Radyo Barış online
QIRDIM /QIZILBEL/PULEMURİYE
KOYE QIRDIM QIZILBEL

ARSIV 1

 Tevrat, Zebur ve İncil tahrif (değiştirilme) edildi mi?

İslami kaynaklara göre Allah (C.C.) diğer kutsal kitapları insanlara emanet etti. Kur’an’ı Kerim-i ise kendisi muhafaza etti (Levh-i Mahfuz – Muhafaza edilen Levha – kitap).
Allah’a iman etmeyenler için O’nun mukaddes kitaplarının değiştirilebileceğine, hatta yok edilebileceğine inanmak belki zor değildir.
Fakat hem ‘ Hem Allah’a inanıyorum, hem de Tevrat, Zebur ve İncil değiştirildi’ fakat Kur’an-ı Kerim değiştirilmedi diyenler, aşılamaz bazı mantık sorularıyla karşı karşıyadırlar:

1. Yahudiler, Hıristiyanların ve Müslümanların inanışına göre Allah her şeye kadirdir.

2. Allah merhametlidir, mukaddes kitaplarını insanlara doğru yolu göstermek için vahiy eder.

3. Fakat eğer Tevrat, Zebur ve İncil değiştirilebilirse, şu iki sonuçtan birini kabul etmek zorundayız:

Allah, kitaplarının yok edilmesini önlemeye ( haşa! ) acizdir (ve böylece gerçekten her şeye kadir olamaz).

Allah insanlara doğru yolu göstermeye yalnız ara sıra önem verir şöyle ki, O’nun kitapları değiştirilir ve böylece insanlar doğru yoldan saparlarsa, O pek ilgilenmez, başka bir deyimle merhametsizdir (gene haşa!).
Allah bu tür iftiralardan uzaktır!
Allah’ın sözleri yok olursa, o devir insanlarının doğru yolda yürümesi imkansızdır.
Tarihten biliniyor ki Tevrat M.Ö. 15. yüzyılda, Zebur (Mezmurlar Tevrat da bir bölüm – Hz. Davud’un ilahileri ) M.Ö 10 yüzyılda, Eski Ahit (Eski Antlaşma) peygamberlerin son kitabı (Malaki) M.Ö 5. yüzyılda, İncil (Yeni Antlaşma) M.S. 1. yüzyılda vahiy edilmiştir.
Eğer bu kitapların metni değiştirilmiş ya da vahiy edilmesinden sonra tümüyle kaybolmuşsa ve tek geçerli kitap Kur’an ise, çok kısa aralıklar hariç 2000 yıla aşkın bir müddet boyunca insanlar manevi karanlık içinde kalmış demektir.
Allah, vahiylerini bir iki asır bile tahriften koruyamamış olsaydı, ne kadar aciz ya da merhametsiz bir Varlık olurdu!
Tevrat, Zebur ve İncil birbirlerini tasdik etmektedirler.

Tevrat, Zebur ve İncil birbirlerini tasdik eder, Allah’ın Sözü’nün değiştirilemeyeceğini açıkça belirtirler.

İşte birkaç örnek:
“Ot kurur, çiçek solar: fakat Allah’ımızın sözü ebediyen durur” (Peygamberlerin kitaplarından, Yeşaya 40:9)
“Gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan (Tevrat’tan) en küçük bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecektir” (İncil, Matta 5:18).
İsa dedi ki ‘Gök ve yer ortadan kalacak, benim sözlerim ise asla ortadan kalkmayacaktır’(İncil, Markos 13:31).

İsa havarilerine dedi ki “Baba’nın (Allah’ın) Benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh (Ruhül-Kudüs), size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacaktır” (İncil, Yuhanna 14:26).

Havari Pavlus kendinden ve diğer havarilerden söz ederken dedi ki), “(Kutsal) Ruh’u alanlara ruhsal gerçekleri açıklarken, Tanrı’nın lütfettiklerini insan bilgeliğinin öğrettiği sözleri değil, (Kutsal) Ruh’un öğrettiği sözlerle bildiririz” (İncil, 1 Korintliler 2:13).

Milattan önce yaşayan peygamberlerin ve M.S. 1 asırda yaşayan havarilerin sözleri, yaptıkları mucizeler ve bulundukları şaşılacak kehanetlerin yerine gelmesiyle doğrulanmıştır. 20. Çünkü Kutsal Kitaplar sayesinde tek kurtuluş yolunu öğrendik ve Allah’a yaraşır, temiz, ümit dolu ve sevinçli bir hayat yaşamaya başladık.
Kur’an’da Tevrat’ın, İncil’in değiştirildiğini belirten hiçbir ayet yoktur!
Kuran’ın bu konuda öğrettikleri.
Yukarıda gördüğümüz gibi, Tevrat, Zebur ve İncil’e göre Allah’ın Sözü değiştirilemez. Kur’an’da Tevrat’ın, İncil’in değiştirildiğini belirten hiçbir ayet yoktur! Gerçi Yahudiler Tevrat’ı sözlü olarak tahrif etmekle (yani, Tevrat ayetlerini yanlış yorumlamak ya de yanlış aktarmakla) suçlanıyor, ama Tevrat metninin asla değişmediği ve değişemeyeceği açıkça belirtilmiştir:

“Şüphesiz ki, Tevrat’ı biz indirdik (Allah indirdi). Onda hidayet ve nur vardır” (Maide Suresi, Ayet 44)
(Dikkat: Kur’an ‘vardı’ değil, ‘vardır’ diyor yani Tevrat’ın hala nur ve hidayet kaynağı olduğunu açıkça kabul ediyor).
“…içinde nurla hidayet bulunan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i verdik”( Maide Suresi ayet 46). Ayrıca Ali İmran Suresi ayet 3, Maide Suresi Ayet 68-70, En’am Suresi Ayet 91’e bakınız).

Kura’an’a göre müminlerin Tevrat, Zebur ve İncil’e inanması şarttır: “Biz Allah’a, …Musa’ya ve İsa’ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rab’leri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.” (Bakara Suresi Ayet 136,:285, Nisa Suresi Ayet 136, Kasa Suresi Ayet :46’ya bakınız.).

Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed bile Kur’an’ı Tevrat, Zebur ve İncil’den üstün saymadı! Kur’an, önündeki Tevrat ve İncil’i (geçersiz kılmak değil), tasdik etmek için indirildiğini defalarca belirtiyor ( Yunus Suresi Ayet 37, Fatır Suresi Ayet31, Ahkaf Suresi 12’ye bakınız).

İncil ile Tevrat’ın aslı Hz. Muhamed’in zamanında kaybolmamıştı. Bunu şu ayetlerden anlıyoruz: “Ey Resul’üm (Muhammed), eğer sana indirdiğimiz kıssa ve haberlerden bilfarz şüphe edecek olursan, senden evvel kitap (Tevrat ve İncil) okuyanlara sor” ( Yunus Suresi Ayet 94).
"Sen (ey Muhammed) onlara (Yahudilere), 'Eğer sadık iseniz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun" (Ali İmran Suresi Ayet 93. Ayrıca Ali İmran Suresi ayet 70-71, Enbiya Suresi ayet 7, Nisa Suresi ayet :47, Bakara Suresi ayet 41, A’raf Suresi ayet 169 ve Ankebut Suresi ayet46'ya bkz.).

Bu Kur'an ayetlerinden anlaşılıyor ki, Tevrat ve İncil Hz. Muhammed'in zamanında bozulmamış durumdaydı. Aksi halde, Allah ( c.c.) Muhammed'e (SAV) "bir şüphen varsa, senden önce kitap okuyanlara sor" demezdi. Allah ( CC), Hz. Muhammed'in (SAV) tahrif edilmiş bir kitaba müracaat etmesini nasıl ister?
Tevrat, Zebur ve İncil'in aslı Allahın Sözü değil miydi? Peki, Kur'an'da Allah'ın Sözü hakkında ne yazıldığına bakalım: "Allah'ın sözlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur"(En’am Suresi 34).
"Allah'ın sözlerinde asla bir değişme yoktur" (Yunus Suresi ayet 64).
Kur'an'a göre Hz. Muhammed önceki kitapları tasdik etmek ve korumak için gönderildi (Maide Suresi Ayet 51).
Fakat eğer Tevrat ve İncil değiştirilmişse, Hz. Muhammed bunları koruyamamış demektir. Bu ciddi bir çelişkidir.
Şimdi, sevgili okuyucular, şu iki sonuçtan birini seçmek ya da değerlendirmek durumunda kalıyoruz.
1) Ya Allah'ın Sözü (Tevrat, Zebur ve İncil hakkındaki Kur'an ayetleri ) yanlıştır.
2) Ya da Tevrat, Zebur ve İncil gerçekten değişmemiştir ve böylece her Müslüman onların tüm hükümlerini kabul etmek zorundadır.
Kur'an önyargısız okuyan herkes herhalde bu ikinci seçeneği tercih eder.
Nitekim Ebül-Fazl es-Saudi ve Ebül-Beka Salih el-Caferi gibi en eski ve en saygın Müslüman müfessirler (Kur'an yorumcuları) Hıristiyanların kullandığı Tevrat, Zebur ve İncil'i olduğu gibi kabul etmişlerdir.

Tarihi ve arkeolojik deliller.
Allah'ın kutsal kitaplarını koruma gücünden şüphelenenler için Tevrat, Zebur ve İncil'in değişmediğine dair başka bir sürü kanıt vardır. Ortadoğu'da, bilhassa Mısır kumlarının altında binlerce yıl saklı kalan çok sayıda Kutsal Kitap nüshası keşfedilmiştir. Mesela, 1947 yılında bir Müslüman çoban Filistin'de Lut gölü yakınlarında bulunan bir mağarada 500'den fazla eski el yazmasına ( Kumran Yazıtları ) rastlamıştır.
Bunlardan 100 kadarı M.Ö. 2.yüzyıla ait Tevrat ve Zebur'un çeşitli kısımlarının nüshalarıdır. İngiltere'de Manchester John Rylands Kütüphanesinde muhafaza edilen bu nüshaların metni bugünkü Tevrat ve Zebur'un metninden farksızdır.

M.Ö. 5.yüzyılda Yahudilikten ayrılan Samiriyeliler mezhebi, o zamandan bu yana Yahudilerden tamamen bağımsız olarak Tevrat'ın ilk beş kısmını (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye) okuyorlar. Onların ve Yahudilerle Hıristiyanların Tevrat metinleri aynıdır.

Tevrat ve Zebur'un aslı İbrani dilindedir. Bazı iddialar ise her ikisinin aslı Arami dilindedir. Bunun yanı sıra Tevrat'la Zebur'un çok eski çevirileri (Mesela, M.Ö. 3.yüzyılda yapılan Grekçe ve M.S. 4. yüzyılda yapılan Latince ve Süryanice çevirileri) mevcuttur. Bazı çeviri hataları hariç, bu çeviriler asıl İbranice metinden farksızdır. Durum, M.S. 1. yüzyılda vahiy edilen İncil için de aynıdır. İncil'in aslı Grek dilindedir. Yine bazı iddialara göre İncil’in aslı da Aramice dilindedir. İncil'in bazı kısımlarını ihtiva eden ve M.S. 2 yüzyıla ait olan birkaç Grekçe el yazması mevcuttur. Mesela, John Rylands kütüphanesinde İncil'in Yuhanna kısmının bir bölümünü ihtiva eden, M.S. 130 yılına ait bir el yazması vardır. Hz. Muhammed'in zamanından önce yazılan, M.S. 3, 4, 5, ve 6 yüzyıla ait yüzlerce İncil nüshası Batı müzelerinde korunmaktadır.
Bundan başka, M.S. 90 yıllarında Roma'daki Mesih İnanlılarının önderi Klement, M.S. 110 yıllarında ölen İgnatyus, Polikarp (M.S. 70-156), Yustin (M.S. 100-163), İreneyus (M.S. 130-200) ve başka birçok eski Mesih İnanlısı bilginin hala mevcut olan eserlerinde İncil'in hemen hemen her ayeti aktarılmıştır. Ayrıca İncil'ín M.S. ilk altı yüzyılda (yani, Hz. Muhammed'in zamanında önce) yapılan ve hala mevcut olan Latince, Süryanice, Kıptice ( Nebatça yani Nubya dili, yukarı Mısır’da konuşulur ), Ermenice, Gotça ve Gürcüce çevirileri vardır. Çeviri hataları hariç, bunların hepsi asıl Grekçe İncil'den farksızdır.
Hıristiyan Grekçe hristos yani kutsanmış demektir.
Evangelium ( İncil ) yine Grekçe de evangelia yani müjde demektir.
Elbette Musa peygamberin imzasını taşıyan bir Tevrat olmadığı gibi, havarilerin imzasını taşıyan bir İncil de yoktur. Bunların binlerce yıl korunup günümüze kadar gelmesini beklemek insafsızlık olur. Ve unutmayalım ki, Kur'an'ın durumu Tevrat ve İncil'inkinden farklı sayılamaz. Hz. Muhammed'in mührünü taşıyan bir Kur'an nüshası yoktur. Üstelik eski Müslüman bilginlere göre:(1)
Hz. Muhammed’in (SAV) döneminde Kur’an birbirlerinden oldukça değişik yedi şekilde mevcuttu iddiaları var.
Halife Osman, birbirlerini tutmayan bu Kur’an nüshalarından bir tek metin oluşturduktan sonra bunun dışında kalan her Kur’an nüshasını yaktırmıştır (2).
Eski müslüman kaynaklarına göre, asıl Kur’an’da bulunan ama Osman’ın derlemesinde (yani, bugünkü Kur’an metninde) bazı ayetler de değiştirilmiştir (3).
Sahih bir hadise göre, Hz. Muhammed’in ölümünden kısa bir sure sonra eşi Ayşe’nin yatağının altında saklanmış olan uzun bir Kur’an suresinin tek nüshasını bir evcil hayvan yemiştir! (4)
Bu konuda sahih sayılan en ilginç hadislerden biri ise Müslim’in, Halife Ömer’in rivayetine dayanarak anlattığı şu hadistir: “Allah, Muhammed’e Kur’an’ı indirdi ve recim (taşla öldürme) ayeti Allah’u teala’nın indirdiği ayetler arasındaydı. Rasulullah ( Hz. Muhammed) taşladı, ardından biz de taşladık ve Allah’ın kitabında zina yapanın cezası taşlanmaktır. Recim ayeti şöyle yazılıydı: “Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina etmişse, onları mutlaka taşlayın”. Recim ayeti ise ortadan kaybolmuştur ve artık Kur’an’ın hiçbir yerinde bulunmuyor! Üstelik İslam şeriatının hakim olduğu Ülkelerde hala uygulanan recim (taşla öldürme) cezası, ortadan kaybolmuş bu Kur’an ayetine dayanmaktadır! (5)
Şunu önemle belirtmek isterim ki, bu alıntılar seçkin Müslüman bilginlerin derlediği sahih hadislerden alınmıştır.
Yanlış anlaşılmasın Bu kutsal kitapların tahrif edildiğine dair söylentiler hep ortalarda yazılıp anlatılır?
Halife Osman’ın Kur’an derlettiği gibi başka kral, halife ve ya yöneticilerin diğer kutsal kitapları toplatıp yazdırdığına dair bir iddia ve delil var mıdır?
Hatta diyebiliriz ki, İncil nüshalarının arasındaki ufak metin değişiklikleri, İncil metnini kimsenin zorla değiştirmeye kalkışmadığını ispatlamaktadır, demekte ayrı bir iddiadır.
Yine İslami kaynaklara göre Allah (C.C.) diğer kutsal kitapları insanlara emanet etti. Kur’an’ı Kerim-i ise kendisi muhafaza etti (Levh-i Mahfuz – Muhafaza edilen Levha – kitap).
FARKLI KUR’AN TEFSİRLERİ
İslam coğrafyasında çeşitli dönemlerinde Kur’an tefsirleri ile ilgili farklı yorumlar yapılmıştır.
Bunların birçok nedenleri vardır, işte bunlardan bazıları:
1 -Kur’an ın yazıldığı dönemde ki Arapça dilinin faklılığı,
2 - Kur’an da kullanılan yabancı dillere ait sözcüklerin de ki anlam kaymaları , Örneğin: Süryanice de ki gibi A. Lüksenbourg tarafında tespit edilen: örtünme ile ilgili kısımda kast edilen yerin kadının bel ve kalçadan aşağı kısmı tefsiri, ya da Cennete kristal camlardan odalar kavramlarının aslında üzüm taneleri veya salkımı anlamlarında olması gibi,
3 - Kur’an nın çeşitli dönemlerde ki yönetimlerin farklı tefsir ettirmeleri: Örneğin 1971 de Yemen de bir eski Caminin restorasyonu sırasında çatı da 3 patates çuvalı içerisinde bulunan parşömen demetlerine yazılı ve Emevi Halifesi I: Velid dönemi ait olduğu kanıtlanan Kur’an da ki eski yazılı metinlerin silindiği ve üzerlerine yeni yazı ve metinlerin yazıldığıdır. Harekesiz kelimeler çoğu zaman bir sözcüğün 30 anlama gelebilecek kadar farklı anlamlara neden olan Kur’an sahifelerinin bir Alman İslam teolog tarafından titizlikle gün ışığına çıkarılmıştır.
4 - Yakın yüzyılda Suudi Arabistan da her yıl yüz binlercesi farklı dillerde basılan ve Vahabi mezhebin yorumlarını içeren, dünyanın dört bir tarafına bedava dağıtılan Kur’an yorumları,
5 - En eski döneme ait ve Süryanice el yazması Kur’an,
6 - Çeşitli dönemler de harekesiz olduklarından dolayı yorumları büyük ihtilaflara hatta nerede ise İslam orduları içerisinde savaşa neden olabilecek yorumlar,
7 -Mezhepsel yorum ve tefsirler,
8 - Bazı mezhepler de hadislerin nerede ise Kur’an metinleriyle paralel yorumlanmaları gibi.
Nedenini bana sormayınız onu da siz araştırıp bulmaya çalışınız.
Ben de çoğunluk gibi bilmiyorum, öğrenmeye anlamaya çabalıyorum.

Kaynakça:

1. Mişkat, cilt 3, sayfa 7-2-705 Tabari ve Beyzavi’nin Sure 3:100, 6:91, 19:35, 28:48, 33:6, 34:18, 38:22 üzerindeki yorum).
2. Beyzavi, cilt 3, sayfa 104-105 (Sure 2:106 üzerindeki yorum).
3. Mişkat, cilt 3, sayfa 708 (Bu bilgilerin kaynağı Celaleddin’dir).
4. Sahihi Müslim, sayfa 740.
5. Mişkat, Kitab ül-Hudud, sayfa 301.
6. Yeni Yaklaşım, '96


DAĞ TAS AGLAR BU GUN KERBELA ŞEHİDİNE ŞEHİTLER SERDARI ŞAH HÜSEYİN DÜŞTÜ SAHRAYI KERBELAYA
..............
 
Geçmişi inkâr edebilirsiniz.
Geçmişe karşı da çıkabilirsiniz.
Ama geçmişi yok edemezsiniz.
Çünkü ortak geçmiş, bizim de geçmişimizdir.
Geçmişi yok etme gayreti boşunadır.
Geçmişi yok edersen, geleceksiz kalırsın.
Geçmişi inkâr da öyle.

Çünkü insan, geçmişi anımsadığı ölçüde vardır ve geleceğe koşabilir.

Daha da önemlisi geçmişe bakarak nereye koşabileceğini bilebilir.
Geçmişi yok ederek yapılan her eylem, gün gelir, geçmişin hayaletleri tarafından geri püskürtülür.

Bu insanlık içinde, tarih içinde böyledir.
Tarih de tekerrürden ibarettir.
Tarihten ders alınırsa bir daha tekerrür etmez.
Eğer ders alınmazsa Kerbelalar devam eder.
İşte Kerbela, o dersi almanın adıdır. O olayı yapanları, o olayların faillerini kınayıp, yüreğimizde mahkûm etmezsek, zalimin zulmü devam eder.

Zalimin zulmünü lanetlemiş bir inancın sahipleri olarak intikamcılığın peşinde olmamız asla söz konusu olamaz.

Yüreği kinle yüklü bir toplumun geleceği de olmaz ve güzel bir yaşamda kuramaz.
Çünkü güzel bir yaşam tüm istediğimiz, geçmiş ve geleceği bir birine bağlı bir çevrede kurulabilir ancak…

İnsanlar bilmediklerinin düşmanı olurlar.
Kerbela ve o destanı yazan İmam Hüseyin bilinmelidir.

Muharrem ayı bilinmelidir.
Bilenler mazlumdan yana olup, insan olmanın destanını yazacaklardır.
Kerbela şahına ve tüm şehitlerimize selam olsun….

İMAM HÜSEYİN VE ŞEHADET

Çöl yanıyordu, gök yanıyordu, gönüller yanıyordu, diller haykırıyordu Su...Su...Su...
İmam Hüseyin başını kaldırdı, göklere baktı: “Bu ne tufandır Yarab!” dedi. İnsanlık değerleri zulüm altında inim inim inletiliyordu. Gönüller susmuş, yürekler susmuş, vicdanlar susmuştu. Bir avuç insan, insanlık değerlerinin yaşatılması için kanla insanlığın tarihini yazıyorlardı. Ehlibeyt kadınlarının feryadı arş-ı alayı inletiyordu.
İmam Hüseyin onulmaz acıların sonsuzluğunu yaşıyordu. Kefensiz şehitler kanlar içinde haymagâhın (çadırlar) önünde yatıyorlardı. İşte Mini mini yavru Ali Asker... Sanki halen parmağını emiyordu. İşte kardeşi yiğit Abbas kanlar içindeydi, yüzü seçilmiyordu. Kolları yoktu. İsyanı bitmemişti.
İşte on sekiz yaşında ki fidan boylu Ali Ekber’i... Yumrukları sıkılıydı, gözleri açıktı... Sanki kendisine bakıp gülümsüyordu.
İmam Hüseyin inlercesine:“Yarab! Bana sabır ver, sabır ver.” dedi. Diğer kefensiz yatan şehitlere tek tek baktı. Sanki onlar: “Ey İmam! Bizlere niye zulüm ederek şehit ettiler. Suçumuz insanlık onurunu mu korumak? Suçumuz Peygamber ailesinden olmak mı?” Tüm masumiyetlikleriyle der gibiydiler.

Fırat masum masum akıyordu... Çöl yanıyordu... İnsanlık feryat ediyordu:
Su... Su...Su...

Kudret kandilinde kalem
Yazmış su deyu, su deyu
Şah Hüseyin Kerbala da
Gezmiş su deyu, su deyu..

Şehit düşmüş Ali Asker
Hüsnü cemali peygamber
Al yanak ta gonca güller
Solmuş su deyu, su deyu

“İNNÂ LİLLAHİ VE İNNÂ İLEYHİ RÂCİUN...”

(Allahtan geldik, yine O’na döneceğiz.)(Bakara, 156)
Yürüdü İmam Hüseyin... Ehlibeyt kadınlarının feryatları arş-ı kürsü inletiyordu. Güneş yakıyordu... Figanlar güneşe yükseliyordu...
Ehlibeyt kadınları solmuşlardı, perişandılar... Evlatlarının şahadetleri gözlerinin önünde gerçekleşmişti.
İmam Hüseyin tek tek yüzlerine baktı. Gözleriyle eşi Şehrübanu’yu buldu ve durdu. Öyle solgundu ki... Öyle mahzundu ki... Ali Ekber'in annesi idi... Gözlerinin pınarları kurumuştu. Sanki gitme dercesine gözleriyle yalvarıyordu. “Bir sen elimde kaldın” gitme diyordu.
Yüzüne bakmaya tahammül edemedi.
“Ahh... Yiğit kardeşim Zeynep! Ne olmuş sana... Ne haldesin öyle? Sana emanettir Ehlibeyt kadınları. Yılma, yıkılma sen! Sana muhtaçtır Zeynel Abidin’im.”
Zeynep’in sabrı kalmamıştı, kardeşi Hüseyin’in yüzüne baktığını görünce feryadını yer gök dinlemeye başladı:

Gitme kardeş gitme bizi koyup da
Bende seninle geleyim kardeş.
Bir değil, bin değil yaram sarılmaz
Dertlerine derman olayım kardeş.

Öyle mahcup durup da yüzüme bakma
Yaralı yüreğimi bir de sen yakma
Zeynel Abidin’i yetim bırakma
Ben senin yerine öleyim kardeş.

Görmesin halimizi dedemle anam
Babam gelse görse halimiz yaman
Kan ağlıyor yüreğim yanıyor sinem
Ömrüm boyu sana yanarım kardeş.

İmam Hüseyin bütün Ehlibeyt kadınlarını başına topladı ve son vasiyetlerini söylemeye başladı: “Sıra bana geldi. Sonunda bende şahadet şerbetini içeceğim. Sizlerden şunu istiyorum: Feryadı figan edip düşmanlarımızı sevindirmeyin. Oğlum Zeynel Abidin’i canınız pahasına koruyun ve kanımızla yazdığımız insanlık destanımızı halka anlatın. Bilin ki Allah sizin koruyucunuzdur.”
Tüm kadınlarla helallaştı. Zeynel Abidin çadırda yatıyordu, hastaydı, takatsizdi... Ona yöneldi. Sarıldı öptü..öptü ve kokladı...
Artık kaybedeceği bir şeyi kalmamıştı. Günlerdir çöldeki susuzluk ve acılar sarsmıştı şehitler şahını. Yakınlarının ve evlatlarının şahadetin de milyon kez tatmıştı ölümü.
Ölüm nedir ki?
Kavuşmaktır. Dedesiyle, babasıyla, kardeşleriyle ve sevdikleriyle birleşmekti.
Dedesinin kılıcını aldı, babasının sarığını başına taktı ve dedesinin hediye ettiği Zülcenah isimli atına bindi. Sükûn ve vakar içinde ölüm meydanına geldi.
Atının üzerinde sanki babası Ali’ye benziyordu. Tüm metanetini koruyarak zalimlere şöyle haykırdı:
“Geldim işte... Bir ben kaldım. Ben ve sizler. Cesareti olan varsa yer değiştirelim. Gelsin buraya ve benim bulunduğum yerden, tek başına sizlere baksın ve Korkudan durabilirse atın üzerinde kendi başımı kendim keserim.
Ama bende korkunun zerresi yok. Bende acı var, figan var, susuzluk var ama korku yok.
Çünkü bilirim ki Zalimin zulmünü, inanmışlığın direnci er geç yener. Bu gün yenmezse, yarın yener.
Çünkü, Yaşamak “İNANMAK ve UĞRUNDA MÜCÂDELE ETMEKTİR.” Bu dünya ne yezitler görmüştür. Ne zalimler görmüştür. Ama sonu hüsran olmuştur. İnsana zulmedenin, insanları ayıranın, hakkı, hukuku gözetmeyenlerin sonu olmamıştır. Pınarlar kurur ama dağın suyu bitmez. İşte bunu anlamadınız.
Sizler sanıyorsunuz ki, bu başım kesilince her şey unutulacak, her şey bitecek, Hayır bitmeyecek. Şu kumlar üzerine akan kanlar, esen çöl fırtınalarıyla savrulacaktır dünyanın dört bir yanına. Savruldukça da Ehlibeyt yeniden doğacak. Bizler yeniden doğacağız. Ama sizler Ölen sizler olacaksınız. Akıtılan bu kanlar da sizin sonunuz olacak. Haydi bakalım önünüzdeyim öldürün beni...Öldürün beni..”
Zalimlerin maneviyatları sarsılmıştı. Kimse karşısına çıkmıyordu.
Çadırlara saldırmışlardı. Kadınların feryatlarını duydu. Doludizgin atını çadırlara sürdü gördüğü manzara insani değildi. Hayvanlaşmış bir güruh İslam Peygamberinin namusuna saldırmışlardı.
İmam Hüseyin yüksek sesle gürledi: “Ey zalimlere uyanlar! Eğer dininiz yok, vicdanınız yok, kıyamet gününden de korkmuyorsanız, hiç olmazsa dünyanızda hür kişiler olun. Eğer Arap olduğunuzu iddia ediyorsanız ki öylesiniz, hasebinize dönün ve insanlık şerefinizi koruyunuz ve kadınlara el kaldırmayınız.”
İmam Hüseyin’i yanın da gören kadınlar ve çocuklar feryat ederek koştular. Zeynep aslan kesilmişti. Hepsini korumaya çalışıyordu. Kardeşini görünce haykırarak yanına geldi ve sarıldı...


