı ağıtların çoğu 38’de yaşanan Soykırımı anlatıyor. Mesut Özcan’la kitabına ve 38’e ilişkin yaptığımız görüşmede önemli ayrıntılara dikkat çekti. Ağıtların Dersim tarihinde çok önemli bir yere sahip olduğunu söyleyen Özcan, Dersim ağıtları sayesinde, birçok Dersimli’nin 37 - 38 ve öncesinde neler olduğunu öğrendiğini belirtip sözlerini şöyle sürdürdü: “Alişer Efendi ile Zarife Hanım’ın nasıl öldürüldüklerini, direnişin önemli simgelerinden Bahtiyarlı Şahan Ağa’nın üvey kardeşi tarafından nasıl haince öldürüldüğünü, Laç Deresi’ndeki Soykırımı hep ağıtların sayesinde öğrendik”
Soykırımı yapanlar anlatılıyor
Ağıtların tarihsel olayların kaydedildiği objektif metinler olduğunu vurgulayan Özcan, ağıtların günümüzde yürütülen tartışmalara çok önemli cevap verdiğini de söylüyor. Kamuoyunda tartışmalarda öne çıkan noktalardan birisinin de soykırımı kimlerin gerçekleştirdiği olduğunun altını çizen Özcan, Dersimlilerce bilinen çoğu ağıtta Soykırımı yapanların anlatıldığını ve o ağıtlardan birinin de “Çukur Ağıdı” olduğunu ifade ediyor:
“... Celal Bayır ma sero niştoro zalım esmo meymano
Çay û qewa ma nêsimeno made xayîn nîyadano
Cixara esta wertê peçiku fetelîno mara xorî heredano
Sulî Axa vano: Pepug roso Çuxure’de cencunê marê biwano
Zerê mi terseno kafiro bê dîn û bê îmano
Fermanê ma veto nafaê az mara nêverdano.”
Celal Bayar oturmuş başımızda zalim bu gece misafirdir
Çay ile kahvemizi içmiyor, bize hayın bakıyor
Sigarayı atmış parmak arasına bize derin küsmüş
Suli Axa diyor: Pepug konsun Çukur’a gençlerimize ötsün
İçim korkuyor kafirdir, dinsizdir, imansızdır
Fermanımızı çıkarmış bu kez bizden (kimseyi) sağ komasın.
Olayların Suli Ağa’nın ağıtta tahmin ettiği gibi geliştiğini kaydeden Özcan, Suli Ağa da dahil, Çukur ağalarından üç kardeş, ailesi ve çoluk çocuklarıyla birlikte Mazgirt önlerinde kurşuna dizildiğini söylüyor.
Sen ölümüne üzülmeyesin
Dersim ağıtlarının, ölenin veya öldürülenin yaşam öyküsünü, ölü sahibinin düştüğü ya da düşeceği durumu onların ağzından anlattığına da değinen Özcan, “Hewa Sey Wuşen”de (Seyid Hüseyin’in Ağıdı) de özelliğin dile getirildiğini ifade ediyor:
“De bîye bîye / Welat begê mi bîye
Hefê mi yeno/ begê mi Sey Wuşen’î
Haqe dina zaneno / reyîse kirmancîyo
Ewro ağlere Dêrsim dê are / berde verê daraxacîye
Sey Wuşe wano: “Sey Riza
Tore merdana xo ver mekuye
Yekî jê ma, kafiru dest seyîd bîye”
Ah, gel gel yurdumun beyi gel
Yanıyorum beyim Seyit Hüseyin’in gidişine
Allah bilirdi ki Kırmanciye reisi
Dersim ağalarını toplayıp, darağacının önüne götürmüşler
Seyid Hüseyin diyor: Seyit Rıza
Sen ölümüne üzülmeyesin
Onlarda bizim gibi şehit oldular kafir eliyle
Kafirin kanunu bizim içindir
Dersimde bir kırımın gerçekleştiğinin çoğu ağıtta anlatıldığını kaydeden Özcan, bunlardan birkaçını da kitabında aktarıyor. Sılımeno Qız’ın seslendirdiği “Sahan Ağıdı”n da şu sözler yer alıyor:
“... Haq adirê Abdula pasay wedaro
Koto qaraze mordeme pîlî
Sahan vano: Ma sero cêrena qanuna kafîrî
Tersa mi sarê mi tolde kuyo
Kowune Dêrsim’de nêmano çêna u cênîye
Ax kore merdîye...”
Allah Abdullah paşanın ocağını söndürdün
Büyüklerimize düşman kesilmiş
Sahan diyor: Kafirin kanunu bizim içindir
Korkarım ki ben öldükten sonra
Dersim dağlarında kadın kız kalmaya
Ah körolası ölüm
Takacaklar süngünün ucuna
Dersimde yaygın olan dil Kırmancki (Zazaki) ağıtların yanı sıra Kurmanci ağıtlarda kitapta yer alıyor. Mazgêrt’in (Mazgirt) Şilk (Akkavak) köyünde 37 - 38’de yaşananları dile getiren “Şilk Ağıdı” civarda öldürülenlerin ve sürgüne yollananların hikayesini anlatır. Ağıtta bir bölümde şu sözler bulunuyor.
