QERGANA DERSİM

Tunceli’de 65 gündür açlık grevinde olan Hüsnü Yıldız’ın kardeşinin de bulunduğu iddia edilen toplu mezar kazı
çalışmalarının ikinci gününde, 13 kişiye ait olduğu belirtilen insan kemiklerine ulaşıldı.
1997 yılında Aliboğazı mevkisinde girdikleri çatışmada öldürülen 19 kişinin bulunduğu ileri sürülen toplu mezar kazısı, Malatya özel yetkili
Cumhuriyet Savcısı Şeref Gürkan gözetiminde, Çemişgezek ilçesi Sağven Mahallesi’ndeki İlçe Jandarma Komutanlığı yanında üç ayrı noktada sürdürülüyor.
Şu ana kadar yapılan çalışmalarda, İlçe Jandarma Komutanlığının yanındaki arazide 7, bu noktaya 300 metre uzaklıktaki alanda 4 ve Taratlı köyü yol
ayrımında ise 2 olmak üzere toplam 13 kişiye ait olduğu değerlendirilen insan kemiklerine rastlandı.
Cumhuriyet Savcısı Şeref Gürkan, üç farklı noktada yürütülen kazı çalışmasının ikisini durdurarak, çalışmaları İlçe Jandarma Komutanlığının yanındaki arazide yoğunlaştırdı.
Kazı çalışmalarında, Malatya Adli Tıp Kurumundan gelen iki antropolog, iki adli tıp uzmanı ve Tunceli Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme Ekipleri görev yapıyor

Tanıkları Dersim Katliamını Anlatıyor
Hasan Demir imzası taşıyan "Dersim'den Tunceli'ye 38 Katliamı Tanıklıkları" isimli kitap o günlerde yaşananları, bizzat yaşayanların ağzından anlatarak gün yüzüne çıkarıyor.
"Dersim olaylarının iç yüzünü öğrenmek isteyenler sadece duydukları ile yetinmek zorunda kaldılar."
Dersim'deki aşiretler ve devlet arasında yaşanan ve geçmişi çok eskilere dayanan gerginlik 1938'de katliama dönüştü. Hükümetin Dersim'e düzenlediği harekât sonucu, binlerce sivil ölürken binlercesi de sürgün edildi. Dersim olaylarında idam edilen altı kişiden biri olan Alevi-Kürt aşiret lideri Seyit Rıza, Dersim Katliamı'nın simgesi haline geldi. Bu olaylar yaşanırken hükümetin basına uyguladığı baskılar nedeniyle pek çok olay deyim yerindeyse kapalı kapılar ardında yaşandı. Ve yaşadığı bütün acı olayları hızla unutma kararlılığı gösteren bizler Dersim'de yaşananları da tıpkı diğer pek çok olayda olduğu gibi aynı hızla unuttuk.
1938'de Dersim'de yaşananlarla ilgili olarak pek çok şey söylendi, pek çok iddia ortaya atıldı ve bunların yanı sıra pek çok soru da yanıtsız kaldı.
Dersim olaylarının iç yüzünü öğrenmek isteyenler sadece duydukları ile yetinmek zorunda kaldılar. Bir de seçim zamanlarında birbirlerinden oy çalabilmek için bu meseleyi dillerine pelesenk eden siyasilerin ezberlenmiş cümleleriyle...
Şimdilerde geçmişe oranla çok daha rahat konuşulup tartışılabiliyor o günlerde yaşananlar. Hala pek çok soru cevaplanmamış olsa da o günleri kitaplardan okuyabiliyoruz artık. 1938'de Dersim'de yaşanan katliamı anlatan son kitap Belge Yayınları'ndan çıktı.
Hasan Demir imzası taşıyan "Dersim'den Tunceli'ye 38 Katliamı Tanıklıkları" isimli kitap o günlerde yaşananları, bizzat yaşayanların ağzından anlatarak gün yüzüne çıkarıyor. O günlere dair, hala pek çok bilinmeyen olsa da, pek çok kişi tarafından kabullenilmiş olan olayların yeniden tartışılmasına olanak tanıyor bu kitap. Belki bu defa hızla unutmak ya da yaşanmamış saymak yerine biraz özümseyerek okuruz diye. (ÖSÖ/AS)
* "Dersim'den Tunceli'ye 38 Katliamı Tanıklıkları", Hasan Demir, Belge Yayınları, 2011.