Kardeş sen gidersen bura da esir ederler bizi
Eli kolu zincir bağlı suçlu sanırlar bizi
Bilmezler mi ki kimi imam kimi Resul’ün kızı
Çıplak develerle esir gezdirirler bizi.

Sürdü atını bela meydanına.
Tarih: 10 Ekim 680
Günlerden: Cuma
Vakit: Öğleden sonra ikindi.
Yer: Kerb-ü Bela
Bir ok atarlar dedesinin öpüp kokladığı ağzına gelir. Bir kılıç darbesiyle sol kolunu, diğer bir kılıç darbesi de sağ kolunu koparırlar. Birçok ölümcül yaralar aldıktan sonra kanlar içinde düşer İmam Hüseyin atından.

Düştü Hüseyin sahrayı Kerbala’ya
Cibril git haber ver sultanı Enbiya’ya.

Çadırlara bakmak istedi, başını kaldıramadı. O boyun eğmeyen mübarek baş düşmüştü toprağa.
Toprakta isyan etmişti bu zulme. Başını arkadan kestiler.
İmam Hüseyin’in mübarek başsız vücudu kanlar içinde Kerbala çöllerinde yatıyordu. Acıları bitmiş, zulme ve haksızlığa isyanı bitmemişti.
Ehlibeytin son ışığını da söndürmüşlerdi Kerbela’da.
On muharrem, günlerden Cuma. Sonsuzluğu aydınlatmak için güneş batmıştı o gün kerbala da. Güneşin de isyanı vardı.. Bu zulme tanıklık etmek istemiyordu…
Arş-ı ala feryatlarla inliyordu…

ALI RIZA UĞURLU 
www.habercem.com


KOYE DERSIM BERERAVE ZON ZULMO KE AMOVE MA SERDE DARU KEMER VAZO, DARU KEMER BERVO ZULME ZALIM DESTE...

KIRMANCİYE¹

Kırmanciye ruhumuzdu
Umut idi, aşk idi
Vatan idi, dil idi
Kırmanciye, kimliğimiz idi.

Kırmanciye, kimliğimizdi
Gözümüzün feri idi
İçimizin ısısı idi
Kırmanciye, bizde keyifti.

Kırmanciye, bizde doğruluktu
Aydınlıktı, barıştı
Kalbimizin içinde idi
Karmanciye, bizde içtenlikti.

Kırmanciye, evimizdi
Evimizin direği idi
İçimizin dayanağı idi
Kırmanciye, töremizdi.

Kırmanciye, tesellimizdi
Uğraşımızdı, ölümümüzdü
Meselemizdi, mezarımızdı
Kırmanciye, bize şirin idi.

Kırmanciye, bize hasret oldu
Ayıplandı, utanıldı
Artık kendine gel Kırmanciye ruhu
Bizi el aleme mahküm etme

Türkçe² çevirisi: Çele 2006

M. Tornêğeyali


FIRIK DEDE

“Sanay xo ver berdi
Téde qırr kerdi
Memed Aliyé Qoli
Musayé Menkıji
Welé Bolavanıji
Hesené Seydiji
Mina sewtimalede
Çe Alé Areyiji
Jiara paçıkınede
Çewres xorte Khuresiji
Çuxura sewtimalede
Çe Hesen Ağayi
Aliyé Gaxi
Usıvané sewtimalude
Çe Murté Oji
Bıra na zalimi ma qırr kerdime
Cendegé ma téde, kerdi vera tiji.
Bıra Xıdır vano, na kelepuré ma Werté Kırmanciye´de çhıra honde biyo ucuzi”…

Kılam u Qeyde: Welé Yivé İmami (Dersim ´38)
Chıme : Sılo Qız
Aredaoği: Zılfi Selcan
Daimi Cengiz
Aranje: Kemal Kahraman

KIRMANCIYE
Kırmanciye, kırmanciye
Kırmanciya siya u beleke
Weşiye to de şirina
Merdene to de şirina
Hete to heşiriya
Hete to ğeribiya
Ez derde to re vaji
Yaki derde xo re vaji
Dina alem laşerde şi
Yulm u tari bi daimi
Dawe de page to rıznayi
Yere page de roye to rıznayi

MIKAIL ASLAN


ÇOKLUKTAKİ BİRLİK: ÇEWRES

 

KOTIYA

Tu vatene ez gul´ne
Boya tu kotiya?
Tu vatene ez koy´ne
Vora tu kotiya?
Tu vatene ez heniy´ne
Agwa tu kotiya?
Tu vatene ez albaz´ne
Bista tu kotiya?

Kirmancki/Zazaca:Metin KAHRAMAN

 

ÇOKLUKTAKİ BİRLİK: ÇEWRES

 

                                                            

 

 

 

"Selman geldi şeydullah´ın istedi

Ali-Muhammed´i gördü dost dedi

Bu engür Kırklar´a has dedi

Engür ezilip de bal olmadı mı"

                   

                           Kul Himmet

  Birlik, beraberlik, bütünlük anlayışı ne zamandan beridir kendi dışındaki her şeyi yok etmek temeli üzerine oturtulmuştur; ya da ne zamandan beridir "Tek Tanrı" kendi dışındaki her şeyi reddeder bir "mono mutlaklık" ile algılanmıştır?

 Yaşadığı bu küçük alemde dahi sonsuz bir çeşitliliğe ve çokluğa şahit olan insan, nasıl olup da bu çeşitliliği yok sayan bir "kavranılmaz tekliğe" ikna olmuştur; öncesiyle kıyaslandığında, bu yaklaşım gerçekten de düşünce tarihinde bir "gelişme", bir "sıçrama" mıdır? Kavranılmazlığı kavramsallaştırmak ya da tanımlanmazı tanıma dönüştürmek nasıl bir "gelişme"dir?

 Tanrı´nın isme ihtiyacı olmayacağına göre, tek tanrıcı dinler geleneğinin temsilcileri Yahudilik, Hırıstiyanlık, Müslümanlık´tan çok daha evvel, Tanrı´nın adını "söylemiş" olan insanoğlu çokluk´tan, çeşitlilik´ten mi bu teklik kavramına ulaşmıştır, yoksa çeşitliliği yok sayan bir, "akıl üstünlüğüne" "soyutlama yeteneğine" erişerek mi; yani, diller´in kurucusu insanoğlu Hak, Allah, Tanrı, Got, Huda, Homa, Yehova, Ahura Mazda ya da El derken hangi yaklaşımla hareket ederek  bu isimlere ulaşmıştır? Dahası genel bir tartışma zemini olarak,  manayı "söyleye bilmemizin" en temel ve yaygın aracı olan dil´in kendisi, kurgusallığıyla bir mana´nın ya da düşüncenin şahidi olabilir mi?   

 

Aslında bu soruları tersinden sormak, bugünün meşru normalliğinden bakıldığında daha makul görünmektedir: Öyle ya, "Tek Tanrı", her şeyden önce teklik´ini vurgulayan bir sıfatla öne çıkmışken çokluk´u, çeşitlilik´i kendinde söyleyecek farklı bir teklik hem de bütünlük, birlik, beraberlik anlayışı mümkün müdür ki bunun ne zamandan beridir değiştiğini tartışmak da mümkün olsun?  "Tanrısal Birlik", bu anlamda en mükemmel birlik, beraberlik, bütünlük anlayışının, çeşitliliği, çokluğu zorunlu kıldığını, dahası teklik´in değil çeşitliliğin ve çeşitlilikteki birliğin tanrısal olduğunu söylemek mümkün olmuş mudur?

                                                   

                                                    

"Roz vejino xeyle düri                                   

Gün doğuyor uzaklardan

Werté hard u asmén kerdo pıre gulo nuri   

Yerin-göğün arasını gülden nurlarla doldurmuş

Mare wayir bo,                                              

Bize sahip olsun,

Çewres Asparé vıreniya asm u roji"       

Ay´ın ve güneş´in öncüsü Kırk Atlı" (1)

 

 

 

Dersim´de en çok sabah dualarında görüyoruz Kırklar´ı; her sabah karanlıkları yırtarak evreni "gülden nurlarla dolduran",  hayırlar, bereketler dağıtan ışık ordusunun Kırk Süvarisi...  "Sabah günün en hayırlı zamanıdır. Gece kaçta yatarsan yat, sabah gün doğarken kalk duanı et. Pencereni, kapını aç... ber-bereket gelsin evine. Bingöl Sırtları´nın Kırk atlısı hepimize hayırlar nasib etsin... Ay´ ın ve güneş´in öncüsü Kırk Atlı..." (2) 

 

Ve her "cuma gecesi", yani perşembeyi cumaya bağlayan gece, sewa yeniye, Dersim´in 366 evliyası Düzgın Baba Dağı´nda, Kırklar Odasında  Kırklar Cemi tutarlar: "Ana Fadima´nın yeri bellidir, Hasan´ın, Hüseyin´in yerleri bellidir. Üzüm asmaları gibi otlar sarmıştır duvarlarını, yaz-kış yeşildir. Aynı o zamanki gibi durur..."(3) 

 

 

 

                                                      ***

 

 

 

Muhammed mirac´a gidip, "rabbiyle kelamlaşmış" ve 90.000 kelime-yi kübra´yı alarak Kırklar Kapısı´na gelmiştir. Ancak Muhammed bütün seçkin sıfatlarını söylemesine rağmen kapı, ona açılmamıştır; ta ki Cebrail vasıtasıyla kendisine "yeni bir isim öğrenene" kadar: "Ahmet Mahmut ül Kasım, el mümin-i el fukarayım, cümle alemin hizmetkârıyım. Kendini indirdi, el fakirliğe... Çünkü o makama valilikle girilmez, paşalıkla girilmez, gururlukla girilmez; kendini yok etmek lâzım, o makama ölü giren ölü çıkar." (4) Başka bir makama gelmiş, ancak yaşadığı(mız) aleme ait olan bütün sıfatlarını kapıda bırakarak bu "başka alem´e"  açılan kapıdan geçebilmiştir. 

 

 

 

İçeri girince Kırklar´dan sadece bir kişi ayağa kalkar. Muhammed, "ben peygamberim, kapıdan içeri geliyorum niye bir tek ayağa kalkıyorsunuz?" der.  Halbu ki daha girmeden sıfatlarını kapıda bırakması gerektiğini ağlayarak öğrenmişti Muhammed....  Yine de sıfatlarına hürmet edilmemesine şaşırmıştır.  "Ayakta olan, ya peygamber kırkımız bir birimiz kırk, yekcan, yekvücuduz." diye cevap verir. Fakat Muhammed bunu kabul etmez: "nişan isterim" diyerek ispat bekler. Bunun üzerine ayakta olan "kolunu çevirdi, bir nişkere çaktı. Çakınca baktı 39 damar kan semalandı köşkü la´ye. Baktı bir tane de şeritlendi dolapta; şeritlenip o da geldi oraya. Bu kimdir? Dedi, Hz. Selman, Hz. Hüseyin için şeydüllaya gitmiş, onun gönlü de bizimledir. Bu hususta kırkımız bir birimiz kırk. O hak makamlarına girince hep gönüller bir olur: Allah da içinde, Hz. Ali-Muhammed de içinde, Oniki İmamlar da içinde, efendim Onyedi Ervalar da içinde, Onyedi kemerbest de içinde, hep içinde mevcudattır. 

 

"Kan köşkü la´ye aktığı vakit Selman kapıdan içeri girdi. Selman´ın elinde üç tane üzüm var, peygamberin önüne indirdi." Madem ki cümle alemin hizmetkârıdır, Muhammed de kendi adının gereğini yerine getirmelidir ve bu üç üzüm tanesini(*) Kırklar´a hakça paylaştırmalıdır.  Nasıl paylaştırmalıdır Muhammed bu üç üzüm tanesini Kırklar´a hakça? "Peygamber yiyecek Kırklar kalır, Kırklar´a verse kendi kalır"?  O zaman yardımına yine rahberi Cebrail yetişir. "Cebrail yetişip ezip şerbet eyledi, Kırklar noş eyledi; birisi içti cümlesi mest oldu.(...) Gökte melekler Hz. Peygamberin etrafında sema tuttular. O zaman Hz. Peygamber Kırklar´dan gösterdi. Hz. Peygamber Kırklar ile sema yaptı, yapınca 73 farz, 4 kapı, 40 makam, 12 Farzi küfayi ifa ettikten sonra Hz. Ali dedi,    ´ya peygamber, ben senden, rabbinden bir elma yarısı istedim´. O elma yarısını verince Hz. Ali el uzatıp, o elmanın yarısını cebinden çıkardı, yapıştırıp peygamberin önüne indirdi." O zaman Muhammed, "Ya Ali dedi, öteden gelen dest de senindi, öteden gelen el... Çünkü Ali-Muhammed´in yolu bir nurdur, nuru vahid." 

 

Burada, elma(sae) ve üzüm(hengure) sembol/kavramlarının "çoklukta birlik, ayrılıkta aynılık, çeşitlilikte teklik"  içerikleriyle "yekcan-yekvücut" olunan Kırklar Cem´inin manasını tamamlayan özel bir yer işgal ettiklerini belirmekle yetinip devam ediyoruz.     

                    

                                                       ***

 

Ölen,  Kırklar´a karışmıştırkırkı çıkarılır(çewres vezene); çünkü kırk gün boyunca onun ruhu daha bu dünya´dadır, evinde, dostlarının arasındadır; gelir-gider.  Bu yüzden kırk gün boyunca her akşam evde pişen yemeklerden bir tepsi hazırlanır ve çevreden yoksul, yetim, sakat bir muhtacın evine götürülür; "ölülerin akşam yemeği-samiya merdu" olarak; kırk gün boyunca hala bu dünya´da, evinde, dostlarının arasında olduğuna göre gözü kendi payında ve payı evde kalmasın, hayra gitsin niyetiyle.  Kırkıncı gün ise kesilen kurbanlarla evde hazırlanan yemeğe bütün dostlar katılır; ölenin hayrına bir kez daha eş-dost toplanır, hayır yemeği yenir ve Kuran okunur. Böylece ölenin ruhu yeni aleme teslim edilmiş "Kırkı çıkarılmış" olunur.

 

Yeni doğan çocuğun da kırkı çıkarılır; çünkü kırk gün boyunca onun ruhu da henüz melekler alemindedir, bu dünya´ya gelir-gider. Bu yüzden yeni doğum yapmış anne kırk gün boyunca, özellikle akşamları yalnız bırakılmaz ve çocuk dışarı çıkarılmaz; hala etrafında melekler uçuşan, hala meleklerle konuşan ve oynayan bebeğin onlarla geri gideceğinden  korkulur. Kırkınci gün ise yapılan törenle çocuk ilk kez dışarı çıkarılır; artık bu alemdedir.

 

Dersim´de yılın oniki ayı içinde, eski takvime göre sonuncu, yani 12. ay olan Hızır ayı, adının da kolayca anlaşılır kıldığı üzere kutsal bir aydır, eski takvimlerde  bir yıl bu ayla biter ve oniki aylık yeni döngü Mart´ta, yani Newroz´da başlardı.

Bu 12. ve son ayda, atıyla rüzgârlar, fırtınalar savurarak gezen Hızır´ın temiz gönüllü müminlerin evlerine misafir olacağına inanılır, buna uygun ritueller yapılırdı. 

Bu ay, pirlerin de taliblerini ziyaret ettiği, Alevilikte en önemli ibadet olan cemlerin, cemaatlerin yapıldığı zamandır. Haklı ile haksızın adı konarak belli edildiği, haksızlıkların telafi edildiği, tıpkı Kırklar Cemi´nde olduğu gibi yekcan-yekvücut olmak için her türlü dünya hesabının görüldüğü, bu şekilde hak kelamlarıyla gönüllerin bir edildiği cemaatlar olur.   

 

Belki isim anlamında da en bereketli ay olan bu ayın  bir adı da Asma Çeli´dir, yani Çele Ayı. Yine dini kurgu içindeki özel manasına göre bu adı alır. Çünkü bu ay aynı zamanda dervişlerin kutsal mekânlara çekilerek hak yoluna 40 gün "çile" çektikleri kutsal bir aydır.

Kürtçe´de adı "Çhil" olan Kırk sayısının zazaca karşılığı Çewres´tir. Hemen hatırlatmak gerekir ki, dört rakamının adı da Çhar´dır. "Çhar-naene" ise fiil olarak çevirmek´tir. Yine Çerx(çark), Çerexiyaene(dönmek) ya da çevre, çevirme hatta çerçeve gibi türkçe´de de kullandığımız farklı sözcüklerin kaynağı da burasıdır; dört ve kırk´la ilgilidir. 

 

Yaradılış 6 günde tamamlanmış, 7. Gün Tanrı dinlenmiştir. Çarşamba, yani dördüncügün, güneş ve ay yaratılarak biri gündüzlerin biri de gecelerin sahibi olmak üzere "dönmeye" başlamışlardır; döngüsel zamanın başlangıcı (dolayısıyla sonu da)  haftanın dördüncü gününde, yani ortasında´dır.  

Mart´ta yapılan Newroz törenleri, zazaca´daki ifadesiyle "hawtomal, Newroza Marti kutlamaları  Dersim´deki uygulamalarda Mart´ın ilk çarşambası´yla başlar ve bu günün adı "Kara Çarşamba-Qere Çharsemé Marti"dir. Yeni döngü bu "karanlıktan" başlar; farklı bir ifadeyle halka´nın uçları olarak son ve başlangıç bu "karanlıkta" birleşir.  Sonra "dünya´ya yeniden maya atılır; ağaçlara su yürür, her şey canlanır"(5) ve yeni döngü başlamış olur. . 

 

Son bir örnek olarak "Bir katre ağ mürekkep ana rahmine düştüğünde 40 günde şekil alır" diyor, Seyid Süleyman Şahin...  Yani eski kültürlerde çocuğun ana rahminde şekillenmesinde de 40 gün özel bir anlamla anılmıştır ve çocuğun ana rahminde yaklaşık 40 hafta(9 ay) kaldığı da bilinmektedir.  

 

                                                          ***                                

 

Bir  dönemin, bir devrenin, bir sürecin tamamlanmışlığını mı söyler  Kırk(çewres) kavramı; kültür tarihinde tamamlanmışlık´ın dairesellikle sembolize edildiğini de biliyorsak, doğa döngüsünde(Çember) tespit edilmiş bir "eşikten geçme" sabiti, bir başlangıç işareti midir; çoklukta birliğin, çeşitlilikte tekliğin imkânı söyleyen bir sembol müdür;  dahası söylediği nicelikten öte manalar gizleyen, bu anlamda bir çok başkaları gibi mercek altına alınması gereken özel bir sembol müdür?

Birçok "bilimsel" araştırmacı Kırklar denilince 40 kişi aramıştır... 12 imam, 14 masumu pak, 17 Kemerbestler´den söz edildiğinde fazlayı ya da eksiği mantıksız, çelişkili bulmuş ya da yüzeysellik göstergesi olarak kabul etmiştir. Dersim´in 366 evliyasından, 124.000 peygamberden, 40.000 yıldan,  90.000 kelimeyi kübra´dan ya da 18.000 alemlerden söz edildiğinde ise iş iyice çığırından çıkmış gibi görünmektedir; böyle algılıyoruz. Nereden bulacağız 366 evliyayı, 124.000 peygamberi ya da 90.000 kelimeyi; her şeyi her kesin aklına uydurabilmek için?

 

Oysa mana aleminden söz edildiğinde, "en derin" mana alemi olan masallara, kadim masalların diline ve kurgusuna yaklaşırız: Zaman bin yıllarla döner ve mekân Kaf´tan Küf´e, göğün yedi kat yurdundan yıldızlara, başka dünyalar´a, başka alemlere kadar genişler. Kavramlar da, rakamlar gibi sadece söyledikleri nicelikleri değil, belki onlardan da çok,  bir sır gibi hep saklı tuttukları manaları söyler. Ya da şimdi kısaca tartışmaya çalıştığımız Çewres örneğinde olduğu gibi, belki bin yıllardır bir cila gibi yüzünde taşıdığı adıyla bile aşikâr olan manaları... 

 

Birlik´i teklik´te aramak yalan ve zulümdür, temeli cahilliktir...  Sır, çeşitliliğin birliğini söyleyen mana´dadır; bu yüzden bilenlere yol´dur...   

 

 

Cennetin kapısın Kırklar açtılar

Muhabbet tohumun yere saçtılar

Bir üzümü engür edip içtiler

Size mescit bize meyhane düştü 

 

                       Kul Himmet

  

 

(*) Üç üzüm tanesi, başka kaynakların anlatımlarında "bir üzüm tanesi" olarak da geçmektedir.  

 

1.      Seyid Yusuf Düzgün (Varto-75)

2.      Gülcemal Ergün     (Varto-65)

3.      Dewres Zeki Özdağ (Nazmiye-75)

4.      Seyid Süleyman Şahin (Mazgirt-80 -ö.1995) (Kırklar cemi ile ilgili bütün alıntılar)

5.      Seyid Mahmut Yıldız (Nazmiye-70) (Hawtomal ve Kırk çıkarma ayrıntıları) 

 

Kemal Kahraman-

1. Dersim´de iklim ve Ülkede Özgür Gündem Gazetelerinde yayınlanmıştır. Temmuz- Ağustos 2006

 

KIZILBEL.
Yolun buraya nasıl düşmüş.
Herkes pusuya yatmış.
Gönlün gerçek saraya benzemiş.
Benden selam söyleyın Kıvraya.

Geldığın yer Kızılbel.
Bazen kendini bilmez el.
Sıraat köprusunde o ince tel.
Benden selam söyleyın Kıvraya.

Önümüzde hala barıkat.
Yerın yüksek olsun kat kat.
Geliyor sanki altında kır at.
Benden selam olsun Kıvraya.

Hatayı hiç incelemez.
Kuldur bazen kendini bilmez.
Sana olan hasretim bitmez.
Benden selam olsun Kıvraya.

Kivranın adı Ahmet İsmail.
Dertli söyler garip bülbül.
Sende ömür boyu öyle gül.
Benden selam söyleyın Kıvraya.

yazan.Haydar Doğan.Tunceli/Pulumur/kırdım ky


KIZILBEL'DEN KIVRAYA

Dosta Gıden yolda vermısız ıkrar 
Ikı gozum her dem bu mekana bakar
Uzanıp kırdımdan Mırovaya gonlum akar
Kıvram Haydara selam olsun kızılbelden

Ceddım kuresten olmustur beyan
Durma gaflet uykusundan uyan 
Donup caglar otesıne şöyle bir bak 
Durmadan Yuru bu yolda Mervana ınat

Engındır gonul kafesım  kıvrama
Ceddım gocupte gıttı ulu dıvana 
Vardınmı sende o kutsal mekana 
Benden de sana selam olsun kıvram

Önümüze kuramazlar barıkat
Gorunur bak her dem kır at
Yobazı Mervanı Mevlama bırak
Benden selam olsun kıvrama

Bu cıhanda hatasız kul olmaz 
Kımsenın ahı kımsede kalmaz
Gonul bahcasının gulu solmaz
Benden selam olsun kıvrama

Kudret kandılınden aktık bu deme
Sırat koprusu bızlerı bekleme 
Benı mervandan yezıtten belleme
Yurur hak dıvana varır yolumuz

Adın Almıssın Şahım Haydardan
Hızır olmuş kivrama mihman
Ikrarımız Yuce Mevlama ayan 
Bızdende selam olsun kıvraya

Yazan : S. ULUCAN (KIZILBEL)
    



ALEVİLİK NEDİR

 Alevilik İslam dışı ne ayrı bir din nede ayrı bir mezhepdir.Alevilik islamın özü olup Hz.Ali’ye gönül bağı ile bağlanıp,Hz.Ali’nin bütün buyurduklarının Allahın buyrukları olduğuna inanıp,Hz.Peygamberin hakka yürümesinden sonra Hz.Ali’nin etrafında toplanan birliğin ismidir.Alevilik Hz.Ali’ye mensup,İmam Ali’den yana olup,onun tasavvufi yolunu sürmenin adıdır.Alevilik bir Ehlibeyt yolu olarak İslamın özüdür.Cemel ve Sıffeyn savaşlarında bir tarafda Muaviye biz Ehli Sünnet vel cemaatız (Hz. Peygamberin sünnetini yerine getiriyoruz) diyordu.Hz.Ali ve taraftarlarını Rafiizilikle suçluyorlardı. Hz.Ali Ben konuşan kuranım deyip Muaviye ve taraftarlarının kendilerinin islamiyete ve kuran’a uymamak şöyle dursun,İslamiyeti ve Kuran’ı kendi amellerine uyduruyorlar deyip şiddetle lanetlemişdir. Diger tarafda İmam Ali’den yana olmak demek,İslam Peygamberinden yana olmak demekdir.        

     Ebu Bekir’in Halife olmasıyle başlayıp,Ömer ve Osman’ın zamanında İslamı değerleri dışlanıp, yerine İslam dışı değerler ital edilerek,Muaviye’nin İslamıun başına getirilmesine büyük oranda zemin hazırlamışlardır.Muaviye Şam Valisi iken ,Hz.Ali’ye karşı isyan ederek ,biz Ehli Sünnet vel Cemaatız deyip İslamı Ümmeye oğullarının özlemini çektiği kendilerine özgü müşriklerin Kabede kıldıkları yedi vakit namazı abdesti ve oruçları alarak guya İslamın şartı imiş gibi gösterip o insanları,şartlandırıp şekillendirerek, biçimsel mantık üzerine kurulmuş totaliter bir sistemle, hayır ve şerrin Allah’dan olduğunu söylüyerek kaderciliğe bağlayıp bireylerin özgür düşüncelerini yok ederek, beynini karanlığa gömüp kitleleri yozlaştırarak o sevgi, barış,ve hoşgörü dini olan İslamiyeti canileştirip zalimleştirerek saltanaata dönüşrtürüp, kontrolü ellerinde tutmayı başarmışlardır.