“... Şîlkê pırsın kûna çîye / Dûman bigrî xanga dawalîye / Suwe wey didin ber ağir makineliye / Dukujun dergûşa wey / Davên û ser sungî ye”
Şilk’i sorarsanız dağ eteğinde / Bir duman başındadır. Davali’deki bacıda / yarın kurşuna dizecekler onu / Öldürecekler onu, takacaklar süngünün ucuna...
Özcan, ağıtların ortaya çıkması konusunda önemli bir tarihi dönemece de dikkat çekiyor. Soykırımı anlatan Dersim ağıtlarının zamanında ilgilenilmediği için bir çoğunun yok olduğunu, 90’lardan sonra gelişen Kürt Hareketi’yle birlikte 38’le ilgilenilmeye başlandığını kaydediyor. Özcan, ortaya çıkan bu dinamik ile yüzlerce ağıdın derlenip toparlanarak günümüze ışık tuttuğunu da aktarıyor.
Munzur ölüleri getiriyor
Özcan, kitabında Hesenê Şıxali’nin seslendirdiği diğer bir ağıt olan “Lawuka Hesên Efendi ağıdı”na da yer vermiş. Ağıt kırım hikayelerinde de çokça dile gelen Munzur’dan akıp gelen ölülere değiniyor:
“Ax no çi mizo, no çi dumano?
Çeme Munzur corde ano cendeg û lesu
Buko zerê mi tersano
Na raê tersa mi yê ma kok û fermano
Ax yê maê ma na raê kok û fermano...”
Ah bu ne şivandır, bu ne duman...
Munzur yukarıdan ölüleri getiriyor
Oğlum içimde bir korku
Bu kez bizimki kökten kırımdır
Ah bu kez bizimki kökten kırımdır
Pepo, Keko... Kam kist, mı kist...
Dersim, kanayan bir yaradır yüreklerimizde. Dersim coğrafyasında dağ taş bilir, kerpiç evler, kenger, gelincik dolu yaylalar, Kırkgözeler bilir 1938'i.
Dersim 38, kanayan bir yaradır yüreklerimizde. Telefonumun pin kodu, kredi kartımın şifresidir 1938. Dersim coğrafyasında dağ taş bilir, kerpiç evler, zemul kokan, kenger, gelincik dolu yaylalar, mezralar, Kırkgözeler bilir 38’i. Munzur Çayı 38’den beri çırpına çırpına akar; “Bağrıma alıp da akıp çok uzaklara, bıraksaydım da katletmeselerdi halkımı” der, ağlar. Çoğalan sular gözyaşlarıdır Dersim’in.
Seyhusen dinlenmektedir mezarında. Bir dahaki nüfus sayımına biriktirdiği taşlar kucağındadır. Dersim’in boş sokaklarında bulamadığı halkını soracaktır. “Zalimler nereye götürüp kestiniz? Verin halkımı, öldürmeyin!” diyecektir.
Hiç mi yürekleri sızlamadı?
Kulaklarımda çocukluğunu, gençliğini yaşayamayan, üzüntüden gözlerini kaybetmiş kitaplar dolusu efsaneler, masallar, kahramanlık destanları bilen bilge Hasan Babamın iki telli sazla söylediği Dersim ağıtları hiç susmaz. Benim kuşağım da çok iyi bilir Dersim 38’i, küçücük bebeler de... Çünkü biz, çoğu yalan yanlış yazılan kitaplarda, sahte belgelerde değil, birebir 38’i yaşayan canlı tanıklardan, o mübarek dedelerden, ninelerden dinlemiş, öğrenmişiz halkımıza yaşatılanları, yok edilen hayatları.
Gülender Anamı da ölülerin altından çıkarmışlar, minik vücudu süngü, kurşun yaralarıyla, çiziklerle, yara berelerle doluymuş. Ölümüne kadar geçen 45 yılda da o izler hep sızladı, kanadı. Her birinde yüzlerce karanlık, acı hatıra gizliydi. Dersim katliamı, silinmeyecek bir iz bırakmıştı yüreğinde, beyninde.
Gururlu, şefkatli, onurlu anacığım, kıyamazdı bize, belli etmezdi ağladığını, üzüldüğünü ya; her şeyi anlardı çocuk yüreklerimiz. Yağmurun hiç eksilmediği gözlerine baktığımızda, “Ez tore bımıre bıra bıra” (Ben sana öleyim kardeşim) diyerek, 17 yaşında katledilen dayımın, dedemin, ninemin acısına söylediği sessiz ağıtlarını duyar gibi olurduk.