Dersim üzerine "yara"lı tezler!
Kazım Gündoğan / BirGün
12 Haziran 2011 milletvekili seçim süreci ve sonuçları çok tartışıldı. Öyle zannediyorum ki, üzerine en çok yazılan ve konuşulan seçim bölgesi de Dersim olmuştur.
Dersim’in tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal sorunları bilimsel olarak çözümlenemediği ve çözülmediği için her güncel sorunla birlikte yeniden tartışılmaktadır.
Seçim sonrası yapılan tartışmalara ve yazılanlara bakıldığında yeni bir soru gündeme gelmektedir.
Şeriatçı Osmanlı için “sorun”; “katli vacip Kızılbaş”.
Irkçı Kemalist Cumhuriyet için “sorun”; “kesilip atılması gereken çıban”.
Şeriatçı ve ırkçı zihniyeti anlamak mümkün…
Yeni soru şudur: Acaba Dersim, Kürt Ulusal Hareketi içinde mi “sorun” olacak?
Dersim seçim sonuçları nedeniyle “yara”, “kara yara”, “katillerine aşık” “ ihanet”, vb tanımlamalara bakılırsa Dersim, milliyetçi ve İslamcı Kürtler için bir “sorun”a dönüşecek ya da dönüştürülecek gibi görünüyor. Bu konuda henüz bir tespit yapmaktan ve bir tez olarak ortaya koymaktan imtina ediyorum. Ancak bu sorunun sorulması ve üzerinde etraflıca tartışılmasını da gerekli görüyorum.
Bu soruyu sormama neden olan Demokratik Kürt Hareketi’ne yakınlığıyla bilinen, Avrupa’da yayınlanan Yeni Özgür Politika gazetesinde, Dersim seçim sonuçları üzerine yazılanlar ve bazı Kürt politikacılarının “Dersim ihanetini unutmayacağız” söylemleri oldu.
Yukarıdaki tanımlamalar Yeni Özgür Politika gazetesi yazarlarından Ahmet Kahraman ve Esra Çiftçi’ye ait. Bu yazıları okuduktan sonra süreci takip etmeye çalıştım. Demokratik Kürt Hareketi bu yanlış ve tehlikeli zihniyete karşı bir tavır alır diye bekledim. Ne yazık ki, bu yazının kaleme alındığı saatlere kadar bir tavır alındığını göremedim.
Demokratik Kürt Hareketi’nden bazı dostlarımla söz konusu yazılar ve söylemler üzerine konuştuğumda “tasvip etmedik”lerini ve “yanlış bulduk”larını belirttiler. Ancak bu onların kişisel görüşüydü. Oysa böylesi önemli bir konuda kurumsal bir tavır alınması gerekiyordu…
A.Kahraman ve E.Çiftçi’nin “yara”lı tezlerini okuduğumda Kemalist Türk milliyetçilerinin Dersim hakkındaki “çıban”lı tezleri aklıma düştü. Ürperdim… Çevreme kulak kabarttım, duydum ki pek çok kişide benzer bir algı oluşmuş.
Dersim’i bir “yara” olarak gören anlayışın meseleye gerçekçi ve bilimsel bakamadıkları, demokratik davranamadıkları, kendisi gibi düşünmeyeni “hain” gören ilkel milliyetçi damardan beslendiklerini söylemek yanlış olmaz.
Demokratik, gerçekçi ve bilimsel bir yaklaşım, sorunu bir olgu olarak tespit eder. Devamında da tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal açılardan analiz ederek sentezini üretir. Oysa her iki yazarda da böyle bir yaklaşım görmek mümkün değil. Tam tersine ortaya çıkan sonuçları sadece öznel dünyalarında yarattıkları siyasal hedeflerle örtüşüp örtüşmediğine bakarak yargılıyor ve “Stockholm Sendromu” gibi hazır şablonlarla bir halkı, bir toplumu “hain” “celladına aşık” veya “yara” olarak mahkum edebiliyorlar.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u Dersim halkından, bir milletvekilli seçecek yeterlilikte oy desteği almayı başaramadı. Bu bir sonuç... Ve elbette üzücü…
Bu sonuca iki açıdan bakılabilir.