Hz. Peygamber buyurmuşturki,ben ilmin şehriyim Ali kapusudur.O öyle bir kapuki masumluğun ,paklığın,yiğitliğin,mertliğin,adaletin,ölmeden evvel ölmenin yolu, ilim ve irfan kapusudur.Hz.Ali’nin kapusundan girmeyenin yolu karanlıktır,cehalettir.Çunkü İmam Ali’nin ilminden feyz almamıştır.İslam Dünyasının irşad edicisi İmam Ali’dir.O bu görevi Hz.Muhammed’den almıştır.

Alevilik tasavvufi yoludur,bu yol hakla özdeleşip bütünleşmektir.Tasavvufi asla dönüştür.Nefisle savaşdır.Çunkü İnsan Tanrının bir parçasıdır.Ona temiz ve pak olarak dönmenin yolu İNSAN’I KAMİL olmasından geçer.Tanrının zerresi İnsanın ruhundadır.(yani Vahdet”i Vücuttur.

Alkevilik; Allah’a,Ehlibeyt’e,Kerbela Şehitlerine,Oniki İmamlara korku ile değil sevgi ile,saygı ile,aşk ile gönlünü o ölümsüzlere bağlıyarak yaklaşır.Kuran’ın (Tevbe 71) mümin erkekler,mümin kadınlarla kardeştirler.Aleviler kadın erkek ibadetlerini Cemevinde Ehlibeyt sevgisi,Kerbela aşkı,Oniki İmam saygısını özünde gören bacı kardeş Cemde tevhid edip semah dönüp,diri gelip ölü çıkarak ibadetlerini yaparlar.Kuran’da buyururki”ey nas kul hakkı ile huzuruma gelme”.Alevilik’de Müsaib tutup (Din kardeşi olmak) bir Pir’e ikrar verip o Pir Müsaib kardeşleri sorgulayarak işledikleri suçlardan dolayı karşı tarafın hakkını geri vererek razı etmek zorunda olduklarının bilincindedirler.

Aleviler dinin şekliyle değil özüyle ilgililerdir.(Batinilik). Alevilikde eline, diline,beline sahip ol ilkeleri olmazsa olmaz koşullarındandır.Bir Alevinin eşine,aşına,işine sahıp olma zorunluluğu da vardır.Alevi inancına göre dünyada en kutsal varlık insandır.Onun içindirki insanların cemali, karşısındaki insanlar kıblesidir.Çunkü Allahın tecellisi insanda olduğuna inanılır.Allahın Mekanı Evremin her yeridir.”(Yunus Emre)Ete kemiğe büründüm ,Yunus gibi göründüm.Yaradılmışı hoş gördük,yaradandan ötürü.”deyip tüm yaratılanları sevmektir, demenin adı Alevilikdir.

Ehlibeyt’in işaretlediği yolu Vasıl biı Ata’nın yazdığı Mütezilli kitabında açıkıca belirtiyor,bir insan doğumundan ölümüne kadar yaptığı eylemden o kişinin sorumlu olduğunu vurgulayıp,özgür düşünceyi savunarak aydınlığa yönelmesini sağlar.Buda gösteriyorki,özgür düşünceyi savunup aydınlığa yönelen insanları,totaliter bir sistemle kontrol altında tutmanın mümkün olmıyacağını açıkca ifade etmek isterim.

KIZILOĞLUNUN SÖYLEDİKLERİ :

Haydar ; Amcam anlatırdı diyor, kendi babasından dedesinden ve yakın tanıdıklarından öğrendiklerini bizlere aktarırdı . Osmanlı döneminde biz 500 nüfuslu bir Sunni köyüne inemezdik , büyük hakaretlere maruz kalırdık,bir Sunni köyünde Alevi olduğunu söylemek intihar etmekle eşanlamda idi. Çunkü Şeyhulislamların yalan ve iftıra dolu fetvaları ile beyinlerini dolduran Hoca ve Müftülerin verdikleri vaazlarda , öyle bir nesil vardırki ,bunlar Kızılbaşlardır Cemlerinde kadın erkek bir araya gelir mum yakarlar bir horuzu uçurarak mumu söndürüp yakaladıkları kadınlar annesi veyahutda bacısıda olsa ilişkiye zorlarlar bunların dinleri imanları ve mezhebleri yokturdur,İslam olmaları için önce Hıristiyan olup sonrada Müslümanlığa geçebilirler,onun için ibadetleri kabul olmaz nikahları haramdır,kestikleri yenmez,onları gördüğünüz yerde öldürüp karısını alıp,malını yağma yapmak kadar Dünya’da sevap hiç yokturdur,diyerek hiç aslı astarı olmıyan ben Müslümanım diyen özünde Müslüman olmıyan Ehlibeyt düşmanları,alçakca iftiralar düzmüşlerdir. Çunkü Sünni Hocalar bunlar Ayşe anamıza iftıra ederler,Hz.Ebubekir efendimizin,Hz.Ömer efendimizin,Hz.Osman efendimizin halifeliklerini tanımazlar. Onun içindirki Cenabı Hak onların katlini vacip kılmıştır diyerek Alevilere karşı kin kusmayı hiç bir dönemde ihmal etmemişlerdir.

 Camilerdeki söylenen vaazları Sünni insanların hafızalarına bilinç altı yerleştirek beyinlerini yıkayıp ,büyük bir Alevi düşmanlığını körükleyi durmuşlardır ve Cumhuriyet döneminden sonra da bu düşmanlıkda bir azalma görülmüş isede 21 yy kadar süre gelmiştir

Güneyi Malatya ,doğusu Fırat nehri,batısı Kangal, kuzeyi divriği ve Kemaliye arasıdaki kalan geniş bir alan Alevi yerleşim kırsalı olarak bilinmektedir . Şimdi Buradaki Sunni kökenlilerin bir kısmı bundan 200. 300 yıl önce Osmanlıların Aleviler üzerindeki baskıları yüzünden Alevi kimliklerini kayıp ederek sunniliğe asmile edilmişlerdir.Bir kısmı ise Osmanlı vurucu güclerinin yardımı ile yakın zamanda Alevilerin bulunduğu bölgelere yerleştirilmişlerdir. Buna rağmen bu bölgede yaşıyan insanların büyük çoğunluğu Alevi kökenlilerdir. Buradaki yaşıyan Alevilerde kann davası yok,adam öldürmek,hırsızlık,ırz düşmanlığı,dolandırıcılık ve sahtekarlık gibi yüz kızartıcı suçlar bazı istisnalar dışında hiç yoktu.O Alevi inancının örf, adet ve kutsal değerlerinin harmanladığı yerel kültür onurlu bir yaşamı zorunlu kılmaktadır, Bir Alevi insanına sen katil veyahutda hırsızsın denildiğinde ,intihar etmeyi düşüne bilirdi,çunkü onurundan taviz vermesi düşünülemezdi.Günümüzde % 95 Alevi olan Tunceli ve Arguvan cezaevlerinde adi suçdan tek kişi bulamazsınız. Halbuki o yörede yaşıyan Sunni kökenli insanların çoğunluğunun katillik ve hırsızlığın her halükarda büyük bir kahramanlık olduğuna inanırlar ve dile getirirlerdi.Eğer bir insan belli bir yaştan sonra tövbe ederse bütün günahlarının af olunacağına inandırılırlar. Diyanetin kurulduğunda bütün inançlara eşit olarak hizmet verilmesi ön görülmekte idi. Sayın Dinayet Reisi Televiziyon karşısına çıkıyor İslam dini barış dinidir hoşgörülüdür, dinde kimseyi zorlama diye herhangi birşeyin sözkonusu olmadığını söylüyor.Bu nasıl barış ve hoşgörü dinidirki, Aleviler’in de ödediği vergilerle oluşan devlet bütcesinden 4-5 Bakanlığın bütcesi kadar diyanete para arılıyor ve bu paralar sadece Sunni Meshebinden olan inanç kurumlarına ,din adamlarına,camilere ,dini kitaplara ve cami hocalarına veriliyor,sonuçda Sunni meshebinden olan insanlara hizmet veriliyor.Onun dışında Türkiye nüfusunun % 25 i Alevi olan İnsanlara bu paradan hiç bir pay verilmediği gibi hizmetde verilmemektedir.O para ile beslenen insanlar Alevi düşmanlığını körüklemektedirler.Kendileri gibi İslam anlayışına sahip olmıyanları hiç bir şekilde kabullanamamakta ve aşağılayıcı sözler söylemektedirler. Ankara,İstanbul,İzmir ve Akdeniz deki turistik bölgeler haricinde Ramazan ayında sokakta gezerken sıgara içemezsin,açıktan yemek yiyemezsin, aksini yaptığın taktirde Sunni halkı tarafından linç edilmekle karşı karşıya kalırsınız.Türkçe sözlüklerde dahi Kızılbaş ,ana bacı tanımıyan dini imanı olmıyan bir yaratık olarak nitelendirilmektedir.Bundan 8 – 10 sene önceleri Sayın Diyanet Reisleri, Alevilik ne bir din, nede bir meshebdir,Alevilik meşrepdir sadece sazlı sözlü bir kültürdür diyerek Alevileri İslam inancı dışında inançsız bir toplum olduğunu her platforumda dile getirmekteydiler.Bu insanlar hangi kıliterlere dayanarak Alevileri İslam dışı inançsız bir toplum olarak gördüklerini bir türlü anlamış değilim.Dinayet Reisi M.Nuri Yılmaz bir konuşmasında Cemevleri,Caminin karşılığı bir ibadet yeri değildir.Müslimanların tek ibadet yerleri camilerdir.İşte mantık bu Ehlibeyt’in ektiği gül bahçesinin içine,Muaviyenin diktiği sarmaşıklardan birtaneside Diyanet Reisidir.

İSLAMİYETİN İSLAM OLMIYAN KİŞİLERİN ELİNE GEÇMESİ:

                                                                                Ben burada Emevilerle başlayan Abbasiler Gazneliler Selçuklular Eyubiler,Memluklular Osmanlılar ve Cumhuriyet ,dönemindeki Diyanet reislerininde katkıları ile İslamiyetin nasıl yozlaştırıldığını gerçek bir aynaya bakarak gördüklerimi anlatmaya çalışacağım. Hz.Muhammed’e inanmıyanlar Hz.Muhammed’in vefaatı ile hemen fırsatı ganimat bilerek İslamiyetin içindeki büyük çoğunluğun İslamiyete İnanmıyarak savaşlardaki yenilgilerinden dolayı mecburen bizde İslamız diyerek ,inanmadıkları halde Hz.Muhammed’in yaydığı İslamiyeti kabul ediyoruz deyip ,hepsi topluca la illaha illallah Muhammeden Resullullah diyerek inandıklarını dile getirmelerine rağmen özünde inanmamışlardır.Bunların başlarını çeken Ümmeye oğulları takkiyecilik yaparak İslamiyet içerisinde Ehlibeyt’e karşı kin ve nefretlerini gizli gizli etrafındakilerine yaymaya çalışmışlardır.Hz. Muhammed Kadirhumda deve mimberinin üzerine çıkarakHz.Ali’yi yanına çağırıp çevresindeki insanlara şöyle buyurmuştur.Ben kısa zaman zarfında aranızdan ayrılacağım Allahın buyruğu Benden sonra Hz.Ali bütün müslümanların imamıdır.Ali’yi seven beni sever beni sevende hakkı sever.Ali’nin eti etimden cismi cismimden kanı kanımdan canı canımdandır deyip Ehlibeyt’inin gelecekte bütün İslamiyetin başı olduğunu ilan etmiştir.Bu arada Ömer bin Hattab Hz.Ali’nin yanına gelerek İmamlığını tebrik etmiştir.Hz.Muhammed Kadirhum’dan kısa zaman sonra hastalanarak yatağa düşmüştür ve son gününde kağıt kalem isteyerek vesiyetini yazdırmak istemesine rağmen Ömer bin Hattab Hz.Muhammedin şuru yerinde değil bize Kuran’ı ve Ehlibeyt’ini emanet etmişdir diyerek vesiyetinin yazılmasını engellemiştir.

 Hz.Peygamber vesiyet etmek istemesinden bir gün sonrta vefaat ediyor,Hz.Ali, Hz.Fatima,Selmanı Pak.Malik Ejder ,Kanber,Veysel Karani, Abuzarı Gaffari gibi bir çok Ehlibeyt dosları Hz.Muhammed’in Naşını yıkayıp defni ile uğraşırken ,Ümmeye oğulları gizlice bir araya gelerek ,çok uzun zamandır kurdukları hayelleri gerçekleştirmek için Ebu Bekir’e Ömer’in baskısı ile biat ettirilerek, Halife tayın edildiğini bütün İslam alemine dyurmuşlardır.Hz. Muhammed’in defni işlerini tamamladıkdan sonra evine gelen Hz.Ali Ümmeye oğullarının gizlice Ebu Bekir’e biat ettiklerini duyunca fena halde sinirlendi isede Hz. Peygamber,Hz.Ali’ye benden sonra ümmetim arasında kılıç çekmiyesin dediği vesiyete uyup kılıç çekmiyerek uzun zaman Ebu Bekir ‚in de sarayına çıkmamıştır.

       Hemen şunu belirteyim Hz.Muhammedin zamanında, Emevilerle başlayıp ,Abbasiler, Selçuklular,Memluklular ,Osmanlılar ve günümüzdeki İran,Afganistan,Pakistan,Sudi Arabistan Sudan ,Nijarya ve diger Arap ülkelerindeki gibi dine dayalı bir rejim yoktu.Çunkü Kuran Hz.Peygamber’in gününde yazılmış kitap haline getirilmiş değildi. Hz.Muhammedin Peygamberliğini ilan etmesiyle Miladi 609 yılında başlayıp Kuran Sureleri aralıklarla Cenabı Hak tarafından vahiy halinde Hz.Muhammed’e indirilmiştir.Bu zaman suresi 23 sene Miladi 632 yılında tamamlanmıştır.Bu zaman bitiminde Hz.Peygamber Hakka Yürümüştür.Hz.Muhammed’e vahiy geldiği zaman cuma günleri halkı biraraya toplar ve Allah’dan gelen Kuran Surelerini o insanlara anlatırdı ve o insanlar kimileri deriler üzerine,kimileri tahta parçaları üzerine kimileride hafızalarına yazarlardı.Hz.Muhammed’in ömrünün son zamanlarına kadar tamamlanmış kitap haline gelmiş bir Kuran mevcut değildi..Onun için neye dayanarakdan şimdiki var olan şariatı uygulayacaktı.Emevilerle başlayıp günümüze kadar gelen Şariat rejiminin Hz.Muhammetle uzakdan yakından hiç bir bağlantısı yoktur.

        Cenabı Allah Semavi dinlerinin ve Müşriklerin insan beynini karanlığa gömerek yozlaştırılmalarına, Güclüler Gücsüzleri köle olarak kullanıp,insan pazarlarında alıp satılmalarına,kız çocuklarının diri diri toprağa gömmelerine ve cennet’den parsel satmalarına toplumda ahlaksızlığın,yolsuzluğun, onursuzluğun kol gezdiği insanların bir mahluk olarak görüldüğü bir zamanda,İnsanları Kardeş eden,eşit paylaşımı getiren,Hakkın insanlarda tecelli ettiğini,İnsan sevgisinin bütün toplum katmerlerine verilmesi,Halkı Hakka yöneltmek İnsan beyninin aydınlığa açılması için Hz.Muhammed’i Ahır Zaman Nebisi olarak göndermiş         

       Hz.Muhammed’in vefaat ettiği gün Halifeliği ele geçiren Ümmeye oğulları İslamiyeti özünden saptırarak kendilerinin geçmişde özlem duydukları şartcılığa dayalı biçimsel mantık üzerine kurulmuş totaliter bir inanç kurumu haline getirmeye başlamışlardır. Ömer zamanında yapılan Camiye Osman ve Muaviye dönemlerinde Sabiiler den ital edilen namaz ,abdest gibi ibadet şekillerini sokup,guya İslamın ibadet şekliymiş gibi göstererek İslamiyetin içini boşaltmasınıda büyük bir ustalıkla başarmışlardır.O günlerde başlayan İslamda yozlaşma uzun zaman süreci içerisinde kurumlaşarak günümüze kadar nasıl geldiğini objektiv olarak bakığımızda açıkca görebiliyoruz

  • İslamiyetin yayılma yıllarında Doğu anadoluda Fırat Nehri çevresinde Mezepotomya da İran’da ve arap yarımadasının bir kısmında Saabilik inancına sahip toplumlar çoğunlukta idi.Saabilik çok eskilere Sümerlere kadar dayanan Babil okulu öğretisinin halka mal olmuş şekliydi.

     Saabilik çok tanrılı bir din olarak Güneş,Ay, Yıldızlar Kültüne taparlardı Güneşin Allahın kendisi olduğuna inanırlar.Saabiler başta Güneş olmak üzere Ay ve yedi yıldıza tapınırlardı.Bunlardan,en yüce tanrı olan Güneş Tanrısı’’Şamaş’’onun dişil yönü olarak kabul edilen Ay tanrıcası,’’Sin’’ve diger vasıflarının temsilcisi olan Merkur tanrısı’’Nabu’’Venus tanrısı ‘’İştar’’Mars tanrısı ‘’Nergal’’ Jubiter tanrısı’’Marduk’’Satürn tanrıcası ‘’Ninutra’’idi.Saabiler bu tanrıların yanısıra,Hermes’i,Pisagor’u,Orfe’yi de birer tanrı olarak görüyorlardı.Bu kadar çok tanrılı olmalarına rağmen,Kuran’da tek tanrılı dinler arasında Saabilik de sayılmaktadır.Bunun nedeni Emevilerle başlayıp, günümüze kadar gelen Sunni Ortodoksı söylemlerinin ve tapınım tarzının Saabilikten alınarak Sunni Ortadoks’a kopya edilmesidir.Namaz kılma,oruç tutma,Haca gitme Hac da kurban kesme, Hacarül Esved taşına tapma ,namaz kılmadan önce abdest alma,gibi adetler hep Saabi kökenlidir.Saabilik de yedi gezeğenin her biri için,günde yedi kez namaz kılınırken,Sunni Ortodokslar da beşe indirilmiştir.Şiiler de ise Üçe indirilmiştir.Şiiler namazı İrandaki 900 yılların sonlarına doğru kurulan Buyidler devleti zamanında kendi inançlarına almışlardır.Abbasi Halifesi Memun döneminde Abbasi orduları Haran’da Saabilerle karşılaşmışlar, diger güneş kültü inanırlarının hepsi putperes diye kılıçdan geçirerek kalanlarıda Sunniliği kabule zorlanmışlardır.Ancak Hiristiyan veYahudilere tanındığı gibi,Saabiler de belli bir mikdar,para.vermeleri karşılığında kendi inanç sistemi içinde kalmaları hakkı verilmiştir Saabilik’deki inanç şekli İskender işgali döneminde Pisagoryen öğretisi ile karşılaşınca bir nebze değişmiş ve Saabilik,bir yüce varlık olarak onun yönetimi altındaki altı yardımcısına inanmak şekline dönüşmüştür.Aynı dönemde hava,su toprak,ateş gibi dört temel elamana, cansız varlıkların,bitkilerin ve hayvanların da ruhları bulunduğuna,Yüce varlığa yalnız sevgi ile ulaşılabileceğine inanmak gibi Batini inanç biçimleri de Saabiliğe yerleşmiştir.

     

  •  Ebu Bekir ölmeden yerine Ömeri Halife tayın etmiştir.Ömer’de öldükden sora yerine Osman getirilmiştir.632 den 656 ya kadar bunların Halifelik zamanı içerisinde Hz.Muhammed’ın ve ,Ehlibeyt’inin can düşmanı olan Ebu Sufyan oğulları ve yandaşlarını İslamiyet için de önemli yerlere getirilerek onların İslamiyeti ele geçirmelerine yardımcı olmuşlardır.Bir isyan sonucu Osman’ın öldürülmesiyle Ehlibeyt yandaşları tarafından Hz.Ali’ye biat edilerek İslamın başı olarak Halifeliğe getiriliyor. Hz.Muhammed hayatta iken Hz.Ali’yi,Kızı Hz.Fatima’yı,Hz.Hasan’ı,Hz.Hüseyin’i abasının altına toplayarak bunlar benim Ehlibeyt’imdir (Evhalkımdır) diyerek ellerini havaya kaldırıp Ya Rabbim Ehlibeyt’imi sevenler seni sevmiş olur sevmiyen kin güdenler sana kin güdenlerdir deyip Hakka dua etmiştir.Hz.Peygamberin bu açık beyanlarına rağmen Hz.Ali’nin Bütün İslamın İmamı olmasıyle birlikte Ümmeye oğulları tarafıdan büyük bir karalama kampanyası başlatmışlardır.

        Hz.Ali İslamın başı olunca Mısır’a Malik Ejder-i Vali olarak tayın ediyor ve Malik Ejder’e bir mektup veriyor.O mektupda şöyle yazıyor.Ya Malik yönetimde bulunduğun müddetce insanlar arasında hiç bir ayrılık yapmadan Din,Dil.Irk.Mezhep,Renk ve Cinsiyet farkı gözetmeksizin herkese eşit muamele yapmalısın.

    Kısa dönemde Ebu Bekir kızı Ayşe,Zübeyir ve Talha’nın yardımı ile büyük bir güç toplayarak Hz Ali’ye karşı Cemel savaşını başlatıp, her iki tarafdanda  onbinlerce insanın kanının akmasına sebep olmuştur.Neticede Ebu Bekir kızı Ayşe ve taraftarlarının yenilgisiyle sonuçlanıyor. Hemen arkasıdan Şam Valisi Ebu Sufyan oğlu Muaviye, Hz.Ali’nin Halifeliğini tanımadığını ilan ediyor ve büyük bir ordu ile Sıffeyn denen yerde Hz.Ali’nin ordusu ile savaşa giriyor ,burada onbinlerce insanın kanının akmasına sebep oluyor.Orada Muaviye tarafından bir hile ile sonuclanan savaşda ordular yerlerine çekiliyor , Muaviye ve yandaşları Hz.Ali hakkıda karalama kampanyalarını sürdürüyorlar.Hz.Ali’nin Rafizi olduğunu yani İslamiyetden çıktığını,yolunu şaşırdığını,Allahı tanımadığı iftıralarını atarak,biz gerçek müslümanız ehli sünnet vel camaatız,(Hz Peygamber’in sünnetini biz yerine getiriyoruz Sunniyiz) diyerek Hz.Peygamber’in Cenabı Hakdan aldığı vahii ile kurduğu Hz.Ali’nin koruduğu İslamiyeti, Emeviler ve yandaşları kendi emellerine uydurarak onada İslam deyip ayrı bir İslam inanç kurumu geliştirmişlerdir.Haricilerle Hz.Ali’nin ordusu arasıdaki yapılan savaşda Haricilerin yenilgisiyle son bulmasının hemen arkasından,Muaviye’nin Maddi yardımıyle Hz.Ali Mülcem oğlu Abdurahman tarafından sabahın alaca karanlığında evine 100=150 m.mesafede zehirli kılıçla vurularak Miladi 661 yılında Şehit ediliyor. Hz.Ali’nin şehitlik şerbetini içdikden sonra tamamen güçlenen Muaviye Emevilerin uzun zamandır özlemini çektikleri bir inançı ibadet şekilleriyle Sabiiler ve çok tanrılı dinlerdende ital edip, bunlar Hz.Muhammed’in buyruklarıymış gibi göstererek, Ehlibeyt’in İslam anlayışına karşı, şartlandırılmış bir İslam anlayışı çıkararak yandaşlaarı vasıtasıyle Müslümanların çoğunluğunu ,büyük kurnazlıkla yarattığı bu inanç etrafında toplamayı başarmıştır.Burada da anlaşılıyoki Kuran’ı kendi inanç doğrultusunda yorumlayarak ,şartcılığa dayalı biçimsel mantık üzerine kurulmuş totaliter bir inanç anlayışı geliştirek ,bunun bir İslam anlayışı olduğu iddiası ile adınada, biz Ehli Sünnet vel Camaatız demiştir.(Sunni)Yapılan uygulamalardan da anlaşılıyorki Müslümanlar arasında iki çeşit İslam anlayışı doğmuştur.Bir Ehlibeyt İslam anlayışı,digeri Emevi İslam anlayışı olarak bilinmektedir.Çoğunluğunuzun bildiği gibi Hz.Ali ben konuşan canlı Kuranım diye buyurmuştur.

     Hz.Ali’nin vefaatıdan sonra Ehlibeyt taraftarlarının başına Ali’nin oğlu İmam Hasan getirilmiştir.Bu durumu duyan Emevi hükümdarı Muaviye güçlü bir ordu ile İmam Hasan’ın üzerine gelerek.büyük bir propoğanda kurnazlığına sahip olan Muaviye tilki taktikleri ile İmam Hasan’ın ordusunun savaş gücünün zayıflatmıştır. Bunun farkına varan İmam Hasan büyük oranda günahsız insanların kanının akmasına razı olmıyarak savaşmakdan vaz geçip anlaşmaya oturmuştur.Bu anlaşmada Muaviye ölünceye kadar hilafette kalacak öldükden sonrada Hilafet otomatikman Ehlibeyt soyuna geçecekti.Yapılan anlaşmayı tatmin edici bulmayan Muaviye geliştirdiği inançın ve saltanaatının kalıcı olması için derin derin düşünmeye başladı ve İmam Hasan’ın hayatını ortadan kaldırarak anlaşmanın geçerliliğini kayıp edeceğini düşünüp,hemen yanında sır katibi olarak çalışan Mervan’ı görevlendirdi.Mervan ,Muaviye’den aldığı emri büyük bir sevinçle yerine getirmek için gittiği akrabası fahişe bir kadın olan Ensvane ile irtibat kurarak İmam Hasan’ı Cariyesi tarafından zehirlettirilerek Şehit ediyorlar.(Miladi 669 ) Böylece karşısında hiç bir rakip kalmadığına inanan Muaviye İslamiyeti kendine uydurarak Emevi Devletini sağlam temeller üzerine oturtuyor. Muaviye bu yaptıklarıylede yetinmiyerek 6666 ayet olan Kuran’ın suresini 6337 ayete indiriyor .Bunun içinde Ehlibeyt hakkındaki ayetleri çıkararak kendisine uygun olan bazı olayları ayet imiş gibi göstererek Kuran’a alıyor. (örneğin Ebu Bekir kızı Ayşe’nin gerdanlık olayı) Allah kendisine en yakın gördüğü kişileri kitaba yazar (yani vahi gönderir) Şimdi soruyorum sizlere bu nasıl Allaha yakınlıktırki Allah’ın Resulü Hz.Peygamberin damadı ve iki göz bebeği torunlarını hayatını ortadan kaldırmak için Zübeyr ve Talha’nın yardımı ile büyük bir ordu toplayarak Ehlibeyt’in üzerine yürüyüp, Cemal savaşını başlatarak onbinlerce Müslümanın kanının akmasına sebep oluyor.Bu savaşdan 12 sene sonra Mervan tarafından zehirletilerek şehit olan İmam Hasan’ın mubarek naaşını Medine’de Hz.Muhammed’in yanına defnedilmesine müsaade etmiyerek etrafıdakilerine emir verip ok yağmuruna tutturmuştur,atılan oklardan bir çoğu İmam Hasan’ın cansız bedenine saplanmıştır.Bu cani durumu gören Hz.Hüseyin Cenaze alayının önüne geçerek yönünü değiştirip annesi Fatimatı Zehra’nın yanına defnettirmiştir.