Çocukken yazları düzenli olarak gittiğimiz Dersim’deki köyümüz Askisor’da 38’i birebir yaşayıp, mağaralarda ve dağlarda gizlenip zorlukla kurtulan köyün yaşlıları, her defasında yeniden anlatırdı yaşananları yaşlı gözlerle:
“Annemi çok seven bir gelin varmış, boynunda oralarda âdet olan beşibiryerde... Katliam sırasında askerin biri, bir yandan altınları koparıp almaya çalışıyor, bir yandan da direnen gelinin boynunu kesiyormuş kasaturayla. 4 yaşlarındaki minicik Gülender Annem, askerin bacaklarını tutuyormuş, gelini kurtaracak güya, askeri tırmalıyormuş. Çığlık çığlığa, ‘Mekı, mekisı, raverdı’ (Yapma, öldürme, bırak) diye ağlıyormuş. Süngülemişler anamı.”
“Upuzun saçlarıyla, güzeller güzeli Çiçek Teyzemi yakalamışlar katliam günlerinde. Üç minik çocuğu var; iki oğlan, bir kız. Yüzbaşı teyzemi beğenmiş, Türkçe bilenlere demiş ki: ‘Söyleyin bu kadına, benimle gelirse sülalesini öldürmeyip sürgüne göndertirim’. Tercüme etmişler; teyzem ‘Zalim’ diye haykırmış, ‘Onca ağaları, beyleri, hatunları, pirleri, masum bebe-leri katlettiniz, benim canım onlardan kıymetli mi? Senin gibi melunla işim ne?’, tükürmüş yüzbaşının suratına. Bunun üzerine iki küçük bedeni süngüye takıp kaldırmış zalim. Teyzem bu acıya dayanamamış, sadece ‘Ahhh!’ diyebilmiş derinden, oracıkta ölmüş.”
Bizimkiler, “Acıya dayanamadı, ciğeri koptu” derdi. Yaşasaydı bin kere ölürdü kahrından, onun yerine o acıyı annem çekti. Acı bununla da tükenmedi. Teyzemin kalan tek evladını, ölülerin altından yaralı çıkarmışlar. Malatyalı bir yüzbaşı evlatlık almış, büyütmüş, evlendirmiş. Sülalemizden sağ kurtulabilen büyüklerimiz tarafından yıllarca süren aramalar sonucu, Malatya’da bulunmuş. Fakat benliği, kimliği çalınmış, tamamen asimile edilmiş durumda. Şimdilerde İstanbul’da ikamet ediyor; bizlere uzak, mesafeli, soğuk ve yabancı.
Bizler, kardeşlerimle yorgun ömrümüzün yarısını devirdiğimiz halde kanatları kırılmış kuşlar, dalları bükülmüş, budanmış, susuz bırakılmış ağaçlar gibiyiz şimdilerde. Bir yanımız hep eksik. Ninemizi, dedemizi, teyzemizi, dayımızı göremedik. Elinden çocukluğu alınmış anacığım, yüreği yaralı, acıları hep taze biçimde, gözlerinde ağabeyi, ablası, babası, annesi ve tüm yakınlarının, halkının katledilişinin kanlı resimleriyle, gülmeyi öğrenemeden, 45 yaşını bile bitiremeden göçtü gitti.
Dersim katliamını yapanlar, yaptıranlar halkımın çocukluğunu, gençliğini, toprağını talan edenler, ötekileştirdiklerinin masum bebelerini kesenler, Dersim gelinlerinin, kızlarının tecavüze uğramamak için el ele tutuşup Laç Deresi’ne, Munzur’a atlayışını seyredenler, o masumların, o yiğitlerin yaşamlarına, canlarına kastedenler nasıl bir zihniyetin temsilcileridir? Bu katliamda payı olanların yürekleri var mıdır? Hiç vicdan azabı çekmişler midir?
Gözler yine Dersim’de
Şimdilerde yine Dersim’de katledilen onurlu ve yiğit atalarımızın, seyitlerin, pirlerin, anaların, masum bebelerin, o asil halkımın kanlarının izlerini taşıyan topraklarında gözleri var.
Dersim, Munzur Çayı’na, zemul kokan kengerle, gelinciklerle, sarı dağ çiçekleriyle süslü yamaçlarına, yağmura, gözelere ve doğal şelalelere, ziyaretlere alışmış, onlarla yaşıyor. O mübarek coğrafya, Munzur Vadisi yok edilerek, köyler ve mezralar sular altında boğdurularak, yaralı halkım yeniden bir yerlere göçe zorlanıyor. Dersimliler dillerini, anılarını, yok edilen hayatlarını unutsun diye... Bilmezler ki biz dağılsak da ‘daye, bıra, bavo, piro, ya Hızır, haval’ nidalarıyla ses bulan ağıtlarımız, rüzgâra tutunup gelir de çöker zalımların tepesine...
Pepug kuşları kaçtıkları, saklandıkları, gizlendikleri her yere ulaşıp yanı başlarına konar. “Pepo, Keko... Kam kist, mı kist...” (Kim vurdu, ben vurdum... Kim öldürdü, ben öldürdüm... Kim kesti, ben kestim…) der. O zalimlerin kirli ağızlarında sakladığı, inkâr ettiği katliam itirafını en yüksek sesle söyler. Seyit Rıza, Bozatlı Hızır’ın atının terkisinde dikilir karşılarına ve yüzlerine tükürür gider. ..............