Birincisi; Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u, doğru, uygulanabilir politikalar ve yöntemlerle halkın aklını ve yüreğini kazanamadığı için kaybetti. Bu tablonun bir yanı ve politik öznelerinin kendini sorgulamasını gerektirir.
İkincisi; Halk resmi ideolojinin etkisine açık ve düzen partileri halkı aldattı. Dolayısıyla halk “ulusal kimliği” yerine “inanç kimliği”ni tercih etti. Bu da tablonun diğer yanı ve politik öznelerin halkın gerçekliğini sorgulamasını gerektirir.
Bakıldığı yere bağlı olarak farklı sonuçlar çıkarılabilir. Bana kalırsa daha başka nedenlerle birlikte her iki açıdan bakış tablonun bütününü ortaya çıkarabilir.
Elbette her yerde olduğu gibi Dersimde yaşayan halk da hem etnik bakımdan, hem inanç bakımından, hem de sınıfsal ve siyasal bakımdan homojen değildir. Önemle vurgulamak gerekir ki; Dersim toplumunu homojen gören, tezlerini buna göre oluşturmaya çalışan anlayış, yanılgılardan ve yanlışlardan kurtulamaz.
Dersim üzerine düşünmek ve yazmak isteyen herkesin, şimdiye kadar oluşturdukları parçalı algılarını ve “resmi görüş”lerini bir yana bırakarak, “bildikleri”ni yeniden sorgulayarak, ortaya çıkan yeni verilerle düşünce oluşturmalarında yarar vardır.
Sözgelimi, yakın zamana kadar neredeyse herkes, 1937-38 yıllarında Dersim’de yaşananları “isyan” olarak tanımlıyordu. Neden? Çünkü birileri öyle yazmıştı ve bizler de o yazılanları hiç sorgulamadan mutlak doğru olarak ezberlemiştik. Ne zaman ki, yaşananları inceleyip yaşayanlara sorular sorduk o zaman nesnel gerçeği görmeye başladık ve “doğru”larımız yanlış olmaya başladı.
2004 yılından beri Dersim’e dair yaptığımız sözlü ve görüntülü tarih çalışmaları sürecinde biz de bazı “doğrularımız”ın yanlış olduğunu gördük. Vardığımız sonuçları değişik ortamlarda dostlarımızla paylaşırken (2006 yılında) Dersim’de bir isyanın olmadığını, planlı bir katliam olduğunu söylediğimizde bazı çevrelerin tepkileriyle de karşılaştık. Ortaya çıkan yeni tablo kabul görmüyordu. Sanki “Dersim İsyanı”na ihanet ediliyor gibi algılanmıştı. Ancak bir süre sonra bu konuya dair alan araştırmaları çoğaldı. Yeni bilgiler ve belgeler ürüne dönüştü. Böylelikle birkaç yıl içinde birçok çevre “mutlak doğru”sundan vazgeçerek Dersim’de yaşananlara “isyan değilmiş” demeye başladı. Bu önemli bir gelişmeydi. Ancak 70 yıllık “mutlak doğru”dan nasıl bu kadar kolay vazgeçildiğine de şaşırdım.
Yeniden konuya dönersek; milyonlarca Kürt BDP’ye ya da Blok adaylarına oy vermedi. Neden onlar “hain” veya “katillerine aşık” ilan edilmiyor? Seçim sonrası gördük ki, Hopalılar, onlara “eşkıya” diyerek hakaret eden, bombalayan ve öldüren AKP ve Başbakan R. Tayip Erdoğan’a en yüksek oyu verdi. Neden kimse “katillerine aşık” gibi beylik laflar etmiyor? Peki, konu Dersim olunca neden başka türlü düşünülüyor ve başka misyonlar yükleniliyor? Anlaşılıyor ki, Dersim sadece egemenler için değil, ezilenler ve demokrasi güçleri açısından değişik nedenleri olan ve çözümlenmemiş bir “sorun “dur...