     AABF.ile MGT.Köln deki açık oturumda Prf..Dr.İzzettin Doğan Cemel ve Sıffeyn savaşlarını dile getirerek Ayşe ile Muaviye’nin büyük suçlu olduklarını altını çizerek söylediğinde,MGT.konuşmacısı olan İlahiyet Fakültesi doçentlerinden Süleyman Duman ismindeki şahıs o savaşlardan sonra Hz.Ali guya şöyle demiş,Muaviye ve Ayşe suçlu değil hatalı.Böyle bir mantık olurmu,bu nasıl insanlık anlayışıdır ki,sanki ellerinde olmıyarak kaza yapmışlar,Hz.Muhammed’den önceki cahiliye dönemi, Emeviler zamanında tekrar İslamiyete monta edilmiştir.o mantığı Ümmeye oğulları yandaşları olup ben Müslümanım diyenlere yuttururdu,amma Ehlibeyt yolundaki insanlara bu sözleri kabul ettirmek hiç de mümkün değildi.

          EMEVİLERİN GELİŞİ: 

     Muaviye Hz.Ali’yi Şehit ettirip,İmam Hasan’ı da saf dışı bıraktıkdan sonra karşısında rakip göremeyince İslamiyeti kendi tekelindeymiş gibi göstererek,inancı canileştirip,zalimleştirerek saltanata cevirmiştir.Emevilerin hükümdarlık döneminde ,Hz.Muhammed’in buyruklarıymış gibi hadisler uydurarak çok tanrılı dinlerden ital ettiği Fars’ca sözcükler olan,5 vakit namaz,5 vakit abdest,33 rekat teravi ve 29 gün ramazan orucu İslamın olmazsa olmaz ibadet şekliyimiş gibi vaazlar verdirerek ağır şartlarla insanları uyuturken,artı İslamın guya 5 şartı varmış,şahadet getirmek,namaz kılmak,oruç tutmak,Hacca gitmek,zekat vermek diye insan yaşamını kaderciliğe bağlayarak hayır ve şerrin Allah’dan olduğunu iddia edip,insanların özgür düşüncesini yok ederek şekillendirip şartlandırarak doğma kalıp bir toplum yaratarak insanların beynini karanlığa gömüp,kontrolları elinde tutmasını başarıp saltanaatının uzun zaman yaşamasını sağlamıştır.

     TARİHİN VE İSLAMIN YÜZ KARASI KERBELA KATLİAMI .

     Muaviye’nin ölümünden sonra Emevi saltanatına oturan Muaviye’nin oğlu Yezit kendi saltanaatını yaşatmak için babasından devraldığı doğma kalıp sistemi dahada katileştirerek halkın üzerinde sürdürmeyi sağlamıştır.Bunları yaparkende İmam Hüseyin’in Emevi Sunni İslam anlayışını kabul etmiyeceğini babasının vesiyeti gereği hatırından çıkarmıyarak tahta oturur oturmaz Medine Valisine bir ferman göndererek Hz.Hüseyin’in kendilerinin başında bulunduğu Emevi İslam anlayışını kabul ederek Yezit’e Biat etmesini,şayet etmediği taktirde Medine Valisi tarafıdan Hz.Hüseyin’in başının kesilerek sarayına gönderilmesini kati bir şekilde emrediyor.Vali bu mektubu Hz.Hüseyin’in yüzüne karşı okuduğunda ,İmam Hüseyin için Yezit’in bu sözleri süprüz olmuyor.Beklediği bir olayı duyar duymaz ,hemen cevabını veriyor.Dedem Muhammed Mustafa’nın ,Allah’dan aldığı vahii ile yaydığı, Babam Ali’yel Mürtaza’nın koruduğu o güzel İslamiyeti yozlaştırarak kendi saltanatına alet eden Emevi İslam anlayışını kesinlikle kabul etmem ve şehitlik şerbetini de seve seve içerim diyerek sert bir şekilde cevap vermiştir.

              Medine Valisi tarafından rahatsız edilen Hz.Hüseyin bir gün gizlice Aile efradını ve doslarını yanına alarak Medine’den, Mekke’ye göç ediyor.Hz.Hüseyin’in Mekke’ye göç ettiğini haber alan melun Yezit Mekke Valisi Utbe oğlu Velid’e de bir ferman göndererek İmam Hüseyin’in ya kendisine biatınının alınmasını yada başını keserek Şam’da sarayına getirmesini emrediyor.Vali Velid Hz.Hüseyin’in huzuruna çıkarak,Yezit’in fermanını üzülerek anlatıyor,Hz.Hüseyin Dedemin kurduğu babamın koruduğu o güzel İslamiyetin kaderinin Yezit gibi bir murdarın elinde olmasını asla kabul etmediğim gibi biatda etmem deyip beni serbes bırakırsan senin burada rahatsız olmanı istemem,ben Fars diyarına giderim diye buyuruyor.

     O sırada Küffe halkından yüzlerce mektup gelerek ya Hüseyin babana ve abine gösterdiğimiz o vefasızlıkdan dolayı sizden özür diliyoruz Küffe’ye gel bizim İmamımız sensin senden başka İslam büyüğü kabul etmiyoruz. Yezit’in halifeliğini asla tanımıyoruz diye Hz.Hüseyin’i davet ediyorlardı.(devet edip mektup gönderenler içerisinde Ebu Vakkas’ın torunu Ömer bin Sad’da var idi) Hz.Hüseyin böyle yoğun bir davet karşısında Fars diyarına gitmeden vaz geçip Küffe’ye gitmeye karar veriyor.Hz.Hüseyin amcası oğlu Müslüm Akiyl’i yanına çağırarak ya Müslüm ben Küffe’ye gideceğim,sen gizlice Küffe’ye git oradaki mohüplere (Ehlibeyt doslarına) haber ver oraya vardığımda hilaker Yezidin pususuna düşmeyelim diye talgında bulundu.Hz.Müslüm İmam Hüseyin’den bu buyruğu alır almaz kimsenin kuşku duymaması için yanınada 6 ve 8 yaşlarında iki çocuğunu deveye bindirip hemen yola koyuldu,uzun bir yolculukdan sonra Küffe’ye vardı ve Küffe halkı çok sıcak karşıladı.Durumu Hz.Hüseyin’e Küffe’lilerin gönlü seninle beraber deyip,Küffe’ye gelmesini mektupla bildiriyor.Hz. Hüseyin bu haberi alır almaz Aile efradını ve yakın Ehlibeyt doslarınıda yanına alarak kalabalık bir kervanla Küffe yolunu tutuyor. Uzun ve yorucu bir yolculukdan sonra Ehlibeyt kervanı Kerbela denen çöle yaklaştıkları anda,.Burada Küffe’den gelen bir yolcuya , Küffe’de durum nasıl diye sorduklarıda,Hz.Müslüm ve iki çocukları Küffe Valisi ibni Ziyad tarafından şehit edildiğini,böylece Küffe’lilerin gönlü sizinle amma kılıçları Yezit’le beraber diye hüzünlü bir şekilde anlatıyor.Bu acı haber Ehlibeyt kervanında büyük hüzün ve üzüntü yaratıyor.

     Hz.Hüseyin’in kervanının Küffe’ye doğru yola koyulduğunu haber alan Yezit melun Hür ibni Riyah’ın emrine 7 bin kişilik bir ordu vererek Hz.Hüseyin’in yolunun kesilmesini emrediyor.Başlarında Hür’ün bulunduğu 7 bin kişilik ordu Ehlibeyt Kervanını Kerbela çölünde durdurarak Küffe’ye gitmesini engelliyor.Hz.Hüseyin Hür’ü yanına çağırarak neden kervanı durdurduklarını soruyor,o da Yezit’in emri ya biat edeceksin yada başını kesip Şamda Yezit’in sarayına götüreceğiz diyor.Hz.Hüseyin Hür’e şöyle sesleniyor.Ya Hür sen vicdanen rahatmısın,Haktan gelen vahii ile dedemin yaydığı Babamın koruduğu o güzel İslmiyeti yozlaştırıp, zalimleştirerek saltanaata çeviren Yezit ve Muaviye gibilerinin İslam anlayışını nasıl kabul ederim, deyince Hz.Hür,İmam Hüseyin’in ellerine kapanarak kervanı alı koymasından dolayı özür dileyip ayrılıyor, 1.Muharem (Miladi 680) .Yezit melun bu haberi öğrenince Hz.Hür’ü görevinden alıp yerine Ömer bin Sad’ı atıyor .Ömer bin Sad Hz.Hüseyin’i Küffe’ye davet edenler arasıdadır.(dedesi Ebu Vakkas Hz.Peygamberin ve Hz.Ali’nin en yakın doslarındandır.) Ömer’e İbni Ziyad şöyle söylüyor, Kerbela’da Ordu kumandanlığını üslenirsen Hüseyin’i ölü veya diri Yezit’in huzuruna götürürsen Yezit sana Rey ve Tabaristan Valiliğini verecek diyor.Bu sözü duyan Ömer hemen Kerbela’daki Yezit ordusunun başına geçerek 7 Muharrem günü Ehlibeyt Kervanını abluka altına alarak Fırat Nehri tarafını kesip o Masumlara bir yudum su verdirmiyor.Kızgın güneşin altında Kerbela çölünde su su diye inleyerek çığlıklar atan masumlar,ok yağmuruna tutulup ağır yaralanan başda iki cihan Güneşi İmam Hüseyin ,oğlu Ali Ekber ve birbuçuk yaşındaki Ali Asker,İmam Hasan’ın oğlu Kasım,Kardeşi Celal Abbas,Yezit ordusu baş kumandanı olan sonra Hz.Hüseyin tarafına geçen Hür Şehit Ehlibeyt ve dosları 72 kişi Dünyanın hiç bir zamanında ve yerinde görülmemiş zalimane bir gaddarlıkla başları kılıçlarla kesilerek mızrakların başına takıp ,çadırları ateşe verip Şehit edilen o masumların ailelerini,bacılarını ve çocuklarını çıblak develere bindirerek kesik başlarla birlikte Şam’a götürdüler.Şama vardıklarında Minareden Ezan okunuyordu ,Bildiğiniz gibi ezanda şöyle söylenir.“Hz Muhammed Allahın elçisidir“ Hz. Hüseyin’in bacısı Zeynep Ana Şam sokaklarıda şöyle bağırıyordu,”ne tuaf şeydirki Hz. Muhammed Allahın elçisidir diye bağırıyorlar,hemde torunlarının kesik başlarını Şam sokaklarıda gezdiriyorlar”,sonunda Yezit’in sarayına götürerek kesik başları Yezit’e taktim ediyorlar ve Yezit” ,Babasını babamdan,kendisinide benden üstün görenin hali budur “diyerek elindeki bastonla İslamın Güneşi Hz.Hüseyin’in dişlerine vuruyor.

    İşte ben de Müslimanım diyenler, Haktan gelen Vahii ile İslamiyeti yayan Allahın elçisi olduğunu her platformda dile getiren Hz.Peygamberin torunlarının akibetini yukarıda anlatmaya çalıştım.Bu zalim gaddar yaratıklar,bizde İslamız diye bir inanç portesi çiziyorlardı.Bunun adıda „Ehli Sünnet vel Cemaat“idi ,biz diyorlar Hz.Muhammed’in sünnetini yerine getiriyoruz.“(Sunni)Bu nasıl Müslimanlıktırki hem Hz. Peygamber’in Ehlibeyt’ini kesip yok edeceksiniz hemde biz Muhammed’in yolundayız diyeceksiniz.Böyle bir mantık olurmu. Büyük Tasvvufiler Kerbela olayını şöyle dile getiriyorlar.     

      • Katli evladı Resul hakkında kıldınız kalü   Vermediniz mazlum masumlara bir katre su   Biz Muhammed ümmetiyiz dersiniz ey kara ruh       Hürmet etmek böylemidir Hazireti Peygambere                                           Hem ciger pareyi Zehra nuri çeşmi Haydar’a (Hatayı)
      • Mustafanın nuru eyni Mürtaza’nın hürmeti                                           Bir içim su vermediniz etmediniz şevkatı                                    Haşaki siz olasınız ol Resulun ümmeti                                          Ey hayasız Ömer nasıl Şimr melun ey lain                                   Lanet olsun hariciye alel kavmin zalimin (Fuzuli)
    • Halk arasında isyanın çıkacağından korkan Yezit Melun kesik başları tekrar Kerbela
  • ya gönderilmesi için emir veriyor ve hecin develerle kesik başlar Kerbelaya gidiyor,orada herkesin başı kendi kabirlerine defnediliyor.Kerbela’dan , çıblak develere bindirilerek Şam’a esir giden İmam Zeynal Abidin (Miladi 669 yılında dünyaya geliğyor.11 yaşında hasta çocuk) Sıddı Zeynep,Ümmü Gülsüm,İmam Hüseyin’in kızı Fatima,Sakine ve diğer Şehit aileleri Şam’da zindanlara atıldılar.Yezit kafir Küffe’de, Basra’da,Kerbelada Ehlibeyt’e yakın hissettiği kişileri yakalatarak kimilerini öldürdüp kimilerinide zindanlara attırdı,(Bunların içinde Muhtarı Gazi,Müsaib Gazi,Hüseyin Gazi de var idi.) Diger faniler gibi Yezit Melun’da Miladi 683 yılında ölüp gidiyor.

    Emevi hükümdarlığına Yezit’in oğlu 2 Muaviye getiriliyor.Bu adam dedesi ve babası gibi zalimliği seçmiyor.Kırk gün sonra camide mimbere çıkarak “Ey ahali ..ben babamın ve dedemin yaptığı zalimliği yapamıyacağım onun için beni bağışlayın,Bu hak Peygamberin varisi Ali’nin ve onun evladının hakkıdır.Ben babamın ve dedemin zulümlerinden sakınırım,onların günahlarına katılamam”deyip kısa zamanda hilafeti terk etmiş olup aynı gece annesi ile birleşen Mervan tarafından zehirletilerek öldürülmüştür.2 Muaviye’nin ölümü Emevilerde büyük telaş yaratmıştır.Küffe valisi İbni Ziyad acele Şam’a davet ediliyor. İbni Ziyad Emevilerin dışında bir başkasının hilafete gelmesi durumunda Emevi hanedanlarına ve kendisine nasıl bir felaketin geleceğini üstüne basa basa söylüyordu.Özellikle kendisinin ve emevilerin kellesinin kesileceğini,bu sebeple Emevilerden birinin hilafete gelerek,İrak bölgesinin kendi emri altına alınmasını istiyordu.Bu nedenle hilaker Mervanla birleşti.Bu karışıklıkda bazı Ehlibeyt dostları İmam Zeynal Abidin’e bir öneri götürerek kendisinin bu devletin başına gelmesini arzuladıklarını bildiriyorlar.İmam Zeynal Abidin ben o güzel İslamiyeti saltanata alet edemem diye gelen önerileri reddetmiştir.

     Mervan Emevi devletinin başkanı olur olmaz,Selame Mervan’ın yanına sokularak kendisini zevceliğe kabul etmesini istedi.Mervan iri kelleli kızıl ve uzun suratlı sevimsiz çok çirkin olup hiç bir kadın tarafından sevilmeyen Selame’nin isteğini büyük bir sevinçle karşıladı.Selame’nin ilk isteği Zindanda olan akrabası Muhtar’ın suçsuz olduğunu boş yere zindanlarda çürümüyerek çıkarılmasını istedi.Mervan bu isteğe kuşku ile bakarak,Muhtar Kerbela’nın intikamını almak için çalışan ve aynı zamanda,Müslüm Akiyl Küffe’ye geldiğinde evinde misafir eden adamdır demiş isede Selame’nin büyük israrlarına dayanamıyarak İbni Ziyad’a bir mektup gönderip derhal Muhtarın serbest bırakılmasını emretmiştir.

           Muhtar’ı zindandan çıkaran Selame Mervan’a bir mektup yazarak Şam sarayını terk etmiştir.

           Muhtar zindandan çıkar çıkmaz çalışmalara başlayıp,Kerbela katillerine karşı kalbinde çok acı bir kin ve hınç duyan o büyük insan,Kerbela katillerinin vucutlarını ortadan kaldırıncaya kadar kana kana su içmeyeceğini doyasıya yemek yemiyeceğini rahat bir yatakda yatmıyacağını Kerbela’da Hz.Hüseyin türbesi başında and içmiştir.

     Muhtarı Gazi Kerbela’dan Küffeye gelerek Hüseyin Gazi,Müsaib Gazi,Hür Şehit’in oğlu,Müslüm Akiyl’in büyük oğlunun da bulunduğu Ehlibeyt sempatizanlarını başına toplayaak bir gece aniden meşale yakıp İbni Ziyad’ kaçtıkdan sonra yerine atanan Zübeyir oğlu Abdullah’ın Küffe’ye vali olarak atadığı Abdullah Kuti’nin sarayına taarruza geçmişlerdir.Muhtar’ın ordusunun başına Malik Ejder oğlu İbrahim ile Hür Şehid’in oğlu Abdullah getirilmişlerdi.Küffe’de Basra’da ve Necef’de ne kadar Kerbela katilleri var ise yakalıyarak cezalarını vermişlerdir.Kurnaz Zübeyir oğlu Abdullah kardeşi Misap’ın mahiyetinde bir orduyu Küffe’de Muhtarı Gazi’nin üzerine göndererek,Emevilerinde yardımı ile Mutarı Gazi’yi ve yandaşlarından bir çok kişiyi Şehit etmişlerdir.Bu olaylardan sonra Mervan’ın tilki kurnazlığı ile yaptığı siyaset, Emevi devletini tekrar güclendirmiş ve geliştirdikleri Camilerde beş vakit namaza gelenlerden Ali ve evlatlarına karşı kin ve nefret dolu küfürler edip ağızlarından salgılar akıyordu.Kimki Ali evlatlarına daha fazla hakaret ederse bol bol mükafatlandırılıyorlardı  İnsanları, Allah adına zalimleştirerek saltanatlarını miladi 750 yılına kadar sürdürmüşlerdir.Emevi devleti içerisinde Hz.Hüseyin’in şahadetinden sonra İmam Zeynal abidin,İmam Muhammed Bakır yaşamışdır ve bu iki İmam Emeviler tarafından zehirletilerek şehit edilmişlerdir.

      Bir Ehlibeyt dosdu olup Hz.Muhammed’in yaydığı İslamiyetin ilkelerine sıkı sıkı bağlı olan Eba Müslüm’ün kumandasıdaki orduya Süleyman Kesir ve Ebu Selma’nın da,ordularının katılımı ile Horasan,Irak ve Yemen’de Hz.Ali evlatları adına başlatılan savaş Emevi saltanatına son vermişti.Miladi 750.  

    Eba Müslüm bu Devrimin iyi değerlendirilmesi gerektiğinin bilincinde idi.Emevi Devletinin yıkılmasına mütakiben Hz.Ali soyundan üç kişiye mektup yazarak yeni kurulan devletin başına geçmelerini saygı ile arz etmişti.İmam Caferi Sadık kendisine gelen mektubu okudukdan sonra o güzel islamiyeti bir düzenin ayak bağı yapmıyacağını onun için kendisinin herhangi bir devlet başkanı olamıyacağını ve güvendikleri bir başkasının olmasını talep ediyor. Diğer iki kişide aynı gerekçelerle Eba Müslim’in mektubundaki talepleri kabul etmediklerini bildiriyorlar.Bunun üzerine Eba Müslim,Süleyman Kesir ve Ebu Selma kendi aralarında anlaşarak,Hz.Muhammed’in Amcası Abbas’ın soyundan Ebul Abbas Abdullaha biat edilmesini istiyorlar.

     Sonuçda Emevi saltanatına kanlı bir şekilde son veren ünlü üç kumandan Abbas oğullarından Ebul Abbas’a Abdullah’a biat ederek Abbasi Devletinin kurulmasını sağlamış oluyorlar.

     ABBASİ DEVLETİ:

     Abbasi devletinin kuruluşunda o üç komutan Ebul Abbas’a İslamın yönlendirilmesinde İmam Cafer Sadık’ın ve soyundan gelen İmamların etkili olmasını,Abbas oğullarının da devlet yönetiminde ağırlığının olması karara bağlanmıştır.

     Abbas oğulları Abbasi Devletinin başına oturur oturmaz,kendi geleceklerinin hesabını yapmaya başlamışlardır.Ancak İmam Cafer Sadık ve soyundan gelen İmamlar İslamiyeti gerçek İslam inanç bazında bilinçlendirilecek olurlarsa bireyleri özgürleştirip aydınlığa yönelteceklerdir.Özgürleşen bir toplumu kendi kontrolları altıda tutmanın zor olduğunu ve saltanatlarının uzun ömürlü olmıyacağını düşünerek,bu üç kumandanın hayatının ortadan kalkması planını yaparak,Devletin ve İslamiyetin kendi tekellerine geçmesini sağlamaya çalışmışlardır.

                Yeni Padişaha ,Ebu Selma çok tehlikeli bir düşman olarak bildiriliyor. Onun size biatı hem geçici hemde yapmacıktır,diyerek Ebu Selma ilk fırsatda Ehlibeyt soyundan birini hilafete getirecek deyip Padişahı kandırmayı başarmışlardır.Ebu Selmanın öldürmesine karar veren Ebul Abbas bir türlü açıkdan cesaret edemiyordu.Çunkü onun Irak ve Küffe’deki nüfuzunu dikkata alıyordu.Ebu Selma gecenin karanlığında yolda yürürken Harici kılığına girmiş Abbasi’lerin adamlarından birisi tarafından zehirli kılıç darbeleri ile Şehit ediliyor.Önceden hazırlanmış bir kaç propagandacılar ortaya atılarak ,Ebu Selma’yı bir Harici öldürdü,biz gözümüzle gördük diye,bu kanlı olayın sorumluluğunu Padişahın üzerinden silmeye çalışmışlardır.

     Bu önemli devrimin öncüsü olan Süleyman Kesir,Ebu Selma’nın öldürüldüğünü duyar duymaz fena halde şok olmuş ve Eba Müslim’e acı haberler göndermişti. Kesir oğlu Süleyman kendisinin Ehlibeyt’in izinde olduğunu,Eba Müslim’in sözlerine güvenerek Abbas oğullarına biat ettiğini,Abbasilerin davranışlarından nefret ettiğini açıklamıştı.

     Süleyman Kesir Abbas oğullarına yazdığı mektupda şöyle diyor.;Bizim Emevi saltanatını kaldırmakta gayemiz,İslamın tekrar Ehlibeyt yoluna dönerek,refah ve mutluluğa ermeleridir.Yoksa hile ve desislerle işbaşına gelerek Emevilerin yaptığı zulümleri aynı şekilde düzenleyen adamlara itaat etmek benim vicdanıma sığmaz ;demiş.

         Bu sert sözlere maruz kalan Abbasi Hükümdarı bir hilesini bularak kendisini o mevkiye getiren ikinci komutanıda şehit ettirmiştir.Ebu Selma ve Süleyman Kesir’in şehit edilmesinden sonra,üçüncü kişi Eba Müslim’in de hayatına son verilmesi gerekliliğini düşünüyorlardı.Bir gün Hükümdarın kardeşi Caferi Mansur,Ebul Abbas’ın yanına gelerek,Eba Müslim yaşadıkca bizim hilafetimizin önemi ve kıymeti yoktur... gibi telkinlerle söze başlıyarak Eba Müslim alehinde dedikodu ve iftiralarda bulunmuştu.

     Emevi hükümdarlarının çılgınca sefahat ve rezaletlerinden nefret etmiş olan halk,Eba Müslim’i alçak gönüllülük içinde gören insanlar, ona büyük bir sevği ile bağlanmış, kendisine bir veli gözüyle bakmaya başlamıştı. Bu durumu kabullanamıyan Abbasi hükümdarı ve kardeşi,çeşitli oyunlarla ölüm tezgahları düzenliyorlardı.Çunkü açıkdan bir şey yapma imkanları yoktu. Eba Müslim’in kendilerinden herhangi bir şüpe sezmemesi için çeşitli iltifatlarda bulunuyorlardı.

                 Abbası hükümdarı Ebul Abbas kısa zamanda hastalanarak ölüyor.Hükümdarın ve kardeşinin kendine karşı beslediği menfi hislerden habersiz olan Eba Müslim hükümdara ve yakınlarına karşıda saygıda kusur etmiyordu.Ebul Abbas’ın ölüm haberini alır almaz Eba Müslim’in yanına gelen Hükümdarın kardeşi Caferi Mansur (tarihte Piç Cafer olarak geçer) hüngür hüngür ağlamaya başlar ve Eba Müslim’e “Hükümdarın öldüğünü duydunuz değilmi,şimdi biz ne yapacağız “demişti.

                 Eba Müslim,Caferi Mansur’a” niçin ağlıyorsun Küffe’ye gider saltanat makamına geçersin,bu senin hakkındır” demiş.

      Garip bir raslantı olarak,Şam’da Abbas oğullarından Abdullah bin Ali’ye biat edildiği gün,Caferi Mansurda Ambar Şehrine gelmiş,törenle karşılanmış ve orada kendisine biat edilip El Mansur ünvanı verilerek Abbasi saltanatına oturmuştur.

     Şam’da Abdullah bin Ali’nin halifeliğini ilan etmesini duyan Caferi Mansur,Eba Müslim’e haber yollayarak Abdullah bin Ali’nin ortadan kaldırılmasını istiyor.Eba Müslim hemen hazırlıklara başlıyor ve Şam’a doğru ordusu ile yola koyuluyor.

                Eba Müslim’in ordu ile Şam üzerine geldiğini haber alan Abdullah ordusundaki Horasanlıları kılıçdan geçiriyor ve sonunda iki ordu Nseybin dolaylarıda karşılaşıyor.Eba Müslim’in şiddetli saldırısı karşısında bozguna uğrayan Abdullahın ordusu per perişan olmuş ve Basra’ya kaçan Abdullah orada Eba Müslim’e teslim oluyor.

                Eba Müslim Abdullah bin Ali’yi bertaraf ettikden sora,saltanatın tahtında oturan Caferi Mansur uzun zamandır Eba Müslim’e karşı kurduğu seneryoyu gizlice gerçekleştirmeye çalışıyor.

    Caferi Mansur tarafından,Eba Müslim saraya davet ediliyor ve hükümdarla baş başa görüşülmesi isteniyor.Eba Müslim hiç bir şüpe hissetmeden doğruca Caferi Mansur’un sarayına geliyor.Mansur ,Eba Müslim’i görür görmez oturduğu yerden kalkarak bir iki adım ilerleyerek “Hoş geldin serdarı Ali Resil” diyerek lütuf ve iltifatlar göstermiştir.

    Eba Müslim’e bir tarafdan iltifatlar yağdırılırken,diğer tarafdan sarayda sessiz sedasız birtakım hareketler başgöstermiştir.Hükümdarın en seçme muhafız alayından üçer beşer kişilik guruplar halinde iç kapunın iki tarafındaki odalara yerleştirilmişti.Amma bu işler o kadar büyük bir sukunet içinde yapılmıştırki,sarayda bulunan Eba Müslim’in taraftarlarından en zeki ve hassas olanlar dahi bu gizli hazırlıkları dahihissetmemişlerdir.

    Eba Müslim,Mansurla uzun sure sohbet ettikten sonra,Caferi Mansur’un eski kibarlığı ve iltifatı kalmıyarak hakaret etmeye başlamış.Mansur,Hz.Müslim’e “sen her türlü tahkire hak kazanmış bir adamsın.Çunkü bizim sayemizde adam olduğun halde,gözünü bizim mevkiye diktin.Beni ortadan kaldırarak,makamıma geçmek istedin,hayin ve nankör insan diye bağırmış.”ve ellerini birbirine çarpmış.Yandaki odadan ellerindeki kılıçları ile sekiz kişi içeriye dalmıştı,Hz.Müslim’in savunmasına fırsat vermeden kılıç darbeleriyle yere yuvarlanarak şehit edilmiştir.Hayatında hiç bir güce yenilmeyen Hz.Eba Müslim ,Piç Cafer’in sinsice oyunu karşısında savunmasız kalarak şehitlik şerbetini içmiştir.

    Caferi Mansur saltanata otururmaz ilk işi Emevilerin yaptığının aynı kopyasını alarak saltanatının uzun yıllar yaşaması için İslamiyeti şartlandırıp şekillendirerek özgür düşünceyi yok edip bireylerin beyinlerini karanlığa yöneltip kontrollarını ellerinde tutarak zalimleştirip saltanatla bütünleştirmek olmuştur.

    Abbasi devletinin kurulmasından kısa süre sonra Hz.Ali toplumsal muhalefet odağı olmaktan çıkarılmak için Sünni İslamın en büyük kahramanlarından biri olarak tanıtıldı.Fatima soyundan gelen Seyitler ve Şerifler olarak saygın bir yere kondular.Fakat Aleviler kısa sure içinde karşılaştığı büyük aldatmalar sonunda her şey aydılanmıştı.O yıllarda çeşitli bölgelerde çok sayıda Alevi ayaklanmaları oldu ve bunları çok kanlı bir şekilde bastırdılar. Hatta Ehlibeyt soyundan gelenlerin bir kısmını diri diri gömerek öldürdüler.Abbasi halifesi Caferi Mansur 6.İmam Cafer’i Sadık’ı zehirlettirerek şehit ettirdi. Caferi Sadık’ın babası 5.İmam Muhammed Bakır’ın oğlu .699 yılında dünyaya geliyor.

    İmam Caferi Sadık ,İmam Muhammed Bakır’ın oğludur,İmam Caferi Sadık’ın zamanında Emevi saltanatının çöküş yılları idi.Arap olmıyanlara köle muamelesi yapan Emeviler yüzünden,diger Müslüman uluslar genellikle Ehlibeyt yandaşları oluyorlar ve Hz.Ali soyunu tutuyorlar.Bu nedenle Ehlibeyt yanlıları ,Horasan dolaylarında hızla çoğalıyorlardı.

    İmam Caferi Sadık Medinede önemli bir medrese vucuda getirmiştir.Bu okul o devirde en yüksek ilim merkezi haline gelmişti.Suriye’den,Filistin’den,Irak’dan,Basra’dan ve Medine’den gelen bir çok öğreniciler ve bilim heveskarlıları bu okula devam etmektelerdi.İmam Caferi sadık cidden yüksek bir bilim ve irfan sahibi,zamanında geçen ulüm ve fünun ile İslam dininin esasını teşkil eden felsefenin ruhuna vakıfdı.İslam felsefe ve içdihatının ilk okulunu o kurmuştur.Sunni mezhebinin kurucularından olmayıp da, kurduğu iddia edilen Ebu Hanife ile Malik bin Anas bu yüksek faziletli bilim adamından yıllarca ders almış,onun okulunda yetişmişlerdi. Basradaki açtığı medresede matematikci Cebir,Mütezile okulunun kurucusu Vasıl bin Ata’da İmam Caferi Sadık’ın talebelerindendi.                                                                                                        

    İslamiyeti şartlandırıp şekillendirerek totaliter bir sistemle zalimleştirerek saltanata cevrilmesine her platformda karşı çıkan Ehlibeyt soyundan gelen İnsanların isimlerini tesbit ederek sudan bahanelerle yakalatıp şehit ettirmiştir.

    CaferiMansur’un ölümünden sonra Abbasi Halifeliğine oğlu Harun Reşit getiriliyor. Harun Raşit Hilafete gelir gelmez Emevilerin ve babası Piç Cafer’in değil İslamiyete uymak,İslamiyeti kendilerine uydurma taktiğinin daha fazlasını yaparak,saltanatının sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışıyorlardı.Çunkü Emevi ve Abbasi halifeleri,İslamın Hz.Peygamber’in gösterdiği felsefe doğrultusunda aydınlığa yönelerek ilim ve irfan sahibi olmalarının önüne sed çekerek,Hz.Peygamber’in öğretileri dışında kendi saltanatlarına uygun ibadet şekilleri ital ederek bireylerin beyinlerini karanlığa gömerek getirdikleri inanç sistemini kurumlaştırarak saltanatlarıyle bütünleştirmişlerdir.

    Abbasi Halifesi Harun Raşit yukarıdaki saydığım şartlandırmayı kendi saltanatı için yeterli bulmayarak dört tane Mezhep üretmişdir.Hanifi,Şafii,Maliki,Hambali’nin ölümünden sonra adlarına Fıkıhlar düzenleyerek,guya bu dört kişi İslami yeniden ayrı ayrı yorumlamış gibi gösterip bunların adına Mezhepler çıkardı.Hanifi Mezhebi,Şafii Mezhebi,Maliki Mezhebi,Hambali Mezhebi.Bu dört Mezhebin yorumlarıda ufak defek bazı farklılıklar olsada içeriği bakımından aynı,olmasına rağmen bunların dörtünün de hak mezhebi olduğunu iddia edip Muaviye’nin getirdiği Ehli Sünnet vel camaat (Sunnileri) yorumunu böylece dörte bölmüş bulunmaktadır.Bunu yapmalarındaki gaye Sunnilerin bir bütün halinde olmalarını kendi saltanatları için tehlike olacağı varsayımından yola çıkarak onlarıda Dört’e bölmüşdür.

     Kitabın içindede belirttiğim gibi Abbas oğulları Abbasi Devletini kurdukdan sonra Hz.Muhammed’in yaydığı bir islamiyete değilde,Emevilerin kendilerine özge ibadet şekilleriyle geliştirip kurumlaştırdıkları adınada islam dedikleri bir inanç anlayışına yönelmişlerdir.

     Harun Raşit zamanında Ehlibeyt taraftarlarının başında 7.İmam Musa’yı Kazim bulunuyordu.İmam Musayı Kazim Ehlibeyt İslam anlayışından hiç taviz vermeden Hak,Muhammed Ali yolunun sürdürücüsü ve öğreticisi olarak düşkünlere yardım eder,karekter ve hareketleriyle insanlara örnek olurdu.Harun Raşit de babası gibi ilk işi Ehlibeyt düşmanlığı olmuştur.İmam Musayı Kazim,Harun Raşit döneminde çoğu günlerini zindanda geçirmişti.Sonunda halifenin emri ile Miladi 799 yılında zehirlenerek şehit edilmiştir.

    Harun Raşit döneminde Ehli Sünnet vel camaat (sunnilik) yorumunu Emevilerin yarım bıraktıkları yozlaşmayı fazlasıyla tamamlamıştır.Dört mezhep sahibi adına fıkıhlar düzenlemişlerdi.Bu fıkıhlar guya İslamı bir kavramımış gibi gösterilip,Kuran yorumuna dayandığını iddia ederek uzaktan yakından hiç alakası olmıyan binlerce terimler kullanmışlardır.Örneğin Şafii Mezhebinde Kadın,Domuz,Köpek aynı kefeye konarak bu üç nesneden herhangi birine dokunduğunda bunların murdar olduğunu ve abdestlerinin bozulduğunu kesin bir şekilde yazmaktadır.Bu nasıl bir inanç anlayışıdırki aynı kandan aynı ruhdan aynı ana ile babadan dünyaya gelen,kadın o insanın annesi, kız kardeşi,kızı ve aynı kaderi paylaşan eşini,Domuz ve köpekle aynı kefeye koymanın, Yozlaşmış olan Semavi ve çok Tanrılı dinlere karşı İnsanların karanlıkdan kurtulup aydınlığa yönelmesi için Cenabı Hak tarafından Ahır zaman Nebisi olarak gönderilen Hz.Muhammed’in yaydığı İslamiyete yakışması mümkün olabilirmi. Çunkü Yüce Allah Hz.Muhammed’i İslamiyeti yayıp o karanlıkda olan insanları İslami öğretilerle aydınlığa yönelmesini sağlamaktı.Amma,malesef Emevi ve Abbasi hükümdarları bunun tam tersini yaparak o insanların beyinlerini karanlıklara gömmüşlerdir.Buna Hz.Muhammed’in İslamiyeti değilde Arap Bedevilerinin kendi geçmişlerine uygun bir inanç anlayışıdır demenin en doğru yol olacağına öz benliğimle inanmaktayım. Abbasilerin dört mezhep adına yazdırdıkları kitaplara cebriye adı verildi.İslam Hukukununda ki hülleciliği ve insan ayıbı olan bir çok kaynakları bu kitaplara dayandırdılar.Kitabın gelecek bölümlerinde, tavsilatlı olarak belirteceğim bazı konulara kısaca değinecegim.Abbasilerde İmam Gazzali’nin ve diger sunni ulemalarının, Osmanlılarda Şeyhulislamların Aleviler aleyhine verdikleri fetvaları kendi tabanlarına kabul ettirmek için bu dört fıkıhı kaynak gösteriyorlardı.

    Harun Raşit’in ölümünden sonra oğulları Emin ile Memun arasında taht kavgası başladı.Memun hilafeti 770 yılında Medinede dünyaya gelen İmam Musayı Kazim’in oğlu Ali Rıza’ya bırakacağını söyleyerek,Ehlibeyt doslarını kendi yanına alıp savaşı kazanıyor ve İmam Ali Rıza’yı Merv’e getirtti.İmam Rızanın Hilafet düşüncesi kesinlikle yoktu.Yalnız Ehlibeyt İslam Anlayışının inanç bazında yetkinin kendisine verilmesinden yana idi.Bu durum Ehli Sünnet vel cemaat yorumu ile Emevi İslam anlayışına ship olan kişileri ve Abbasi yakılarını rahatsız etmeye başladı.Sonunda Memun’un adamları İmam Ali Rıza’yı İran’ın Mahşet şehrine sürdüler ve orada zehirleterek şehit ettiler.(miladi 819)

    İmam Ali Rıza’nın şehit edilmesinden sonra 810 yılında dünyaya gelen ve babasının şehit olduğunda 9 yaşında olan Muhammed Taki’yi Ehlibeyt taraftarları İmam olarak tanıyınca İslamın aydınlığa yönelmesini kendi saltanatları için tehlike gören Abbas oğulları İmam Muhammed Taki’yi Bağdad’a getirerek orada zehirletip şehit ettiler.(miladi 835)

    İmam Muhammed Taki’nin oğlu olup miladi 829 yılında Dünyaya gelen Ali Naki babasının şehit edilmesinden sonra Ehlibeyt inancına sahip olanların başına İmam olarak getiriliyor.Medinede ikamet etmekte iken Bağdad’a getirilerek Samra bölgesinde zorunlu ikamete tabi tutuyorlar.Ehlibeyt düşmanı kesilen Abbasi hükümdarları,İmamı kötülemek ,küçük düşürmek için her hileye baş vurdular,amma başaramayıca sonunda zehirleterek şehit ettiler.(miladi 868)

    İmam Ali Naki’nin oğlu olup miladi 846 yılında gelen babasının şehit edilmesinden sonra Aleviler tarafından İmam olarak kabul edilen İmam Hasan’ül Askeri babası gibi Bağdad Samra’da mecburi ikamet etmek zorunda bırakılmıştır.Belli bir süre sonra zindana atılıp Abbasi halifesi Mutemit’in emri üzeine zehirletilerek şehit edilmiştir.(miladi 873)

    İmam Hasan’ül Askeri’nin şehit edilmesinden sonra miladi 869 yılında dünyaya gelen oğlu Muhammed Mehdi İmamlığa geçiyor.İmam Muhammed Mehdi 11 yaşında iken bir mağarada sır olduğuna inanılmaktadır.Bir gün dünyaya gelip,Dünyadaki bütün kötülükleri ortadan kaldırılacağı söylenir.Bundan dolayı Mehdi’yi Sahip zaman diye anılır.

    Şekilci ve şartcılıklardan kendilerini arındıran Muhammed Ali yolundan giden aydınlığa yönelip özgür düşünceden yana olan Batini felsefesiyle İslamiyeti algılayan insanlara Sufi, denilirdi. Sufiler Mısır’ın yanı sıra Mezepotamya’da da son derece etkiliydiler.Basra’da çok güçlü bir Sufi merkezi ‘İhvan’i Sefa’ oluşmuştu.Gizli dernekler haline getirdikleri mekânlarda bir araya gelen Sufiler Bağdat’da da aynı merkezi kurdular.Abbasiler döneminde Bağdat’ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi,Sufiliğinde tüm İslam dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu.Ehlibeyt yanlısı önde gelenlerin üyesi bulunduğu Karamiler İskenderiye,Kahire, Bağdat, Basra’nın yanı sıra Türkistanın bir çok kentinde ve Gazze Sultanlığının hemen her köşesinde tekke kurdular.Bir müddet Sunni taraftarlarına karşı son derece akıllı ve gizli bir savaş sürdürmüşlerdir.Açıkca Abbasilerin karşısına çıktıklarında Emevilerin saltanatları sırasında uyguladıkları baskı ve zulümün aynısını uygulayarak Alevilerin,Ortodoks Sunnilere karşı nefretlerinin içden içe sürmesine neden olmuştur.Bu nefret Karmati ve Fatimi ayaklanmalarınıda beraberinde getirmiştir.

    HALLACI MANSUR

    Sufilerin bir çok ülkelere dağılarak kendi İslam anlayışlarını tanıtmak için tekkeler kurarak genişledikleri bir dönemde Beyza’nın Tür yöresinde oturan ve Hallaccılık yaparak geçimini sağlayan Hüseyin’in miladi 856 yılında Mansur isminde bir erkek çocuğu dünyaya geliyor.Mansur belli bir yaşdan sonra o da Sufiliği seçiyor.Babasının mesleği olan hallaccılığı Mansur’da sürdürmeye başlıyor.Her gittiği yerde insanı hür ve kudretli kılan ENEL’HAK,şiarını yayıyor.Hallacı Mansur ENEL’HAK diyerek Kuran’ın Batini anlamı içinde Allahın özünün tanınabileceğini Hakkın insanlarda tecelli ettiğini iddia etmektedir.Örneğin manasi hale keşfedilemiyen Elif,Lâm, Mim, gibi Kuranı Kerim’deki bazı semboller Bâtini öze inişin göstergeleridir. Bunu haber alan Abbasi halifesi Mutedit Hallacı Mansur’un zındık olduğunu ve yakalanarak gerekli cezanın verilmesini bir fermanla bütün kadılara bildiriyor.Sonuçda Hallacı Mansur’u yakalıyarak Kadının huzuruna çıkardılar.Halkın benimsemiş olduğu,yaratan yaratılan,buyuran buyrulan,ikilemi imajını kıran,şartlandırılıp şekillendirilen tapuları yıkan Hallacı Mansur dinsel olduğu kadar siyasi açıdanda tehlike teşkil etmekteydi.Hükmetmeyen insanla sevgi birliği içinde beraber olan Allah anlayışı Abbasilerin işine gelmezdi.Neticede Abbasi Kadıları tarafından idam kararı verilerek büyük işkencelerle idam edildi.(Miladi 922)

    KARMATİLER

    İlk Ehlibeyt inancına sahip olan Hamat Karmat tarafından İran Körfezinin güneyindeki Lasha’da Alevi inancının ve ibadetinin serbestce konuşulduğu yapıldığı miladi 874 yılında bir devlet kuruldu. Yaklaşık 150 yıl varlığını sürdüren bu devlet tamamıyla laikti.Karmatiler adı verilen 7 kişilik bir meclis tarafından yönetilen bu devletin amacı ,filozof Farabi’nin deyimi ile ‘’gerçek akıl devletini,kardeşliğe ve eşit paylaşıma dayanan bir cumhuriyeti kurmaktı’’

    Karmetilerin ilk isyanı Vasıt civarında(Küffe) Hamdan ile başladı.Sevad köylüleri arasında geniş bir şekilde yayıldı.Karmatiler bu hareketi yaklaşık on sene sürdürdüler.Bu arada Büveyd Sultanı Samsamüddev’le tarafından Küffe’yi istila etmek isteyen Karmatilerle giriştiği savaşda Karmatiler büyük kayıplar verdiler.(Miladi 890) İkinci Karmati hareketi Bahreyn’de oretaya çıktı.(Miladi 899 ) Ebu Said el-Cenabı liderliğinde başlayan hareket Aleviliğe bağlı olan kitleler tarafından desdeklenerek bir hayli güç kazandı.Ebu Said zamanında Karmatilerin hakimiyeti altına giren Ahsâ ise Müstakil bir devlet haline geldi.(Büyük İslam Tarihi III,287) Karmati faliyetlerinin en büyük merkezi durumuna gelen Bahreyn’de güçlü ve ikdisadi bakımından başarılı ve dayanıklı bir devlet kuran Karmatiler,Fatimiler’dende büyük maddi ve manevi yardım alarak Bağdat’da ikâmet eden Abbasi Halifelerine korkulu günler yaşattılar.

    Bahreyn’de Karmati Devletinin başında bir hükümdar bulunuyor ve halk altı kişilik bir meclis tarafından yönetiliyordu.Bunlar oruç tutmuyor ve namaz kılmıyorlardı.Bir kişi fakirleştiği veya borçlandığı zaman toplum fertleri tarafından yapılan yardımlar sayesinde eski haline gelebiliyordu.Bölgeye gelen bir zanaatkârın yerleşmesi için gerekli para derhal bulunuyor ve hatta fakirlerin evlerinin tamir masrafları devlet tarafından karşılanıyordu.Sözgelişi vergiler toplanıyor ve toplumun fertleri arasında ihtiyaçlarına göre bölünüyordu.(Boswarth,İslam Devletleri tarihi s.9)

    Karmatiler Miladi 929 yılında Mekke’yi işgal ettiler ve Ehli Sünnet vel camaat yorumu ile İslamiyeti algılayanların kutsal saydığı kara taş’’Hacer”ül Esved’i’’alarak Lasha’ya götürdüler. Çunkü Hz.Muhammed, Müşrikler zamanında yapılan bütün Putları kendi eliyle yıkarak yok etmiştir,sadece Allaha secde edileceğini Allahdan başka hiç bir şeye tapılmıyacağını,Allah’ında Dünya’da en kutsal varlığınin insan olduğunu Kuran’ı Kerim’de kendi varlığının ademde tecelli ettiğini açıkca belirtmiştir.Karmatiler bu taşa tapmanın puta tapmakla eş anlamda bir davranış olduğunu,bunun dışında buraya hacca gelenleri engellemeye çalışmışlardır.Çunkü burayı Müşriklerin yaptığını ve onların tapınakları olduğunu iddia ediyorlardı.Emeviler döneminde başlayarak İslamın şartlarından biriymiş gibi gösterilen hac ibadetinide ortadan kaldırmış oluyorlardı.Sonuçda Karmatiler Hacer’ül Esved taşını uzun bir sure sonra Bağdat Halifesinin çok ricası üzerine tekrar götürüp Mekke’de yerine koydular.

    Karmatiler öğretisi 7 dereceli tekâmül zincirini içermektedir.Örgüte üye olmak iteyen aday,bir yıl boyunca incelemeye alınmakta,uygun görülmesi halinde özel bir törenle,kabulü yapılmaktadır.Örgüte kabul edilenlere sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.

    Birinci derecenin adı ‘’Müminler’’derecesiydi.Bu derecede İslamiyet ve Kuran öğretilirdi.Karmatiler için semavi bir dini tam manasıyla bilmeyen kişi ,bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı.Müminler dercesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçebilirdi.

    ‘’Dai’’kelimesi Arapca’da ‘’Çağıran’’ anlamına gelmektedir.Üçüncü derece ‘’Dai’ler derecesiydi.Sır saklama ve ketumiyetin öğretilerek,müritlere Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanı sıra,tarikatın sırları da öğretilmeye başlanırdı.Marifet kapusu denilen bu dereceye haiz Dai’ler tarikata girmek isteyenler hakkında araçtırma yapar,haklarında karar verirlerdi.Dai’lerin bir başka görevide Aleviliği bilmeyenleri bilğilendirmekti.Dai’ler kendilerden önceki iki dereceli müritlerden sorumluydular ve tam bir gizlilik içinde çalışırlardı.Mecalis el Hikme adı verilen toplantılarda tarikatla ilgili kararlar alınırdı.Mezhebe yeni giren müritler,bağlılık yemini ettikten sonra hiyerarşik örgütlenmede sır saklamak esastı.Mezheb öğretisi kitleleri değil tek tek bireyleri hedef alırdı.Bu nedenle adaylar Dai’ler tarafından özenle seçilirdi.Ancak gerekli eğitimi almış,ahlak düzeyi yüksek kişiler mezhebe kabul edilirdi.Bir Dai’nin entellektuel düzeyi yüksek,dinler ve mezhebler konusunda bilgileri tam olmalıydı.Görev aldığı bölgenin dillerine hakim olmalı.Aleviliğin örf ,adet,töre,Kutsal değerlerini ve geleneklerini çok iyi bilmeliydiki,Aleviliği yeternce temsil edebilsin.Hz.Muhammed’inde buyurduğu gibi ilim Çin’deise al getir ilkeleri doğrultusundan hareketle,eğitime büyük önem vererek müritlerin karanlıkda kalan beyinlerini aydınlığa yöneltmişlerdir.

    Dai’lerin tamamı dönemin en üstün nitelikli en üstün filozofları olmuşlar,ve önemli felsefi eserler yaratmışlardır.Alevilikde aşamalı bir eğitim sistemi uygulanmış ve zahiri bilimlerden Batini bilimlere dereceli bir silsile izlenmiştir.Batini bilimlerin öğretildiği zamanın en önemli eğitim müessesesi,Kahire’deki El Ehzer üniversitesi olmuştur.

    Dördüncü derece’’ Dai’yi Ekber’’yani büyük Dai derecesiydi.Dai’yi Ekber olan müritlere ‘’Baba’da’’ denilirdi .Onlar tarikata geçmeye hak kazanmışlardı.Daha sonraki yüzyıllarda Anadoludaki Alevilerde ‘’Baba’’ ünvanı bu eski geleneğe dayanmaktadır.Dai Ekber’ler tüm Dai’lerin başı durumundayıdı.Mecalis el Hikme’lere başkanlık ederlerdi.

    Beşinci derece ‘’Marifet Kapusu’’Aleviliğin gerçek sırlarının verilmeye başladığı dereceydi.

    Altıncı derece,Hüccet adı verilen ‘’Hakikat Kapusu’’ Alevilerin ulaşabileceği son dereceydi.Bu derece Evrende var olan ikilik,Tanrının üçlü vasfı ve kâinatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batini doktrinin en önemli sırları verilir,tüm peygamberlerin diğer bütün din kurucuları gibi sadece birer kâmil insan oldukları öğretilirdi.Tanrısal nurun ‘’Işık’’ olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve kâmil insan konumuna yükselmekle mükelleftiler.Tanrıya ancak kâmil insanların mükemmel bir yaşam sürdükten sonra,öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.

    Yedinci derece en mükemmel bir dereceydi.Sadece Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılan Nebilerin,Velilerin,Evliyaların ve Enbiyaların bu dereceye yükseldikleri ünvandır.Karmatilerin eğittikleri Dai’ler 909 yılında Tunus’da‘’ Fatimi’’devletinin kurulmasında Kurucu önderliği yapan Ubeydullah bin Mehdi’ye en büyük katkıyı sağlamışlardı.Karmatiler de ilime ve sanaata çok önem verdiler.Bir zanaatcının Karmetilerin içine geldiğinde ona büyük para yardımı yapılırdı.Bu meslek sahiplerine Ahi denilirdi ve her Ahi’nin yanına çıraklar koyarak o insanlarıda zanaat sahibi yaparlardı.Hz.Ali bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum mesajı Karmetilerin ilham kaynağı idi.Karmetilerde bir aile çok fakir düşerse ona yardımlar yapılır ve öbür ailelerin seviyesine yükseltirlerdi.Bu da gösteriyorki eşit paylaşımı gerçekleştiriyorlardı.

    Abbasi Halifeleri Karmati’lerle başa çıkamadılar Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’dan yardım istemek zorunda kaldılar.Nitekim Melikşah ,Türkmen reislerinden Artur beyi Ahsa ve Bahreyn bölgelerinde bulunan Karmati’lere karşı savaş açtı isede başarılı olamadan geri döndü.Bu savaşda başarılı olamıyan Artuk bey ikinci bir seferde Karmatileri yenerek çoğunu kılıçdan geçirdi.Kurtulanlarda Fatimilerin kontrolü altındaki topraklara geçtiler.(Miladi 1077)

    BÜVEYDLER 945- 1055

    Bir Şii devleti olan Büveydler 945 yılından 1055 yılına kadar İran’ın eğemenliğini elinde bulundurarak Abbasi halifeliğinide kendi topraklarına katmışlar isede Abbasi halifeliğini sunni kesimleri gücendirmemek için yıkmamışlardır.Güçlü ve başarılı olan Ali’ci bir devletin(Fatimiler) ortaya cıkması,Büveydleri endişelendirmeye başlamıştır.Fatimiler’de bu başarılarını yeni yeni bölgelerde değerlendiriyorlardı.

    Neticede İrakla Mısır arasındaki kalan bölgeleri iki Şii devleti kendine kazanmak istiyorlardı.Bu çerçevede ortaya çıkan çatışmalarda Büveydler,Fatimilere karşı bazan da Arap kabileleriyle birlikte çarpıştılar.Şii Büveydler Fatimiler’in mezheplerini İslam dışı sayıp Abbasi halifelerinin verdiği fetvalara katıldıklarını bildirdiler. Büveydler,İslamiyeti Ehli Sünnet vel Camaat yorumu ile algılamaya başladılar.Şii’lerin ibadet şekli olarak kendi bünyelerine aldıkları 3 vakit namaz, 3 vakit abdest ve 30 gün oruçu Fatimilere karşı Sunni’lerle ittifak kurunca aradaki boşluğu kapatmak ve onlara hoş görünmek için böyle bir ibadet ve inanç şekline yönelmişlerdi.