Bu durumun sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Öznel dünyamızdaki Dersim ile nesnel gerçeklikteki Dersim’in aynı olmadığı açıkça görülmektedir. Dersim efsaneleri, Dersim güzellemelerinden vazgeçerek özgünlükleri olmakla birlikte, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerekir. Dersim’in nesnel gerçekliği bilinmediği ve görülmediği için çoğunlukla yanlış değerlendirmeler yapılmakta ve yanlış misyonlar yüklenilmektedir. Kâh kahraman, kah hain…
Her şeyin ve her sürecin birden çok bileşeni, her sonucun onlarca nedeni vardır.
Esra Çiftçi yazısında, “Hiçbir neden o utancı benim nazarımda gölgeleyemez…” (Özgür Politika 16 Haziran 2011) derken, bilimsel düşünüşün ve sorgulamanın başlangıcı olan soru sormayı ortadan kaldırıyor. Bir yerde “neden” sorusu yoksa orada bilimsellik yoktur. Olaylar ve olgular bilimsel bir düşünüş zemininde, doğru sorularla çözümlenemezse doğru sonuçlara varmak mümkün olmaz. E. Çiftçi’nin “yara”lı tezlerinin böylesi bir anti bilimsel düşünüşün ürünü olduğunu düşünüyorum…(Esra’nın milliyetçi olabileceğini düşünmek istemiyorum!)
E. Çiftçi “yaram” derken, A. Kahraman “kara yara” diyor “Kürdistan’da Yeni Süreç ve Dersim Yarası” başlıklı, 14.06.2011 tarihli yazısında. Halka tepeden bakan, horlayan ve yargılayan bir yerde durmaktadır A. Kahraman. Kendisi gibi düşünmeyeni “hain”, Kürt olmayanı “düşman” görecek kadar da milliyetçi ve tekçi…
A. Kahraman devamla “Babasının katili, anasının tecavüzcüsüne aşık, efendisine tapınan köle ruhlular, yıllardan beri 'Pirus zaferine' hazırlanıyorlardı” diyor.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na oy vermeyen bütün Dersimlileri “Babasının katili, anasının tecavüzcüsüne aşık,” ilan etmek büyük bir haksızlık ve vicdansızlık olur. Ayrıca bu tehlikeli düşünüş ve ruh hali halklar arasında dostluğa, kardeşliğe hizmet etmediği gibi Demokratik Kürt Hareketi’ne zarar veren bir anlayıştır.
A. Kahraman, Dersim’i homojen bir Kürt toplumu varsayıyor. Bu büyük bir yanılgıdır. ‘Ben Kürt değilim’ diyen herkese ‘hayır sen Kürtsün’ dayatmasında bulunuyor. Tıpkı Kemalist Devletin, yıllarca Kürtlere “siz Türksünüz” dayatması gibi...
A. Kahraman’ın milliyetçi ve anti demokratik düşünüşü onu, Alevi-Kızılbaş toplumunu ve sorunlarını anlamaktan alıkoymaktadır. Sünni-Şafi İslam’ın penceresinden bakmaktadır...
Bir insan veya toplum ‘biz Aleviyiz’ diyorsa, bunu kendine “kimlik” olarak seçmişse öncelikle anlamak ve ona saygı göstermek demokrat olmanın asgari kriteridir. ‘Hayır, sen o değilsin’ ya da ‘onu bırak, Kürtlüğü kimlik olarak kabul et’ dayatması hem doğru değil, hem demokratik değil, hem de yaşamda karşılık bulmaz. Tam tersi bir reaksiyon gelişir. Nitekim Dersimde böyle bir reaksiyonun geliştiği gözlemlenmektedir.
Demokratik Kürt Hareketi’nin “Alevi sorunu” var mıdır?
Kürt sorunu kadar önemli ve tarihsel olarak da Kürt sorunundan daha eski ve köklü bir Alevi sorunu olduğu görmezden geliniyor. Kürt meselesi 1900’lerden başlayan ve Kemalist Cumhuriyet’in “ulus devlet”iyle sistemleşen bir sorun iken, Kızılbaş- Alevi meselesi İslamla başlayan, Osmanlıyla (1514) boyutlanan ve hala devam eden bir sorundur.
Pek çok “aydın” ve politikacı Alevi sorununu ısrarla Kemalist Cumhuriyetle sınırlamaya çalışıyor. Ne yazık ki Demokratik Kürt Hareketi’ndeki algı da bundan pek farklı görünmüyor.
‘Alevi-Kızılbaşlar neden CHP’ye oy veriyor?” sorusuna verdikleri tek yanıt ezberlenmiş “Stockholm Sendromu”dur. Yaklaşık 1.500 yıllık bir sorunu yok saymak ve onu 90 yıllık bir sorunmuş gibi göstermek gerçeklerin ruhunu anlayamamaktır. Tarih ve toplum bilincinden yoksun olmak demektir.
“Stockholm Sendromu”na tutulduğu varsayılan Alevi-Kızılbaş toplumu (Dersimde) 1950 seçimlerinde CHP’ye değil, “yeni şeyler” vaat eden Demokrat Parti’ye oy verdi. 1960 ve 1970’lerde eşitlik, özgürlük ve sosyalizm temelinde yeni bir dünya için mücadele eden devrimci ve sosyalistlerin saflarında Kemalist devlete ve onun CHP’sine karşı ayağa kalktı. Bu toplumsal süreç bilimsel bir bakış açısıyla incelenirse pek çok örneği görülebilir. Demek ki “cellatlarına ve annelerinin tecavüzcülerine aşık” değilmiş Dersim halkı.
Daha yakın geçmişte iki dönem yerel seçimlerde ve önceki dönem milletvekilliği genel seçimlerinde doğru alternatifler doğru biçimde örgütlenince “Blok Adayları“nı seçerek “cellatlarına aşık” olmadıklarını bir kez daha gösterdikleri halde…
Evet, travma yaşamış toplumlarda egemenlerle ilişkilerde belirgin bazı davranışlar vardır. Bunları araştırmak, tespit etmek ve tanımlamak başka bir şey ama hiçbir bilimsel araştırma yapmadan şablonlarla toplumu yargılamak başka bir şey...
A. Kahraman, aynı yazısında, “Bunlar önce, ‘biz Kürt değil, Aleviyiz’ diyerek işe başladılar. Yeryüzünde ilk defa, birileri dini inancı kimlik yapıyor ve kimliğine, köklerine küfrediyordu.” diyor.
Bu söylem ve iddianın üzerine yeniden düşündüm. Gerçekten “Yeryüzünde ilk defa birileri dini inancı kimlik yapıyor” iddiası doğru muydu? Baktım ki A. Kahraman, ya gerçekten toplumlar tarihini bilmiyor, ya da ilkel milliyetçi zihniyet onun özgür ve objektif düşünüşünü perdeliyor…
Biliyoruz ki ulus, milliyet gibi kavramların 500-600 yıllık geçmişleri var. Türkiye’de ise, 150 yıl bile değil. Kürtler için ise yaklaşık 100 yıl diyelim... Peki, bu “ulus kimliği”nden önce bireyler, toplumlar kendilerini hangi kimlikle tanımlıyorlardı? Toplumlar henüz uluslaşmamış ve ulus devletlerde henüz yokken din ve inanç onlar için temel kimlik değil miydi? Bunları bilmeden Dersimlilerin ‘biz Kürt değiliz, Aleviyiz’ demeleri anlaşılabilir mi?
‘Biz Aleviyiz’ derken, aynı zamanda ‘Sünni ve Şafilerden değiliz’ demekteler. Osmanlı şeriatından zulüm görmüş Kızılbaşların “düşmanları” Kürtler, Türkler gibi ulusal - etnik kimlikler değildi. Sünniler, Şafiler gibi dini kimliklerdi. Ayrıca bunlar İslamın ve Osmanlının çıkarları için ittifak halindeydi.
Kemalist Cumhuriyet, Kızılbaşları 500 yıllık Osmanlı şeriatından kurtarma vaadi ile kandırdı ve yedekledi. Sonra, Osmanlı’nın yarıda bıraktığını değişik katliamcı ve asimilasyoncu politikalarla devam ettirdi. Buna rağmen Kızılbaşlar birkaç on yıllık “Kemalist düşman”larını 500 yıllık “Şeriatçı düşman”larına tercih ediyor… Neden?