    FATİMİLER

    Tunus’da Hz.Ali ile Hz.Muhammed’in kızı Fatima’nın soyundan geldiği sanılan Ubeydullah el Mehdi,Miladi 909 yılında Dai’lerinde yardımı ile ‘’Fatimi’’devletini kurdu.Bu devlet Mütezile felsefesine sıkı sıkıya sarılmış tek İslam anlayışı içerisinde iki kol vardı.Her ikiside batini felsefesiyle İslamiyeti algılayıp savunurken,Ehlibeyt soyundan gelen İmamların 7 olduğunu İmam Caferi Sadık’ın oğlu İsmail’de son bulduğunu,Çunkü İmam Caferi Sadık hayatda iken İsmail’in vefaat etmiş olması ve hiç bir erkek evladının bulunmaması İmamlığın İsmail’de son olduğunu iddia ediyorlardı.Diğer kol ise İsmail vefaat ettikten sonra İmam Caferi Sadık ikinci oğlu Musa’i Kâzim’i İmamlığa getirmiştir.Oniki İmamların olduğuna inananlara İmamiye, İsmail’in son İmam olduğuna inananlarada İsmailliler deniliyordu.

    Fatimi devletide Devlet başkanı dışında Ekber Dai’lerden altı kişilik bir meclisle yönetiliyordu.

    Fatimi devletini kuran Ubeydullah el Mehdi Tunus ve civarıdaki yörenin yerli halkı berberilerin desteği ile eğemenliğini güçlendirerek sınırlarını genişletiyordu.Abbasi’lerin kontrolları altındaki daraltnaya başlamışlardı.Geleneksel merkezler yerine Tunusdaki kurdukları Mehdi’ye kentini başkent edindiler.

    Fatimi devletinin gelişerek mütezile düşüncesinin ışığında Alevi İslam anlayışının yayılması,Abbasi’ler için büyük bir tehlike oluşturuyordu.Fatimi’ler,Karmatilerle dirsek teması halinde Aleviliği Mısır,Yemen, İrak,Baheyr,Suriye,arap yarımadası,İran ve Mavereunnehire yaymağa çalışıyorlardı. Fatimi komutanlardan Cevher 969 yılında Mısırdaki İhşidi eğemenliğine son verdi.Mısır’ı tamamen ele geçirdikten sonra,Kahire’yi başkent yapıp,Dünyanın ilk tek Üniversitesi olan ‘’El Ehzer’’üniversitesini kurdular.Bu kurulan El Ezher o dönemde Dünya’ya ışık tutan aydın bilim adamları yetiştirirken Eyubilerin Fatimileri işgalinden sonra gelen gerici devletler bu aydın yuvayı karanlığa gömerek o günden,günümüze kadar geçen zaman içinde,Emevi İslam anlayışını o güzel Üniversiteye sokup yobaz,taassup ve çürümüş ve kokmuş şariat tellallığı yapan bir kurum haline dönüştürülmüştür.

    Fatimiler’de : Aynı Karmatiler’de olduğu gibi devlet yönetimi ile inanç bazı bir birinden ayrı idi.Fatimiler’de dört kapu değerlerine inanırlar ve namaz ,abdest ve oruç gibi bir ibadet şekilleri olmadığı gibi,bu ibadetin gerçek İslam anlayışıyle bağdaşmadığını her platformda dile getirerek,Ehlibeyt İslam anlayışına göre Kadın Erkek birlikde topluca ibadet yapıyorlardı.

    Halife Ömer döneminde fetedilen Mısırda Bir bölümü Hiristiyan,bir miktarı Yahudi,amma büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı.Mısır’ın Batini inanç sisteminin merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve Rahiplerin büyük bölümü Kudüs’e kaçmışlar.Ancak Batini doktorin,varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu.Doktorinin başlıca kaynağı,yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.Bu okulda yetişen çok Tanrılı dine sahip insanların Hiristiyan ve Yahudiler gibi kendi inanış biçimlerini koruma lüksüne sahip değillerdi.Müslümanların gözünde Allah yoluna döndürülmesi gereken putperes kâfirlerdi.Bu baskılar yüzünden hepside Müslüman oldular.

    Halife Ömer burayı işgal edince ilk işi eski çağlarda olduğu gibi İskenderiye okulunu kapatmak,ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her fetihden sonra yakılıp yıkılan muhteşem İskenderiye kitaplığını Romalılardan sonra bir kez daha yakmak oldu.Okulun üyesi Filozofların yapacakları tek şey vardı.Müslüman olmak ve öğretilerini İslami bir çerçeveye içerisinde ele aldılar.O dönemin filozofları İslamiyetin içindeki Batini muhalefetten yana oldular.Ömer’in Halife seçiminde ve İslamiyet içerisindeki ayak oyunlarından rahatsız olan Peygamber’in damadı Hz.Ali’nin yanını tuttular.Bu Filozoflar Hz.Ali yandaşları olarak İslamiyete bambaşka bir boyut getirdiler.Alevilik olarak adlandırılan bu İslam anlayışı bünyesinde.Sunnilerin önerdiği İslam anlayışında ki yaradana tapınma olgusu yerini,Tanrı,Evren,İnsan üçlemesinden olşan varlık birliğine bıraktı.Ortadoks Sünniler bu durumu sapkınlık olarak nitelendirdiler.Amma yapacakları bir şey yoktu.Çunkü karşılarındaki Peygamberin damadı ve yandaşları idi.Onlarda Hz Peygamberin yaydığı İslamiyetin gerçek savunucusu olduklarını iddia ediyorlardı.

    Fatimiler,piramitleri ve mabetleri inşa eden Mısırlı eski zanaatkar localarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile bu locaları kalkındırdılar.İzciler anlamına gelen ‘’Fütüvve’’ adı altında,genç Alevi sanaatkarlardan oluşan muazzam bir askeri güc oluşturdular.Diger tüm batini örgütlenmelerinde olduğu gibi Fütüvve de de derecelere dayalı bir sistem esastı.Toplam 7 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının son 7. derece sakinlerine kardeş anlamına gelen ‘’Ahii’’ adı verilirdi.Türkler arasında yaygınlaşan Fütüvve’nin yan kuruluşu Ahiilik,adını bu kaynaktan aldığını rahatca söyleyebiliriz.

    İslamiyet içerisinde Hz.Muhammed’in Hakka yürümesinden sonra,gelişen İslam anlayışı ile inanç farklılığı Alevi ve Sünni ayrımı yapılarak, daha çok Sünni tarafı Alevileri sindirmek ve onların İslam anlayışını yok etmek için acımasızca ve kaddarca katliamlar ve soykıyımlar yapmışlardır.Bunun ilk örneği Kerbela olayı ile başlamışdır.Aleviler günümüze kadar Kerbela olayına benzer binlerce kıyım ve katlıamlar yaşamıştı.

    Fatimiler: değişik dinlerden olan toplumlaarı,Sünniler kadar tehlikeli bir düşman olarak tanımlamamaları Hiristiyan ve Yahudilerle aralarında kayda değer katliamların olmadığı söylenebilir.

    Fatimiler ticarette de Hindistan’a kadarağ kurup bir çok yerde koloni oluşturdular.Sanaata ve bilimede önem vererek büyük atılımlar yaptılar.

    Papa ll Urbanus Hiristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs’ü Müslümanlardan geri almak için çevresindeki Hiristiyanlardan topladığı askerleri kendi himayesi altına sokan Papa giysilerine yeminlerinin nişanesi olan Haç diktirdi.Adına Haçlı ordusu denildi. (Miladi 1099 yılında ) Haçlı kuvvetleri Kudüs önüne geldiler.O sıralar Kudüs Fatimilerin yönetimi altında bulunuyordu.Kısa süren bir kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hıristiyanlar Kudüs’de Latin Kırallığı kurulduğunu ilan ettiler.Kudüs’ün Hıristiyanlar tarafından alınmasını Fatimiler büyük bir kayıp olarak görmediler.Aksine Hıristiyanlarla inanç bazı dışında diyaloglarını sürdürdüler.Çunkü Abbasileri ve Büyük Selçuklu devletini kendileri için en büyük tehlike olarak görüyorlardı.

    Selçuklular 1027 yılında Gazneli’leri ve arkasından Buveyd’lerle yaptığı savaşta yenerek onları ortadan kaldırıp tüm İrak’ı eğemenliği altına alarak,kendiside Abbasi halifesinin kızı ile evlenmiştir.Selçuklular Büyük bir Sünni imparatorluğu kurduklarında güneylerinde ve kuzeylerinde Aleviliğin hızlı bir şekilde yayıldığının farkına varıp,buna karşı misilleme yaptılar.Her tarafda Medrese açarak Alevi yayılmacılığını önlemeye çalıştılar.

    Fatimiler özelikle Selçukluların içinde bir yeraltı örgütlenmesi gerçekleştirdiler.Aleviler İran’da iyi planlanmış Nizari sektini kurdular.Güçlü bir şekilde meydana çıkan Selçuklu devletini yıkmak için Fatimiler İran’a seçme dai’ler gönderdiler.Orta Asya’dan gelen Şamanist Türklerin de Ehlibeyt İslam anlayışını kabul etmeleri sonucunda İranın içinde Maveraunehir’de ve Azerbaycan’da Alevilik hızlı bir şekilde yayılmaya başladı.

    Fatimiler’in ordusunda iyi bir eğitim alarak kendini yetişen genç Alevi inancına sahip Hasan Sabah parlak zekâsıyle halkın beğenisini kazanmıştır.Kahire’de ki El Ehzer Üniversitesinde öğrenim gördükten sonra, Fatimi Hükümdarı Mustansır Billahın yanında çalışarak,görgü ve bilgisini dahada artırdı.(Miladi 1072 )

    Fatimi Hükümdarı Mustansır Billah’ın ölümü üzerine,oğulları Nizar ve Müstali arasında anlaşmazlık çıkarak,Müstali karşısında yenilen Nizar hapishanede yaşamı son buldu.Fakat Nizar’ın yandaşları başlarında Hasan Sabah ile birlikte Mısır’dan İran’a göç ederek çevresine topladığı müritlerinin yardımı ile Teberistanda bulunan Alamut Kalesini ele geçirdi.Maveraunehir’de Hazar Denizinin güneyindeki Alamut kalesine ve çevresine yerleştiler.Nizareyi denilen militanlarla Alevileri Selçuklulara karşı korumaya başladılar.(Miladi 1090)

    Hasan Sabah Alamut Kalesine yerleştikten sonra Alevi teşkilatını kurarak oradaki sosyal düzeni değiştirmekti.İlk olarak halifelik sorunu ile uğraştığını ileri sürerek,Alevi inancındaki insanların Selçuklular ve Abbasiler tarafından zulüme uğramalarına karşılık,bu devletleri yıkmak için var gücü ve kıvrak zekâsıyle çalışıyordu.Sabah müritleri arasında yetiştirdiği militanlarına ‘’Assasins’’adını verdi.Bu kelime Arapcada ‘’Sır Bekçileri’’anlamına gelir.

    O dönemin Selçuklu Veziri Nizamülmülk :Hasan Sabah’a şöyle diyordu.’’Her devirde ve her ülkede hükümdarlara karşı ayaklanmalar olmuştur.Lakin hiç bir Şii mezhebi Batiniler kadar uğursuz olmamıştır.Zira onların amacı İslamiyeti ve bu devleti bozmak ve yıkmaktır.Her fırsatta ve her felakette kulübelerinden fırlayarak bu Rafizi köpekler kendi mezheplerini yayacaklardır.Müslümanlık iddiasında görünürler,lakin hiç bir düşman Muhammed’in dini ve Sultanının devleti için onlar kadar tehlikeli ve korkunç değildir’’ diyor.

    Hasan Sabah’ın komutasıdaki Dai’ler, Aleviler’e yaşama hakkı tanımıyan bir Selçuklu müezzinini öldürmekle işe başladılar.Bunun üzerine Selçuklu Hükümdarı Melikşah,Hasan Sabaha bir mektup yazarak,bu işleri bırakmasını ve Selçukluların inandığı gibi inanmalarını istiyor.

    Hasan Sabah’ın verdiği cevapda’’Kendilerinin çok inançlı ve dindar kimseler olduklarını,Abbasi halifesi ve Selçuklu hükümdarının Ehlibet yolunda olan Alevilere karşı saygılı ve hoşgörülü olmalarını,zulümlerinin ve baskıların devam etmesi halinde,eylemlerinin süreceğini açık bir şekilde bildirmiştir.

    Selçuklu yönetimi Hasan Sabah’ı ve örgütünü yasadışı ilan etti ve şehirlerde ki yaşıyan binlerce Alevileri katletti.Sabah’ın en önde gelen düşmanı Büyük Selçuklu Devleti,Veziri Nizamülmülk komutasında bir Selçuklu ordusu Alamut Kalesini kuşattı isede Nizamülmülk’ün bir fedai tarafından öldürülmesiyle,Sultan Melikşah’ın da ölmesiyle kuşatma kaldırılıyor.

    Bu karışıklığı iyi değerlendiren Hasan Sabah Ehlibeyt sevgisini İran’da Suriye’de ve başta Horasan olmak üzere tüm Türk illerinde yaydı.Alevilik (Miladi 1124 de) Hasan Sabah ölene kadar gücünün doruklarında varlığını sürdürdü.Sabah’ın ölümünü fırsat bilen Selçuklu Veziri Kaşani,nerde görülürse görülsün tüm Batini inançlıların öldürülmelerini emretti.Binlerce Alevi kılıçdan geçirildi.Amaç spkın kabul edilen bu inanç,kendi saltanatları için büyük tehlike teşkil ettiğini,Alevilerin geniş özgürlüğe sahip olmaları dolayısıyla kontrolları altında tutamıyacakları endişesiyle büyük kıyımlar yaptılar.Aleviler’in yok olacağı sanıldığı sırada fedailer tarafından Selçuklu hükümdarlarına ,Vezirlerine ve us komutanlarına öldğrme eylemleri düzenlediler.Selçuklu Sultanı Sancarkendi güvenliği için,Alamut Kalesindekilere, barış istemek zorunda kaldı.Böylece Mütezile bir mezheb olarak resmen tanındı ve Moğolların Alamut Kalesini almalarına kadar da etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.

    Alevi inancının yayılmasına engel olan bir çok devlet adamı, vezir,vali,komutan,bunlar arasıda Abbasi halifesi Müterşid,Selçuklu veziri Nizamülmülk,vezir Keşani,hatta Melikşah,Musul valisi Mevdud,Aksugur Porsuki gibi Selçuklu devlet adamlarını hançerleyerek öldürmüşlerdir.

    Hasan Sabah döneminde Hiristiyanlarla diyaloglarıda sürmüştür.Özellikle Templier Şövalyeleri iyi ilişkilerinden bahsedilmektedir.Şövalye De Payens ve beraberindekiler,Kudüs’e geldikten kısa bir sure sonra Fatimilerle karşılaştılar.Gilde mensubu rahiplerden Şövalye’ler hakkında bilgi alan ve onların Hiristiyan camiası içindeki en etkili bilgili kişiler olduğunu öğrenen Hasan Sabah,Mabet Şövalye’leri ile görüşmeyi özellikle istedi.Bu istegin altında,Templier’lerin Eski bir Batini ekolün mabedini koruma görevini üslenmeleri ve mabed içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları araçtırmaların da etkisi vardı.Bazı araçtırmacılar De Payens’in amcası olan Piskopos Chiaravalle’nin,Avrupada yaşıyan Kabalacılardan mabedin temellerinde gömülü olan bazı Batini sırların yerlerini öğrendiğini,tarikatıda sırf bu sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs’e gönderdiğini öne sürmektedir.

    Tamplier’lerin Mabette arama yapmak için özel görevi ile Ortadoğu’ya ulaşmalarından kısa bir sure sonra,Tamplier’lerle Hasan Sabah arasında ilk temas kuruldu,ve Şövalye Hugs De Payers ile diger Şövalyeleri Alamut Kalesine davet etti.Alamut Kalesinde Hasan Sabah’ı ziyaret eden Hiristiyan Papazları,Hasan Sabahın kurduğu sistemi gözleriyle görüp Batini doktrin hakkında bilgiler aldılar.Alevi öğretisini derinlemesine inceledikten sora,Kudüs’e gelip Ortadoks Katolik inanç tarzından giderek uzaklaştılar ve akılcılığı önplana çıkaran Batini Doktrine bağlandılar.

    Termplierdeki bu inanç değişikliği kurdukları güçlü örgüt sayesinde tğm Avrupa’ya yayılırken Katolik Kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açmıştır.Fatimilerle ilişkileri,Templierler’in tğm inanç felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki örgütün sonunu getiren suçlamayıda bünyesinde barındırdı.Templier’leri yok etmek için Papalık tarıkatı’’Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla’’suçladı.

    Örgütlenmeleri Fatimi teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templier’ler,disiplin,hiyareşi tarikatın başkanı olan büyük üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi Fatimilerin uygulamalarını sürdürdüler.Üç dereceli bir inisiasyon sistemi kurdular.’’Mas’’adı verilen ayinlerde,kutsal ruhun sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe,kirli olabilecek eller ile değmemek için eldiven giyen Templier’lerin yalnızca önlükleri ve eldivenleri değil tüm giysileri beyazdı.Bu geleneği de Fatimiler’den alan Templier’ler,tek fark olarak gögüslerinin üzerine,Haçlıların sembolü olan kırmızı bir Haç diktiler.

    Templier’e üye olan kişilere ketumiyet yemini ettirilerek bünyelerine alınırlardı ve yemini bozanlar hayatları ile öderdi.Şövalyeler biribirlerine ‘’Kardeş’’ diye hitap ederlerdi.Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derce sahiplerine,daha yukarı dereceli üyelere hızmet etme zorunluluğu nedeniyle’’Serving Brothers’’denilirdi.İkinci dercede birer ‘’Shaplaini’’ olan tarikat üyeleri Şövalye(Knight) unvanını ancak en üst derecede elde edilebilirdi.Templier’ler de öğreticileri Fatimiler gibi,yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna inanırlardı.Şövalyelerin en önemli prensibi,kerkesiinançlarıda özgür bırakmak,kendi inançlarını kimseye zorla kabule çalışmamak olmuştur.Bu durum Templier’lerle Katolik Kilisesi arasıdaki en önemli ayrılıklardan birisi haline geldi.

    Templier’ler tıpkı Fatimiler gibi birbirlerini tanıya bilmek için gizli işaret parola ve semboller kullandılar.Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı.Templier’ler 1312 yılında Papa tarafından yasaklanmasına karşın,örgütlenme yapıları ve felsefeleri Avrupa’da çeşitli kurum ve kuruluşlarda yaşamlarını sürdürdü ve Katolik hegemonyasının yok olmasına yol açan,Rönesans ve Reform gibi akımların gelişmesini sağladı.Bu akımlarla güçlenen Batini doktrinin en önemli dayanağı olan İnsan sevgisi,hümanizm giderek güçlendi ve günümüzde tüm Dünya’ya eğemen olmaya başlad .(http:historicalsense.com.:Archive:İsmaililik)

    İBNİ SİNA EBU ALİ HÜSEYİN

    İbni Sina (Miladi 980- 1037) İslam düşünürü,bilgini ve doktoru.Buhara yakınında Afşana’da Dünya’ya geldi.Babası ve annesinin Fatimiler yanlısı olması,kendisini de Ehlibeyt İslam anlayışının içinde bulması ve o inancın verdiği özgür düşünceden faydalanarak saray kitaplığından yararlanarak Ansiklopedik ve o dönemin tüm bilgilerini öğrendi.Daha çok Tıp ve felsefe konuları üstünde durdu.Samanoğulları’nın emrinde çalışan babası ölüp,Samanoğulları Devletide yıkılınca oradan Harzem’e geçti.Bir süre sonra oradanda ayrılıp Gürcan’a gitti ve orada ünlü Tıp kitabı’’Al Kanun Fit Tıp’’ı (Hekimlik yasası) yazdı. (Miladi 1009)Bu Kitap Avrupa’da 17.yy.Yakındoğuda 19.hatta 20. yy.a kadar Tıp öğretiminin ve uygulamasının temeli oldu.Bilgin yaşamının sonuna kadar Alevilerin ağırlıkta olduğu Rey ve Hemedan yöresinde küçük Emirlerin himayesinde kaldı,buralarda Hekimlik,Vezirlik yaptı.57 yaşında Hemedan’da öldü.

    İbni Sina’nın felsefesi Aristoteles’ten ve İsmaili’ye mezhebinin görüşlerinden etkilenmiştir.Öne sürdüğü evren ve akıl kavramına göre varlıklar,olası ve gerekli varlıklar diye ikiye ayrılır.Olası varlıklar,var olmaları bir nedenle gerekli kılındığı anda gerçek varlık haline gelirler.Bu gereklilik yaratıcı tanrının istemidir.Tanrı kendi kendini düşünebildiğinde ilk akıldır.Varlıklar diğer akıllar ondan sonra gelir.’’Kitab-üş Şifa ‘’ve’’Kita-ül Ülum’’ eserlerinde bu görüşleri açıklar.

    Sünni eğemen çevreleri İbni Sina’yı kendi inanç sistemleri içindeymiş gibi göstererek İbni Sina’nın’bilimi ve yaratıcılığıyle övünmektedirler.Oysa İbni Sina’nın inandığı Aleviliği Müslüman olarak tanımadıkları gibi Alevi sözcüğünü hiç bir türlü kabullanıp içlerine sindiremedikleri ve aynı zamanda bu gibi terimlerden alerji oldukları kaçınılmaz bir gerçektir.İşte o günden bu güne kadar Sünnilerin İslam saymadıkları Karmatiler ve Fatimilerin yetiştirdiği bahçedeki güllerden bir tanesi de İbni Sina...

    GAZALİ,Ebu Hamid Bin Muhammed El –(1058 –1111)Sünni’ler tarafından İslam din bilgini olarak tanınan ,Horasan’ın Tus kentinde dünyaya geldi.Bağdat’da okudu ve orada Nizamiye Medresesinde dersler verdi.’’Tahafut-al Falasifa adlı eserinde İbni Sina ve Farabi’nin görüşlerini eleştirdi.Kitabında şöyle diyor.Batini Rafiziler ki namaz kılmaz,abdest almaz, Ramazanda oruç tutmazlar, Bunlar Müslüman değildir,bunların kestiği yenmez,nikâhları haramdır,öldüklerinde cenaze namazları kılınmaz...diyor.İşte İslam düşünürü dedikleri ve övgüler yağdırdıklar insanın İslam anlayışı.Bilim adamlarına ateş püskürerek bilim düşmanlığı yapan insan müsfeddelerinin Sünni eğemen cevrelerince büyük rağbetler gördüğü ve günümüze kadar gelen o islam anlayışının insanları nereler getirdiğini günümüz dünyasıda baktığımızda çok iyi görmekteyiz.İbni Rüştü,Gazali’nin İslam anlayışını eleştırdi ve Gazali’nin İslama bakış açısında olan Bağnaz şartlandırılmış kişilerce gözden düşürülerek Halifenin yakınından uzaklaştırıldı.

    Öte yandanBaş Şehri Kahire olan Fatimiler devleti Selahattin Eyubi tarafından ortadan kaldırılmıştır.(Miladi 1171)Böylece Kuzey Afrika,Arap yarımadası,İran ve Anadolu Sünni inançlı Hükümdarların eğemenliği altına girmiştir.

     KOCA AHMET YESEVİ

    Koca Ahmet Yesevi’nin doğum tarihi kesin belli olmamakla 12.yy.ın başlarında Buhara’da doğduğu sanılıyor ve 1166 yılında vefaat ettiği bilinmektedir.Koca Ahmet Yesevi Fatimi’lerin kontrolü altında bulunan Mavereunehirde yaşamını sürdürmüştür.O dönemde Sünni Selçuklu’lar Aleviler üzerinde çok büyük baskılar uygulamakta idiler.Oraya gelen Şamanist göçebe Türkler ,Mavereunehirde eğemenliği elinde bulunduran Fatimi Dai’lerinin örf ve adetleri,o insanlara yaklaşımları adaletleri,hoşgörüleri,humanist düşünceleri,İnsan sevgisi ve Tasavvufi İslam yorumlarıyla o insanlara büyük hayranlık duyarak bir birlerine kız alıp kız vermişlerdi.Aynı zamanda Ehlibeyt Sevgisini,Kerbela aşkını,12 İmam saygısını,duygularıla kalplerinin en güzel köşesine almışlar, kültür alış verişinde bulunmuşlar ve 9.yy.da başlayıp 11.yy.ın sonlarına kadar gelen Türkler burada Alevi inancını kabul etmişlerdir.

    Koca Ahmet Yesevi’de Fatimilerden aldığı ilhamla kendisinin de bir Alevi dai’si olduğu bilinmektedir. İslamiyeti Tasavvufi bir yorumla oradaki Türklere türkçe hitap edip Alevi öğretilerini vermeye başladı. Koca Ahmet Yesevi Arapça, Fasça ve Türkçe’yi çok iyi bilip konuşan o yüce insan,ibadet ve söylemlerin Arapça olması dolayısıyla,Maveraunehirde yaşıyan Türklerin Arapça anlamamalarını gerekçe göstererek,Arapçayı Türkçeye çevirip,kadın erkek hep beraber Cem’e girip kendi dilleri Türkçe ile ibadetlerini yapmayı sağlamıştır.

    Koca Ahmet Yesevi Arap dili olan İslami ibadetleri Türkçeye cevirerek gelecek kuşaklara ışık tutan ve binlerce Horasan Erenlerini yetiştiren Aleviliğin Balkanlara kadar türkçe yayılmasına katkısı bulunan o büyük ve ölümsüz zata Aleviler Büyük Pir diye hitap ederler.

    Koca Ahmet Yesevi Maveraunehirdeki bütün Alevi inancındaki insanların bağlandıkları Pir Ocağıydı.Koca Ahmet Yesevi,büyük bir ilim ve irfan sahibi olup aynı zamanda Aleviliğin ilham kaynağıdır.Horasan ve civarında Fatimi Dai’lerinin yanı sıra yine aynı Mezhebe bağlı Fütüvve örgütü de son derece yaygındı.Alevi müritler halk arasında Horasan Erenleri olarak tanındılar.Diger Fatimiler Dergahında olduğu gibi Horasan Tekkesinde de Müritler,Pirlerin emirlerine kesinlikle uymaları,sembolleri ve sırları anlayabilecek olgunluğa gelmek için,öğreticilerini sabırla dinlemeleri,sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle doğru olmaları ve ser verip sır vermemeleri.

    Koca Ahmet Yesevi’liğe göre”Erenler “sözcüğü Tanrısal gerçeğe ulaşmak,ruhun tekâmülünü sağlayarak Tanrı ile bir olmaktır.Alevilere göre bunun yegane yöntemi içe kapanmaktır.Yüce tanrıyı,us ile anlamanın imkânı yoktur.Onun için arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle,kendinde var olan Tanrıyı içinde aramalıdır.İçe kapanış,kendi benliğini bir yana atmayı,Tanrı’dan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir.İçe kapanışla sağlanan derin sezgi,ruhu Tanrıya ulaştıran,sevginin uyanmasına olanak sağlar.İçe kapanan Arif (Kâmil) kişi üç aşamadan geçer.Kendini bilme ,Gerçeği kavrama,Tanrıya ulaşma,işte bu noktada Kâmil insan Tanrı ile özdeleşmiş olur.