Zira, Şeriatçı Osmanlı rejiminin Kızılbaşlara dair fetvaları geri alınmış veya yeni bir yaklaşım ortaya konulmuş değil. Şafi Kürt Beylerinin bu fetvaları uygulamada Osmanlı Devleti tarafından nasıl kullanıldığı da bilinmektedir. Bu gerçeklik Alevilerin-Kızılbaşların tarihsel hafızasında güncelliğini korumaktadır.
Şimdi bir soru sormalıyız: Demokratik Kürt Hareketi Alevi - Kızılbaş sorununda bu tarihsel gerçekliği görerek yeni bir süreç başlatabilecek mi?
Kızılbaş-Alevilerin Kemalist Cumhuriyet’e ve CHP’ye sığınmalarının esas nedeni 500 yıllık “şeriat” korkusudur. Şeriat korkusunun azaldığı veya alternatif politikaların güçlendiği dönemlerde Alevilerin CHP’den uzaklaştıkları görülmektedir.
Kızılbaş-Aleviler AKP’yi “Yeni Osmanlı” olarak görüyor. Şafi Kürtleri de Osmanlının dolayısıyla AKP’nin din kardeşleri… Pek çok Dersimli Kızılbaşın “Şafi Kürt Şeriatı” tehlikesinden bahsettiğine tanık olabilirsiniz. Bu görüş doğru olmayabilir ancak böyle bir görüşün varlığını kabul etmek ve üzerinde düşünmek gerekir. Tabi bu görüşü değiştirmek ve bu toplumu kazanmak gibi bir amaç varsa…
Genelde Aleviler, özelde Dersim Kızılbaşları Şafi Kürtleri ulus ve ulus devlet öncesi dini kimlikleri ile tanımlarlar. Tıpkı kendilerini tanımladıkları gibi, ‘Biz Aleviyiz, onlar Şafidir’ derler. Dolayısıyla Şafi Kürtlerle Alevi Kürtler veya Alevi Türkler arasında çözülmemiş “Şafi Kürt Şeriatı” gibi tarihsel bir sorun vardır. Bu tarihsel sorunu yok sayarak Alevi sorununu ve Alevilerin Kemalist Cumhuriyetle ilişkilerini anlamak mümkün değildir.
Bu tarihsel sorunu milliyetçi ve İslamcı Kürtler anlayamaz. Bunların her söylemi Kürtler ile Aleviler arasındaki çelişkiyi derinleştirmektedir. Dolayısıyla Demokratik Kürt Hareketi, Dersim seçim sonuçlarını doğru analiz ederek dersler çıkarabilmeli ve demokratik çözümler üreterek ilerici bir rol oynayabilmelidir.
Başta Sosyalistler olmak üzere Demokratik Alevi Hareketi ve Demokratik Kürt Hareketi söz konusu tarihsel sorunun çözümünde rol oynayabilir/oynamalıdır da. Aksi durumda Kızılbaş-Aleviler 90 yıllık Kemalist Cumhuriyeti ve partilerini “laiklik” nedeniyle, Şafi Kürtler ise 500 yıllık Osmanlı Şeriatının ardıllarını “din kardeşliği” nedeniyle doğal veya zorunlu müttefiki olarak görmeye devam edeceklerdir.
Sonuç olarak; Demokratik Kürt Hareketi’nin Alevi-Kızılbaş sorunu vardır. Dolayısıyla Dersim seçim sonuçları Dersim sorunu ve Alevi- Kızılbaş sorunundan kopuk değildir. Ve bu sorun; Dersim’i ve Kızılbaşlığın tarihsel süreçlerini, sorunlarını bilmeyen kişilerin sorumsuzca kalem oynatmalarına terk edilemeyecek kadar önemli ve ciddidir.
Şayet Demokratik Kürt Hareketi “katillerine aşık”, “ihanet”, “yara”, “Stockholm Sendromu” gibi haksız yargılamalara ve yanlış anlayışlara tavır almazsa, Dersim Kürtler için de bir “sorun” olmaya başlayabilir.
Kazım Gündoğan ( Araştırmacı – Yapımcı )