    12.yy.ın son yarısından 13.yy. çeyrek başlarında yaşadığı bilinen Lokman Perende.Koca Ahmet Yesevi’nin vefaatından sonra Dergahında oturan o büyük insan aynı zamanda Ahmet Yesevi’nin talebesi olarak yetişen ilim ve irfan sahibi bir Alevi tasavvuf ehlidir.Lokman Perende Maveraunehirde ve cevresindeki Türk Alevilerin Dergahında oturan ve belli ocaklar vaıtasıyla Ehlibeyt yandaşlarını denetliyen ve Alevi öğretileri veren ve aynı zamanda 1209 yılında Nişabur’da dünyaya gelen Bektş-ı Veli’nin eğitiminde büyük emeği geçen bir Alevi Piridir.

    =Dibnot= Rivayet olunur.

    Lokman Perende bir gün çıkıp Alevilerce kutsal olan Medine’de Hz.Muhammed’in Necef’de Hz.Ali’nin,Kerbela’da Hz.Hüseyin’in Türbelerini ziyarete gidiyor ve Medine’de Hz.Muhammed’in Türbesini ziyaret ettikten sonra arkadaşlarına soruyor acıktınızmı,onlarda hep bir ağızdan evet acıktık diyorlar.Orada bulunan arkadaşlarına hayalini dile getirerek,şöyle söylüyor,Horasan diyarındaki bişiden olsada hep beraber yesek diyor.O anda Bektaşı Veli elinde bir tepsi bişi ile Lokman Perende’nin huzuruna gelerek elindeki bişiyi sunuyor ve Lokman Perende arkadaşlarıyla birlikte Bektaş Veli’nin getirdiği bişi lokmasını yiyorlar.Geri dönüp Horasan’a geldiğinde yanına hoş geldin demeye gelenlere,ben hacı değilim,hacı Bektaş’ı Veli’dir deyip olayı anlatıyor.Bundan sonra Bektaş-ı Veli’nin ismi Hacı Bektaş Veli olarak anılıyor.

    Harezmşahlar (1077-1231) yılları arasıda Azarbaycan ve civarında hüküm süren Velayetnamede de belirtildiği üzere bünyesinde yüzlerce Alevi Pirlerini ve dervişlerini barındıran bir devlet olarak yaşamıştır.

     Hacı Bektaşı Veli 1209 yılında Nişabur’da dünyaya geliyor.Babası İbrahm-i Sani 7.İmam Musa-i Kâzim soyundandır.Menteş isminde bir kardeşinin olduğu bilinmektedir.Hacı Bektaş-ı Veli’nin doğduğu sıralarda Nişabur kenti ve civarları Türkmen nüfusunun yoğun olduğu bir bölgeydi ve orada bir Türkmen Pirinin kurduğu Yesevilik tarikatı büyük bir yayılma ve gelişme göstermiştir.İşte Hacı Bektaş-ı Veli,bu kültürel ve dinsel ortamda yetişmiş,Arapça ve Fasça’yı çok seri konuşan,o devrinde geçerli olan bilgileriyle donanmıştır.

     Ahmet Yesevi,Hacı Bektaş Veli ilişkisine önemli yer ayıran Velayetnâme Ahmet Yesevi’den övgü ve saygı ile bahsetmektedir.Ahmet Yesevi hakkında ‘’Doksan dokuzbin Türkistan Pirinin ulusu’’ve’’Pirlerin Piri’’sözleri yeralmaktadır.

      9.yy.da başlayarak12.yy.a kadar Ortasya’dan Şamanist inançlarıyla kalkıp obalar halinde Maveraunehir’e gelen Türkmen oymakları,burada Fatimilerin İslam anlayışlarıla karşılaşıp,onların verdiği Alevi İslam anlayışı ve öğretileri kısa zamanda,Türkmenler arasında büyük bir Ehlibeyt,sevgisi,Kerbela Şehitleri aşkı,Oniki İmam saygısına dönüştürülüp Orta Asya’dan getirdikleri bazı kültürlerini Alevi inancıyla bütünleştirdiler.Maveraunehir’e gelen Türkmenler bir kısmı Horasan üzerinden geçerek Anadolu’nun içlerine doğru genişlemeye başladılar.Anadoluya ilk gelenler arasında Hüseyin Gazi,oğlu Battal Gazi,Ebul Vefa ve Dede Karkın gibi Pirler de bulunmakda idi.Buraya gelen Alevilerle Anadolu’nun yerli halkı arasında fazla bir çekişme olmadığı bilinmektedir.Çunkü Alevi öğretileri hiç bir kimseyi dininden,mezhebinden,ırkından,renginden cinsiyetinden dolayı horlamaz ve aşağılamaz.. Alevi öğretilerinin verdiği alçak gönüllülük ve hoşgörülülük yanlarındaki her toplumla rahatca anlaşabilen ve kaynaşabilen bir sevgi kültürüdür.

          Malazgirt savaşından önce Anadoluya gelen Aleviler, Sivas,Kayseri ve Konya gibi uc bölgelere yerleşmişlerdi.O dönem Anadoluda yerli halk olarak yaşıyan Rumlar,Süryaniler ,ve Ermeniler bulunuyordu.Diğer dinden olan insanlarla, Sünniler arasına Alevileri yerleştirip tampon bölge oluşturuyorlardı.Çunkü Ortadoks Sünni İslam anlayışı kendi gibi İnanmıyan Din ve mezhepleri bir türlü kabullanmadıkları gibi hor görüp ve aşağılıyorlardı.Onun için 1071 de kurulan Anadolu Selçuklu Devleti Azarbaycan tarafından gelen Alevi Erenler’ini başka dinden olan bölgelerde ki insanlarla Sünni Mezhebinden olan insanların arasındaki tampon bölgelere yerleşmelerini teşvik ediyordu.

            Bitmek tükenmek bilmeyen göçebe Türkmen akını Selçuklularca Anadoluda Bizans sınırına yönlendiriliyordu.Bu sınır bölgeleri,başka bir deyişle „Uçlar“iç bölgelerden farklı sosyal özelliklere sahip bulunmaktaydı.Ucların bu farklı toplumsal yapısı onun özel durumundan kaynaklanmaktaydı.Uc bölgeleri karşı tarafdan gelecek olası akınlara yönelik, hazırlıklı olmak zorundaydılar.Uclarda nüfusun çoğunluğunu göçebe Türkmenler oluşturmaktaydı.Bu göçebe Türkmenler daha öncede belirttiğim gibi Alevi-Batini eğilimli Heterodoks Türkmen babaların ve dervişlerinin nüfuzu altıdaydılar.O dönemde Bizans İparatoluğunun içerisinde bulunduğu zayıf durum nedeniyle bu sınır bölgeleri sürekli batıya doğru,Anadolunun iç kısımlarına doğru kayıyordu.

       XII.yy.sonrası gelişmelerine bakarak bu savaşcıları ile birlikte ilerleyen Alevi Türkmenler Anadolu Selçuklu Devletinin,daha sonra beyliklerin ve bu beyliklerden,Osmanlı İmparatorluğunun doğuşunda birinci derecede rol sahibi olarak görmek doğru olacaktır.

            Anadoluya en büyük göç dalgası Malazgirt savaşı sonrası,ikinci ve daha büyük göç dalgası ise Moğol istilası sonrasında gerçekleşmiştir.Bu göç hareketinin önünde ise savaşcı Alevi Pirleri ve Dervişleri bulunmaktaydı.XII.yy.dan itibaren Anadoluda meydana gelen sosyal-siyasal gelişmelerin Alevi Pir’lerinin ve Dervişlerin etkinliklerini kolaylaştıdığı gibi,halkında onlara bağlandığı söylenebilir.Özellikle oralardaki yaşıyan halk Pir’lerin işaret ettiği Heterodoks Tasavvuf akımlarına mensup Dervişlere ve onların Tekke’lerine büyük ilgi gösteriyorlardı.

            Bu Tekke’lerde Ehlibeyt İslam anlayışıyla birlikte Karmati’lerin,Fatimilerin ve Hallacı Mansur’un İslami yorumlarını Arapcadan Türkçeye çeviri yapan o Yüce İnsan Koca Ahmet Yesevi’nin gösterdiği Ehlibeyt yolu inancına girerek aydınlığa yönelmelerini sağlıyordu.

            O dönemlerde Anadolu Selçukluları Alevilere karşı hoş görülü davranıyolardı isede,Pir’ler ve Derviş’lerin getirdiği aydın İslami yorumlarına,karşı Selçuklu Hükümdarların çevresindeki Ortadoks-Sünniler şiddetle eleştiriyorlardı.Eleştiriler daha çok İslami yorumun yanında,namaz oruç gibi dinsel yükümlülüklere uyulmaması,İslama aykırı olduğu ileri sürülen Cem ibadetleri anlayışlarının uygulanması konularında yoğunlaşmaktaydı.Bu eleştirilerden Ahmet Yesevi ve Ebul Vefa gibi büyük tarıkat uluları bile kurtulamamışlardı. Bunların kurduğu tarikatlarda kadın erkek Cem’de beraber ibadet yapmalarını,Ortadoks-Sünni ve ilahiyetciler’’Şeytan-Ameli’’olarak nitelendirmekteydiler.

             Moğolların Mavereunehiri,İran’ı istila etmeye başlayınca (miladi 1220 yıllarında) buradaki Aleviler akın akın Moğolların baskının dan kurtulmak için Anadoluya doğru kaçmaya başladılar.Belli oymaklar halinde göçebe Türkler Anadoluya yerleşiyorlardı. Türkmen göçebeler özgürlüklerine son derece düşkündüler.Kabile reisi ile basit bir çoban her konuda dahi eşit ve kardeşti.Kadınları, erkeklerin bulunduğu her ortamda yer alırlar, Sünni’lerin getirdiği örtünmeyede uymazlardı.O dönemde bir Alevi ozanı olan Künci şöyle dile getirmiştir.’’Arifler namus-ı ırzın vermez / Tesettür ne demek akıl ermez’’Ancak Anadolu Selçukluları Horasan tarafından gelen Alevi Türkmenlere geniş bir özgürlük vermeye hiçde niyetleri yoktu.Çunkü Selçuklu hükümdarlarına Sünni ulemalar tarafından siz bunlara fazla özgürlük verirseniz o insanları kontrol altında tutamazsınız saltanaatınız tehlikeye düşer diye durmadan uyarıyorlar ve Aleviliği de sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı.

             Moğol akınları sonucu Mavereunehir,horasan,Harzemşahları yerle bir edilmişti.Sürekli Moğol akınları,şehirlerdeki ticari hayatı felç etmiş,Türtistan’a yayılması ile Ahi’lik adını alan Fütüvve kuruluşları için sıkıntılı günler başlamıştı.İşte bu ortamda 2.Gıyasettin Keykubat’ın Sultanlığı sırasında Yesevi Dai’si Baba İlyas Horasn’dan göç ederek Amasya’ya yerleşmişdi.

             Horasan tarafından göç yoluyla,Alevilerin Anadoluda sayıca çoğalmaları Ortadoks Sünni ulemalarını ve Selçuklu Sultanlığını rahatsız etmeye başlamıştı.Anadoluya gelen Alevileri asimile ederek Sünnileşmeleri için çalışmalara yönelmişlerdir.Bu durum tüm Alevileri rahatsız etmeye başlamıştır.

            Yesevi tarikatının en üst derecesi olan Babalığa ulaşmış,Baba İlyas’a göre gerçek olan bu dünyaydı.Yaşamdan sonra başka dünyalarda ödüllendirme ya da cezalandırma yoktu.’’Şariatın saçma hükümlerine uymaya gerek yok’’ diyen Baba İlyas,Toplumda kadın,erkek ayrımı gözetilemiyeceğini,bütün insanların eşit olduğunu ,ancak Sultanların bu eşitliği kaba kuvvete dayandırarak bozduğunu söylüyordu.Batini doktrinin tüm kurumlarına,ruhun ölümsüzlüğüne yeniden doğuşa ve son durağın Tanrı ile özdeleşip bütünleşmek olduğuna inanan Baba İlyas,’’herkes eşittir.Ancak ruhunu geliştirme yolundaki tarikat erenleri Tanrıya daha yakındır’’demekteydi.

           Anadolu Selçuklu Sultanı 2.Gıyasettin Keykubat’ın,Alevi Türkmenlere yaşama hakkı tanımayıp asimilasyon politikası izlemesine karşı Amasya’da bulunan Baba İlyas, Selçuklu Sultanlığına karşı bütün Alevileri isyana çağırdı.Kısa sürede Alevi Türkmenler arasında büyük yankı buldu.Baba İlyas’ın bu çağrısına koşup gelen,yine Yesevi Babası olan Baba İsak bulunuyordu.Baba İsak’ın çevresinde kısa zamanda binlerce kişiden oluşan Alevi Türkmenleri toplandı.Baba İsak’ın komutasındaki bu kuvvet ilk ayaklanmayı Adıyaman, Maraş’dan başlatır.Selçuklu kuvetlerinden Malatya Subaşısı Müzaffeddin Alişir ayaklanmayı bastırmak istedi isede başaramadı,verdiği iki savaşda da yenilir ve yakalanarak öldürülür.

             Elbistandaki Selçuklu kuvvetlerini de bozguna uğratan Baba İsak’ın komutasındaki ordu oradan Sivas üzerine yürür ve şehri ele geçirip ileri gelen Selçukluları etkkisiz hale getirdikten sonra Baba İlyas’a kavuşmak amacıyla Amasya ve Tokat yöresine yönelir. Sivas’daki çarpışma sırasında Hacı Bektaşı Veli’nin kardeşi Menteş şehit düşmüştür.

             Paniğe kapılan Selçuklu sultanları,Armağan Şahı,Babalıları bastırmakla görevlendirirler.Selçuklu ordusu Amasya üzerine yürür ve Babalıların da yetişmesiyle şiddetli bir çatışma olur,sonuçda Selçuklu ordusu bozguna uğratılır,Armağan Şah yakalanarak öldürülür.

            Babalılar ordusu Kırşehir üzerinden Selçukluların baş şehri olan Konya’ya doğru ilerlemeye başlarlar.Moğollara karşı koymaya çalışan Selçuklu ordusunu, geri çağırarak Babalılara karşı savaşılmasını emreder.

             Babalılar ordusu Kırşehir yöresinde Malya ovasına vardıklarında,büyük bir Selçuklu ordusuyla karşılaşırlar.Buradaki savaşda çok güçlü oan Selçuklu ordusu,Babalıları büyük bir yenilgiye uğratarak,çoluk çocuğu hep kılıçdan geçirirler.Baba İsak burada şehit düşer.Baba İlyas’da Amasya’da yakalanarak Amasya kalesinde idam edilir.(Miladi 1240)

             Bu savaşdan sonra Selçuklular Alevi avına çıkarak tarihde emsali çok az görülmüş bir Alevi katliamı yaparlar.Bunun üzerine Aleviler canlarını kurtarmak için Kuş uçmaz Kervan geçmez bölgelere dağılmışlardır.

             Horasan ve Nişabur’un Moğollar’ın başındaki Hülagu tarafından işgal edilirken Babalılar ve Kardeşi Menteş ile birlikte Anadoluya gelen Hünkâr Bektaş Veli, Baba İlyas ile Baba İsak’ın Halifesiydi.Hacı Bektaşı Veli her ne kadar bu şavaşın içinde değil isede, arka safda bu savaşın yönlediricisi ve örgütleyicilerinden olduğu büyük olasılıklar arasında varsayılmaktadır.

            Babalılar isyanı her ne kadar yenilgi ile sonuçlandı isede Alevi’liğin Hz.Ali zamanında kurumlaşarak günümüze kadar geldiğini, kıyımlar yaparak yok etmek isteyen Yobaz zalimler,şunuda çok iyi biliyolardı, Alevi inançı ve Alevi yaşam biçimi dünyalar durdukca var olacağını.    

            Babalılar isyanından 3 yıl sonra (Miladi 1243) Moğol İmparatorluğunun kurucusu Cengiz Han’ın oğlu Hülagu tarafından bütün Anadolu istila ediliyor ve Anadolu Selçuklu devletininde sonu oluyor ve böylece Anadolu Moğol eğemenliği altına girmiş bulunuyordu.

            Hülagu Anadoluyu eğemenliği altına aldıkdan sonra ilk işi Alamut Kalesini kuşatmak oldu, uzun bir mücadele sonu o yıkılmıyan ve Alevi (Batini)felsefesi üreten o güzel insanları kılıçdan geçirdiler.Bu savaşda canlarını kurtaran Aleviler Anadoludaki yandaşlarının yanına sığındılar ve böylece Alevilik Maveraunehirde bir güç olmaktan çıktı.(Miladi 1256) Moğolların inançları Budizim’di.

             HACI BEKTAŞ-I VELİ

            Bu kargaşadan yararlanan Alevi Erenlerinin büyük bir bölümü Hacı Bektaş Veli önderliğinde bir araya gelerek Suluca Karahöyük’de Hacı Bektaş Veli Dergahını kuruyolar.Dergahın kurulmasına öncülük yapan Hünkâr Hacı Bektaş Veli federatif bir sistem getirerek,kendisine yardımcı olan Dervişler ve ocaklar kanalı ile Anadoludan, Azarbaycan ve Maveraunehir’e kadar olan bölgeleri denetleyip Alevi öğretileri veriyordu .Miladi 1270 yılında kurulan Erdebil Dergahı da Hacı Bektaş Veli Dergahına bağlıydı.

             Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin on üçüncü yüz yılın ortalarında yaşadığı bir gerçek.Çunkü 1240 yılında Selçuklu Sultanı tarafından İdam edilen Baba İlyas ile 1260 yıllarında ölen Ahi Evren ve onun çağdaşı olan Kırşehir valisi Nureddin Caca ile Anadoluda görüştüğü ve 1273 yılında ölen Mevlane ile haberleştiği kesin olarak bilinmektedir.

              Hacı Bektaş Veli’nin aktif olarak Babalılar isyanında yer aldığı söylenemez,çunkü bu hususda hiç bir emare ve bilgiye ulaşılamamıştır.O dönemde Alevilerde iki ünvan vardı.Savaşda başarı gösterenlere Gazi,sulhdan yana olup Hakka yakın olduğuna inanılan kişiye de Veli denilirdi.

              Hacı Bektaş-ı Veli Suluca Karahöyük’e yerleştikten sonra orada kurduğu Tekke aracılığıyla halkı Ehlibeyt’in çizdiği yolda eğitme ve aydınlatma faliyetlerine devam etmiştir.Velayetnameye göre ona bağlı 36 bin kişi vardı ve bunların 360 huzurunda hizmette bulunurdu.Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifeleri onunla birlikte Horasan’dan,Anadoluya gelmiş olan,Sarı Saltuk Rumelinde,Abdal Musa Antalya Elmalıda,Gözcü Karaca Ahmet Akhisar’da, İstanbul’da,Afyon-Emirdağı Karaca Ahmet köyü,Akça Koca Akyazı’da,Barak Baba Bigadiç’te,Hızır Samut Bozak’ta Yozgat’ta,Sultan Süca Eskişehir’de,Hacım Sultan Hacım Köyü-Uşak’ta,Taptuk Emre Sakarya’da,Seyit Ali Sultan Kızıl Deli Dimetokya’da,Malatya Fetiye’de,Geyikli Baba Bursa’da, Gül Baba Budapeşte’de ve diger Anadolunun değişik bölgelerinde yüzlerce Ehlibeyt yoluna gönül vermiş Erenler, inançlarının gelişip kök salması için çalışmışlardır. Hacı Bektaş’ı Veli’nin Suluca Karahöyük’e yerleşmesinde İdris ve Kadıncık Ananın da büyük yardımlarının olduğu bilinmektedir.

             Selçuklular tarafından guya İslam adı altında Şekillendirilip şartlandırılarak insan hafızalarını karanlığa gömen bir Şariat sisteminin tapularını kırarak, insanların özgürleşip aydınlığa yönelmesi ve gerçek İslamiyet’in öğretilmesi için Hacı Bektaş-ı Veli ve yüzlerce Erenleri ile Anadolu’nun her bir tarafında hizmet vermişlerdir..

             Hacı Bektaş-ı Veli’nin Suluca Karahöyük’te yaşadığı zaman Anadolu’nun karışıklık ve sıkıntılarla dolu bir devri olmasına rağmen,kaynağı Mavereunehir olan Erenlerde, Baba İlyas,Mevlane, Ahi Evren,Taptuk Emre ve Yunus Emre gibi Türk düşünce hayatını günümüze kadar etkileyen o büyük insanların yaşadığı bir dönemdi.

             Hacı Bekta-ı Veli’nin mürüdü olan büyük ozan Yunus Emre Alevi İslam anlayışını şöyle dile getiriyor.

             İlim ilim bilmektir,ilim kendin bilmektir.

             Çün kendini bilmezsin,bu nice okumaktır.

             

             Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan.

             Şer’in evliyâsıysa hakikatta âsıdur.

         

             Günler geçe yıl çevrile,üstüme sinlem devrile.

             Ten çürüye toprak ola,tozam hey dost deyi deyi.

       

             Duruş kazan ye yedir,bir gönül ele getir.

              Yüz Kâbe’den yiğrektir,bir gönül ziyareti.

     

             Yunus Emre der hoca,gerekse var bin hacca

             Hepsinden eyüce,bir gönüle girmektir.

     

             Birkez gönül yıktın ise,bu kıldığın namaz değül.

             Yetmişiki millet dahi,elin yüzün yumaz değül.

     

             Azrâil gelmez yanıma,sorucu gelmez sinime

             Bunlar benden ne sorarlar,anı sorduran ben oldum.

     

             Bizüm meclis mestlerinün, demleri Enel-Hak olur.

             Bin Hallac-ı Mansur gibi, anun kemin divânesi.

           

              Aşkın aldı benden beni,bana seni gerek seni.

              Ben yanarım düni güni,bana seni gerek seni

    .

              Cennet Cennet dedikleri,bir kaç köşkle bir kaç huri

              İsteyene ver anları,bana seni gerek seni.

            O büyük ve yüce ozan Yunus Emre Aleviliğin gerçek yüzünü sayısız yüzlerce beyitleri ve deyişleriyle böyle dile getiriyordu.Tarihin bütün sayfalarında Yunus gibi İslam anlayışına sahip insanlar Ehli-Sünnet vel Camaat yorumu ile İslamı algılayan Sünni-Ortadoks’lar Kerbela olayından başlıyarak günümüze kadar yüzlerce kıyım yapmışlardır.Sünni Ortadoks’lar tarihin hiç bir döneminde Alevi inançına sahip insanlara yaşama hakkı tanımamışlardı.1992 UNESCO da Yunus yılı ilan edildiği zaman T.C.Hükümetleri o yüce insanla,ve o insanın İslam anlayışında ki toplumlara yaptıkları kıyımlar ve iftiraları görmezlikten gelerek bizim insanlık anlayışımız budıur diye övündüler.

            Anadoluda, Alevi,Sünni,Hiristiyan ve Budi’lerin acımasızca birbirlerine kıyım yaparak yok etmeye çalıştıkları o karanlık günlerde dostluk ve kardeşlik elini uzatıp insanları barışa çağıran o yüce isan, Hacı Bektaş-ı Veli Suluca Karahöyük’e gelirken Barışın simgesi olan Güvercin donunda geldiği söylenmektedir.

              

             Halk dilinde Hacı Bektaş-ı Vel,i’nin Güvercin donunda gelmesi yukarıdada yazdığım gibi Selçuklu’ların ve önceki gelen Sünni Ortadoks Şariat sisteminin ektiği fesat tohumlarının yaptığı tahribatı ortadan kaldırmak için,bütün insanların kardeş olduğunu hiç kimse bir başkasını’’ dininden,dilinden,mezhebinden,ırkından,cinsiyetinden ve renginden dolayı horlayamaz,aşağılayamaz’’diye buyurmuştur.Aleviler de:Ali’idi,Veli olarak geldi denilir.Bunları söylemelerinde çok haklılardı.Çunkü Karmatiler’i,Abbasiler,Fatimiler”i, Eyubiler,Maveraunehiri ve harzemşahlığını, Moğollar,Anadoludaki Alevileride, Selçuklular kıyım yaparak yok etmeye çalışmışlardı.Canlarını kurtaranlarda bir birinden habersiz kuş uçmaz kervan geçmez dağlık bölgelere kaçmışlardı.Alevilik o dönemde kuyuya düşmüş bir güneşe benziyordu.İşte o karanlık günlerde, Hacı Bektaş-ı Veli Aleviliğin inançsal,sosyal ve bilimsel yönleriyle Suluca Karahöyükte bir güneş ışığı gibi bütün dünya insanlarını aydınlanmaya yöneltti.

             Hz.Muhammed’in dünyaya yaktığı ışığı söndürmeye çalışan Ümmeye oğullarına karşı Hz.Ali’nin o kararlı direnişi ve kendinden sonra gelen nesline verdiği ilhamla bütün Dünya insanlığının kurtuluşu olmuştur.

             Hacı Bektaş-ı Veli Anadoluya gelip Suluca Karahöyük’de Alevi Dergahını kurduğunda, etrafında taplanıp kendinden ders alan Horasan Erenleri vasıtasıyla o yöre insanlarına şöyle mesajlar veriyordu.

             ‘’Allah,Muhammed,Ali kutsallığını kalbinde taşıyan,Hz.Ali’nin adaletinden ayrılmıyan,temelinde insan sevgisi bulunan bütün insanlara hoşgörü ile bakan,eline,diline, beline sahip olma prensibini şart koşan,insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlıyarak,laik demokrat İslam anlayışıyla,eşitlikçi,katılımcı, paylaşımcı,düşünceyi savunmalarını,şeriatın bağnaz kurallarına bağlı olmayan ve onu rededen İslam barış, eşitlik,hazinesi bilgi,meyvesi sevgi hamuru ile yoğrulmuş,İnsanı Kâmil ve erdemli yaratan,merhamete gönül veren,korkuyu aşıp,sevgi ile Tamrıya yönelen Enel-Hak ile insanın özünde Tanrıyı gören,yaradan ile yaradılan ikiliğine varlık birliğine varan,edep ve ahlaki yaşamın temeline oturan,insanı yüçelten,kişinin ahlaklı ve karekterli yaşam ilkelerini belirleyen,Hz.Muhammed ve Hz.Ali’den gelen neslin imametini,teberra ve tevelle ilkesi ile sahiplenen,dini biçim ve şekil olarak değilde,gerçek anlamda algılıyan ve bağımsız bir irade gücüyle batıni özelliği ile evrimleştiren,akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren o insanları onurlu bir yaşama yönlendiren ve bunları Kırklar Cemi ile yürüten bir inanç sistemi kavramını,Alevilik olarak veriyordu.’’.

             “Hararet nardadır sacda değildir./ Keramet baştadır tacda değildir.

             Her ne arar isen, kendinde ara./ Kudüs’de Mekke’de Hac da değildir”.(H.B.Veli.)

             Ahi sözcüğü Karmatiler döneminde sanaatkârlara verilen bir ünvandı.Ahi sözcüğünün Türkçe karşılığı ‘’İzci’’dir.Anadoluda kendilerini Ahi olarak isimlendiren büyük ilim ve irfan sahibi kişiler bulunmaktadır.Bunlardan Ahi Evren,Ahi Edibali gibi İslamiyeti ilim ve bilime yönelten çok değerli Dai’ler yetişmiştır.Ahi Evren ve Ahi Edibali gibi bir çok Ahi’ler Hacı Bektaş-ı Veli’nin talebelerindendi. Bunlar batı Anadoluya oradanda Balkanlara doğru göç edip Hacı Bektaş-ı Veli’den aldıkları ilhamlarla Ehlibeyt yolu doğrultusunda Barışı hoşgörülüğü dostluğu ve eşit paylaşım siloganlarıyla yöre kalkının gönlünde taht kurmuşlardı.

             Ahi’lerde Cem Erkânlarında görülen kemer bağlama(kemerbest olma) aynı tasdan sakka suyu içme.temiz elbise giyme,tarikata girişde dualar etme,her talip yol kardeşi tutma ve bir yol atasına bağlanma zorunluluğu olması,çeşitli derecelerden geçmek için bir çok yol erkânını yerine getirmesi,her derecenin ayrı ayrı sırlara sahip bulunması gibi konular,Hacı Bektaş-ı Veli’nin bu teşkilata yaptığı etkinliklerin açık göstergesidir.Ahi’ler X1V.yüzyılın sonlarına doğru Bektaşı adını alıp,soylarını Hacı Bektaş-ı Velinin sülalesine dayandırmışlardır.

            Hacı Bektaş-ı Veli Suluca Karahöyük’deki dergahında Heterodoks nitelikli bir İslam propağandası yürütmekteydi.Hacı Bektaş-ı Veli yaşadığı dönemde kendi adına herhangi bir tarikat kurmamıştır.Sadece Ehlibeyt’in söylemlerini ve yaptığı Kırklar Cemini Türkçeleştiren Koca Ahmet Yesevi’den aydılanan Lokman Perende’den aldığı ilhamla kendisini ilim ve irfan hazinesi yapan Hacı Bektaş-ı Veli ne bir tarikat nede ayrı bir inanç sistemi yaymaya çalışmıştır.Hacı Bektaşı Veli atası Ehlibeyt’ten kendisine kadar gelen İslam’da gerçek olan Alevi İslam anlayışını bütün insanlara anlatmaya çalışmıştır.

             Hacı Bektaş-ı Veli 1271 yıllarında Hakka yürümesile Anadolu Erenlerinin gönlünde kurduğu tahd filizlenerek ta Balkanlara kadar ulaşmıştı.Hacı Bektaş-ı Veli vefaatından sonra Dergahında calışan cok degerli Ehlibeyt Erenleri vardı.bunlardan bazıları şöyle,Karadonlu Canbaba,Sarı Saltuk,Abdal Musa.Seyit Ali Sultan Kızıl Deli,Koluaçık Hacım Sultan ve Kaygusuz Abdal gibi Ermiş kişiler bu dergah’da çalışmışlardı.

             Moğollar tarafından ortadan kaldırılan Selcuklu Devletinin toprakları üzerinde bir çok Beylikler meydana geldi.Menteşoğulları,Karamanoğulları,Germiyenoğulları,

    Karesioğulları,Sahipatoğulları Candaroğulları, Aydınoğulları,Dulkadiroğulları, Pervancıoğulları ,Saruhanlıoğulları gibi beylikler oluşturuldu.Bu beyliklerin en kuvvetlisi Karamanoğulları’ydı,bu beylik 15.yüz yıla dek varlığını koruya bilmişti.

             1256 yılında Moğollar Selçuklu Sultanlığına son verdikten sonra Anadoluda İlhanlı devletini kurdular.Bu devlet zaman zaman, Horasan erenlerine büyük sevgi ve sempati ile bakmaya başladılar.İlhanlı devletinin Han’ı Gazan,Karadonlu Canbaba ile yakın ilişki kurarak Karadonlu Canbaba’nın ilmine,irfanına ,hoşgörülü tavırlarına.eşit paylaşımcılığına,insan sevgisine ve gördüğü bazı kerametlerine hayranlık duyarak topluca Aleviliği kabul etmişlerdi, İlhanlılar da Gazan ve Olcaytu döneminde Ebu-Bekir,Ömer ve Osman’ın isimlerinin anılmasını dahi yasaklamıştı.1353 yılında Celayirliler tarafından,İlhanlı devletine son verildi.

                                                                OSMANLI DEVLETİ:

             1299 yılından 1920 yılına kadar üç kıtaya hüküm süren Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul bey Kayı boyu Oğuz Türklerinden olup, 13 yüzyılda Orta Asya’dan batıya göç ederek Anadoluya geldiler ve Selcuklu Sultanı tarafından Bizans sınırında Sögüt Kasabası yöresine yerleştirildiler. Kayı boyu Oğuz Türklerindendir.

             Ertuğrul’un küçük oğlu Osman Bey,Selçuklu devleti dağılıp yerine bir çok beylikler kurulmaya başlayınca kendiside Söğüt kasabasında kendi adına beyliğini kurdu ve zaman zaman sınırlarını genişletmeye başladı.

              Sünni inancına sahip olan Osman bey,Alevi Erenlerinden olan Ahi Ediballı’nın kızı ile evleniyor.Gerek kayın babasının Alevi olması ve gerekse Ortasya’dan gelen Türklerin Anadoluda çoğunlukda olması, Osman Beyin Alevilere karşı hoşgörü ile yaklaşması ve herkesin inancına saygı göstermesi Alevi inancındaki insanları safına çekmesini başarabilmişti.1326 da Osman beyin öldüğü gün Bursa’yı fet eden Askeri kumandanın Abdal Musa Sultan olduğu söylenmektedir.Osman beyin ölümünden sonra yerine oğlu Orhan bey geçti ve Bursa’yı başkent yaptı.Sonra İznik ve İzmit’i elegeçirdi.Çanakkale boğazından karşıya geçerek Avrupa’ya adım attı.(Gelibolu 1354) Orhan Gazi’nin ölümünden sonra yerine oğlu 1.Murat geçti.(1359) 1.Murat Yeniçeri ordusunu kurdu ve bu ordu Alevi kökenli insanlardan oluştuğu için Pir olarak da Hacı Bektaş Veli Dergahına bağlandı.1.Murat döneminde Hacı Bektaş Veli’den ilham alan o büyük Pirler katkısyla trakya,Bulgaristan ve Mekedonya’yı elegeçirerek sınırlarını genişletince 1.Murat,Sultan ünvanını alıp,yavaş yavaş Beyliği, İmparatorluğa dönüştürmeye başladı.Osmanlı ordusunun işgal ettiği topraklarda, kendi toplumsal,dinsel ve kültürel düzenlerini koruyorlardı.Buna karşılık devlete vergi vermek ve savaşda aker vermekle yükümlü tutuluyorlardı.1.Murat’ın ölümüyle yerine gelen (1389) 1.Beyazıt doğuda Fırat’a,Batıda Macaristan’a kadar sınırlarını genişletti. Bu Fetihlerde yine Alevi Pir ve Baba’larının büyük katkısı olmuştur.Budapeşte’de Gül Baba türbesi Osmanlı Beyliği döneminde,Osmanlılar Alevilere karşı çok hoşgörülü davranıyor.Her tarafda topuzlar çalınıyor Alevi beyitleri söyleniyordu.

            Beyliğin sınırları genişleyince,Osmanlı Beyliğinden,Osmanlı İmparatorluğuna dönüşen devlette,Arapça Medrese eğitim uygulamalarına geçince,Eğitim dili tümüyle Arapçalaşıyor, Dilbilgisi,mantık,kelam,belagat vıkıh,usulü vıkıh,hadis ve usulü hadis gibi dersler verilip,Sünni İslam anlayışı doğrultusunda öğretiler verilmeye başlanıyor.Osmanlı Padişahları Türk dilini dışlayarak kendi saraylarında Arapca Fasca karışımı bir dille konuşuluyor.Türkçe konuşan insanlar ikinci sınıf insan olarak görülmeye başlanıyor.Saraya Arabisrtandan gelen Emevi kültürüyle yoğrulmuş yobazlar hakim oluyor.Alevileri yavaş yavaş Osmanlı devletinden soyutlamaya çalışıyorlardı.

             Saraya alınan Emevi bozması yobaz Arap ulemalar 1.Murat ve 1.Beyazıt’a şu telkinlerde bulunuyorlardı.Siz burada’’Alevilerin hakim olduğu bir imparatorluğu uzun zaman ayakta durdurmanız mümkün olamaz’’diyorlardı.Sünni din adamları Alevilere karşı kinlerini dolaylı yoldan açıklamaktanda kaçınmıyorlardı.Çunkü Alevilerin çoğunlukda olduğu yerde özgürlükler hakim olacak.Şariat düzeni çok cılız kalıp o insanları kontrol altında tutmanız mümkün olmıyacaktır denilmekteydi.

             1402 yılında 1.Yıldırım Beyazıt’ın,Timurlenk’le yaptığı Ankara savaşında büyük yenilgiye uğrıyarak ordu komutanlarıyla birlikte Timur bunları esir edip topluca Semerkand’a götürüyor.Hacı Bektaş Dergahına bağlı olan Şah Safiyuddin’in kurduğu Tekkenin başında Haca Ali bulunuyordu.Timurlenk’in götürdüğü esirleri haber alan Haca Ali talibi olan Timur’un önüne çıkarak Alevi kökenli insanların serbest bırakılması ricasında bulunuyor, Timurlenk’de Haca Ali’yi kırmıyarak ne kadar Alevi esiri varsa hepsini serbest bırakıyor ve serbest bırakılan esirler doğruca Erdebil’e giderek Haca Ali ve Safavi Dergahın da çalışan insanlarla tanışıyorlar,orada bir kaç gün kaldıkdan sonra memleketlerine dönüyorlar ve böylece Erdebil tekkesi o insanların gönlünde taht kuruyor.

             Bu savaşda esir düşen 1.Yıldırım Beyazıt yenilgiyi içine sindiremiyerek zehir içip intihar ediyor.Timur orduları çekildikden sonra Yıldırım Beyazıt’ın çocukları arasında taht kavgası başlıyor ve 1.Mehmet kardeşlerini yenerek Osmanlı Tahtına oturuyor.

             Alevi’lerce Yedi Ululardan biri sayılan Seyit İmadettin Nesimi 15.yüzyılın ilk çeyreğinde çıkıp Memluklu’ların uyguladığı Emevi şariat düzeni ile İnsanları Şartlandırıp şekillendirerek beyinlerini karanlığa gömdüğünü her platform da dile getiriyordu. İslamın siyasallaşmasına karşı çıkarak Ehlibeyt hiç bir dönem İslamiyeti siyasete alet etmemiştir diyordu..Seyit Nesimi bireylerin özgür düşüncesini savunuyor ve Enel-Hak diyerek Hak Muhammed Ali yolunun böyle olduğunu söylediği deyişleri ve beyitleriyle en hücre yerlere bile ulaşa biliyordu.Bu durumu öğrenen Memluklu Sultanları bu zındık adam Şariat kurallarına karşı geliyor ve aynı zamanda halkı inançlarından çıkararak kafir ediyor diye Halep’de yakalatıp Önce derisini yüzüyorlar sonrada idam ediyorlar.(Miladi 1418).İşte o dönemde Ehlibeyt’in aydın yolunu beyitleriyle anlatarak Dünya’ya tuttuğu ışığı da söndürmüş oldular.  

             Ey Nesimi can Nesimi,Bilki hak aynındadır.

             Bunca mahlukun vebali,Ulema boynundadır.

             Anadolu’da Alevi inançlı kişiler Sünni inançlı kişilerden sayıca çok çok fazlaydı ve bu fazlalık Osmanlı Sultanlarını rahatsız ediyordu.XV. yüz yıla gelindiğinde Osmanlı’larda Alevi’leri nasıl etkisiz hale getirilir düşüncesi tartışılıyor.Çunkü ellerinde güçlü piyade gücü olan yeniçeriler de Hacı Bektaş Dergahına bağlı Alevi inançına sahip insanlardı.Bunları azalaltarak etkisiz hale getirmenin tek yolu vardı o da böl ve sömür taktiği idi.Bunuda belli süreç içerisinde aşamalı olarak gerçekleştirmeye koyuldular.Sarayda özel olarak bölücü ve asimile edici uzman kişiler yetiştirdiler.O insanları inançlarından nasıl uzaklaştırırız diye yöntemler uygulamaya başladılar.Önce Yeniçeriler içerisinde devşirme usulüyle eğitip geliştirerek onlara siz Bektaşı’sınız deyip Hacı Bektaş Dergahını Osmanlı kuklası haline getirdiler.

             Öbür tarafda Erdebil derhahına bağlı olan Alevilere Kızılbaş,Toroslarda,Doğu Anadoluda,İç anadoluda ve Güney doğuda yaşayan Göçebe Alevilere Türkmenler,Ege ve Akdeniz bölgesinde yaşıyanlara Tahtacı ve Celpni diye Balkanlarda yaşıyanlara Bektaşı gibi lakaplar takarak,Bektaşılığın dışında diğer Lakap taktıkları Alevi topluluklarına hiç alakası olmıyan çeşitli düzme iftiralar yaparak Alevi inançını horlayıcı ve aşağılayıcı olarak tanıtmaya başlamışlardır. İslamiyet içerisinde Dünyaya ışık tutup aydınlatan o güzel Aleviliği değişik isimler altında iftıralar atıp kara lekeler sürerek,Ehli Sünnet vel Camaat yorumuyla İslam anlayışı getirip, insanların yaratıcılığını yok edip Şartlandırıp şekillendirerek yobazlaştırıp doğma kalıp bir toplum yaratarak saltanatlarını uzun zaman sürdürmekti.Bu yaptıklarında da çok başarılı oldular.

              Hacı Bektaş Veli Dergahı Osmanlı kontrolu altına geçince ve dergaha atanan Postunişanlar Osmanlı Şariat düzenini Ehlibeyt’in yaydığı İslamiyet gibi göstererek Ehli Sünnet vel Cemaat havariliği yapmaya başlayınca,Anadoludaki Aleviler topluca Erdebil Dergahına bağlanmışlardı.Erdebil Dergahına bağlananlara Kızılbaş,bunlar mumsöndü yaparlar,ana, bacı tanımaz namaz kılmaz,oruç tutmaz, bunların dini ve mezhebi yokturdur onun için nikahları haram cenaze namazları kılınmaz diyerek büyük çapta karalama kampanyası başlatmıştır. Batıdakilerine ise siz Bektaşısınız çunkü siz Hacı Bektaş’ın izindesiniz diye Hacı Bektaş Dergahında oturan Postunişanlar kanalıyla guya Hacı Bektaş-ı Veli Osmanlı’ların savunduğu İslam anlayışını savunurmuş gibi gösterip Batıdaki Alevi’lere siz Bektaşı’sınız,Erdebil Dergahı ile bağlantılı olan Anadoludaki Aleviler’den ayırarak onlar Kızılbaş diyip, büyük çapta Osmanlı propagandası yapılmıştır.Böl ve sömür taktiğinde şöyle bir yöntem uygulanmıştır.

             Guya Şah İsmail,Çaldıran da,Osmanlı ordusunu yenseymiş, Hacı Bektaş Dergahına gelip, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Türbesini dağıtıp yerle bir edecekmiş.Bu kişilerin Şah İsmail’in kişiliğini ilim ve irfanını bilmiyenler için geçerli olduğu kanısındayım.Çunkü Şah İsmail söylediği Deyiş ve Düvaz İmamlarda Pirim Hünkar Hacı Bektaş Veli diye hitap eder.Bunları söyleyen o Ulu ve Yüce İnsan’ın böyle bir şey yapması hayal edilebilirmi.Bu Osmanlı ihanet propagandası söylemlerini,Bektaşılar 1980 yıllara kadar söyleyi gelmişlerdir.

              Osmanlı Devletinden dışlanan Aleviler Yıldırım Beyazıt dönemi ile birlikte devletle Alevilerin yabancılaşması başlamıştır.

              Bu ortamda Şeyh Bedrettin toplumda büyük ölçüde toplumsal bir devrim tasarlar.Kendisinin Simav kadısının oğlu olmasına rağmen halklar arasında tam bir eşitlik önerir toprak ve iş vereceğini,yeni bir düzen getireceğini vurgular.Bir Sünni olan Şeyh Bedrettin bilgi ve becerisiyle Batı Anadolu ve Rumelinde kendine bağlı öbekler oluşturur.

              Gerçekten Bedrettin kesinlikle bir Alevi ve Batini degildi.Amma gücünü Osmanlı Devletinden dışlanan Alevilerden almıştır.

              Bedrettin’in düşüncesinin savuınucusu olan Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt’ın çocuklarından Musa Çelebi kardeşi 1.Mehmet’e yenilerek öldürülür.

              Bedrettin Osmanlılar tarafından yakalanarak İznik Kalesinde hapise atılırken,kendisine destek olan Alevi önderlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’ı Karaburnu-Aydın yöresine yollar,o yörede topladıkları Alevilerle bir güc oluşturarak Osmanlılara karşı ayaklanmayı başlatırlar ve böylece iki Alevi büyüğü Osmanlılarla karşı karşıya gelirler.

             Osmanlı Padişahı 1.Mehmet’in ordusu önce Börklüceli Mustafa’nın Alevi kuvetlerini,Aydın’da yenip,Börklüceli Mustafa’yı da yakalıyarak tutsak edip Efese götürürler.İdamdan kurtulması için,inancından dönmesi istenir.Börklüceli Mustafa inancından dönmeyeceğinde israr etmesi üzerine, Çarmıha gerilerek idam edilir ve cenazesi kentin içinde gezdirilir.

             Ardından Osmanlı Ordusu Tolak Kemal’ın üzerine yürür ve Manisa yöresinde yapılan zorlu bir savaş sonu Torlak Kemal yenilir,yandaşlarının çoğu kılıçdan geçirilir.Torlak Kemal’da Manisa’da idam edilir.

             Şeyh Bedrettin 1416 yılında hapis bulunduğu İznik kalesinden kaçarak Rumeli kıyılarına doğru gider ve Osmanlı Ordusunun üzerine geldiğini öğrenince,kendini güvenceye almak için,Alevilerin çoğunlukta olduğu Deli Orman bölgesine geçer.Burada bir baskın sonucu yakalanarak Sereze getirilir ve çıplak olarak Serez çarşısında idam edilir.1420.

              Balkanlardaki Alevilere Erdebil’in kolunun uzanamadığı için,Osmanlılar onları yanlarına çekerek kendi Şariat düzenleri içerisinde çıkarları doğrultusunda kullanmışlardı. Osmanlı kendi Şeyhulislam’larının kontrolü altında olup onların gösterdiği yönde eğitim alan Bektaşi’lere hoşgörüyle bakmıştır.Büyük kentlerde Şeyhülislam’ların kontrolu altında olmak şartıyle Bektaşi adı altında yüzlerce tekke açılmasına müsaade etmişlerdir.Aynı zamanda Yeniçeri’lerinde Bektaşı Dergahına bağlı olduğu bilinmektedir.

             Osmanlılar,Kızılbaş,Bektaşı ayrımı yaptığında Hacı Bektaş-ı Veli’nin soy secereside dahil bütün kaynaklarını yok etmişlerdi.Çunkü Hacı Bektaş-ı Veli’nin kaynakları var olduğu müddetçe sevenlerinin kokuşmuş ve yozlaşmış bir Emevi düzeni olan Şeriat’la uyum içinde Bektaşıların yaşamaları mümkün olmıyaçaktı.Hacı Bektaş-ı Veli’nin islam anlayışı ceddi Ehlibeyt’in yaydığı özgürlükçü İslam anlayışıydı.Osmanlı’ların İslam anlayışı ise Şartcılığa dayalı Biçimsel mantık üzerine kurulmuş totaliter bir Emevi İslam anlayışının devamı olduğu,uyguladığı Şariat düzeninde de açıkca görülmektedir.Bundan dolayı Batini felsefesiyle İslamiyeti algılayan Aleviler’in,Zahiri felsefesiyle İslamiyeti algılayan Sünni’lerle barış içinde yaşamaları hiç bir dönemde mümkün olmamıştır.Çunkü İslam anlayışlarında çok büyük farklılıklar vardı.

          1447 yılında Erdebil Dergahında Şah İbrahim Veli’den sonra yerine oğlu Şah Cüneyit geldi.Akkoyunlu Devletinin kurucusu Alevi sempatizanı olan Uzun Hasan,Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah’a karşı Şah Cüneyid’in taraftarlarından yararlanmak için kız kardeşi Hatice Begim’i Şah Cüneyid’le evlendirir.Burada şunuda belirteyim Karakoyunlu’ların Şahları Alevi sempatizanı idiler. Şirvan Hükümdarlarıyla girdiği bir savaşta Şah Cüneyid Şehit oluyor.1460

           Şah Cüneyid’in Şehit düşmesinden sonra Erdebil Postuna Şah Haydar geliyor.Şah Haydar’da Dayısı Uzun Hasan kızı Alemşah Begim’i Şah Haydar ile evlendiriyor.Şah Haydar Erdebil postuna oturunca Kendi ve yandaşlarının başına Oniki İmamları temsilen başlarına oniki dilimli kırmızı taç giymiştir.Onun için Şah Haydar taraftarlarına Kızılbaşlar diye söylenmeye başlanmıştır.

            Şah Haydar Anadoludaki Alevilerle çok yakın bağlar kuruyordu.Anadoluya gönderdiği Pirler vasıtasıyla Kerbela Matemi kültü Ehlibeyt doslarına sevgi (tevella) ve Ehlibeyt düşmanlarına lanet (teberra) Safavi inanç kaynağının temelini oluşturdu.Şirvan Şahı tarafından şehit edilen Şah Haydar’ın yerine oğlu Yar Ali geçer ve kısa zaman zafında hızla gelişen Erdebil Dergahına Akkoyunlular saldırı düzenliyerek Yar Ali’yi şehit ederler.Küçük yaşda olan İsmail’ide mürütleri tarafından kaçırılarak Gilan’a götürülür ve saklarlar.

            Anadolu Alevileri Osmanlı Sultanlarının kendilerine karşı giriştikleri asimilasyon politikalarına sert tepki gösteriyorlardı amma karşı koyacak ve el atacak güçlü bir kuruluşlarıda yoktu.Osmanlılar Bektaşı adı altında Yeniçeri Ordusuda dahil Batıda ve Balkan’lardaki Alevilere siz Bektaşısınız onlar Kızılbaş deyip Hacı Bektaş Veli Dergahına atadıkları Sırp kökenli Balım Sultan kanalıyla gerekli propagandaları yaparak Batıdaki Alevi kökenli insanları bölerek saflarına almayı başarmıştı.

             SAFAVİ DEVLETİ:

            1501 yılında Şah Haydar’ın oğlu Şah İsmail meydana çıkarak Baş Şehri Tebriz olan Safavi Devletini kurmasıyla Anadoludaki Aleviler Osmanlı’lara karşı duydukları nefret ve kinden ötürü topluca Ehlibeyt yolunun kurtarıcısı olarak gördükleri Şah İsmail’in safında yer aldılar.Şah İsmail kendine bağlı Pirler aracılığıyle, (Hatayı maslahasıyla) yazdığı Deyiş,Düvaz İmam ve Kerbela Mersileriyle Anadoludaki Alevilere ulaştırıp o güzel günlerin geldiğinin mesajını vererek gönüllerini fet ediyordu.

            Safavi devletini kuran Şah İsmail Şemahiye’de iken Tebriz’de Keçeci’yi vezir tayın ediyor ve yanınada 7 kişilik saygılı Alevi Pirlerinden müteşekkil bir meclis oluşturuyor.Bu uygulama Daha önce 9.yüzyılda kurulan Karmati devletinde,10.yüzyılda kurulan Fatimi devletinde de görülmüştü.Şah İsmail’in kurduğu Safavi devleti layık bir devletti.Devletin başı Şah İsmail’idi amma inanç yönünde “Şah Hatayı” olarak kendini tanıtmıştır.Çunkü devlet başkanı olarak hata yapabilir olmasını göz önünde bulundurarak inanç yönünü idolojisinden ayırmıştır.Şah İsmail 1502 de Akkoyunlu devletini ortadan kaldırınca Kerbelâ da Safavi topraklarına katılmıştı.

            Rivayet olunur.Şah İsmail Kerbelâ şehitlerine çok saygı duyduğu için bir gün Kerbelâ şehitlerini ziyarete gidiyor ve bir rehberden 72 Şehitler hakkında bilgiler almaya çalışırken orada bulunan bir türbeye bu kim diye sorduğunda Rehber,bu Yezit ordusu baş kumandanı Hür ibni Riyah diyor,önce Hz.Hüseyin’e karşı gelip Kerbela çölünde Ehlibeyt Kervanını durdurmuştur ve sorada Ehlibeyt tarafına geçerek Yezit ordusuna karşı çarpışarak şehit düşmüştür diyor.Şah İsmail kendi düşüncesine göre Hür’ün yaptığı kötülük,iyiliğinden daha fazla deyip yanındaki muafızlarına bu mezarı eşerek kabrini çıkarıp başka yere defnedin diye emir veriyor ve muafızlar derhal eşip Hür’ün mubarek naaşını çıkarıyorlar ve Şah İsmail görüyorki Hürşehid’in o güzel vucudu hiç bozulmadan sap sağlam duruyor,koluna Hz.Hüseyin’in sardığı mendil hala sarılı duruyor,sarılı mendili çözdüğünde kann akmaya başlıyor ve derhal sarıp muafızlarına geri gömülmesini emrediyor.Bu olaya çok üzüldüğünü ve İnanç yönünde hatalı olduğunu söyleyerek Hatayı maslahasını alıp,Hürşehit’den şöyle özür diliyor.

            Hata kıldım Hüda için bağışla

            Muhammed Mustafa için bağışla

            Safı nesli Cüneyid Haydar oğlunu

            Ali-el Mürtaza için bağışla.

     

            Ali’nin Düldülü’nün Kanberi

            Zülfükâri kaza için bağışla.

            Hatice Kübra Fatimatı Zehra

            İmam ol sinsile için bağışla.

            

            Hasan ki aşk ile girdi meydana

            Hüseyin’i Kerbelâ için bağışla

            İmam Zeynal İmam Bakırı Cafer.

            Kâzim Musa Rıza için bağışla.

     

            Muhammed taki’dir Şah Ali Naki.

            Hasan el Askeri liva için bağışla.

            Muhammed Mehdi-yi sahip zamanı.

            Eşiğinde geda için bağışla.

     

            Günahım hadden aşıpdur ey Şahım

            Ali oğlusun Eba için bağışla

            Oniki İmam nur oldu can Hatayı

             Şahım nuru Hüda için bağışla.

            

            O yüce insan yukardaki dörtlükden de anlaşıldığı gibi Hürşehit’den özür dilemiştir.Aşağıda ki beyitden de Hürşehit’in mezarını açtımasından dolayı tövbekâr olduğunu dile getirip inanç yönünde HATAYI maslahasını almıştır.

            Ey müselmanlar esir-i zülf-i yârem doğrusu.

            Bu siyehkârın elinde bikararem doğrusu.

     

            Derdim ol dilber yanında itibarım var menim

            Yokladım ettim yakin bi-itibarem doğrusu.

     

             Bir kuru candan n-olur kurban edim cânanıma.

             Ol peri ruhsarrlıdan çok şerimsarem doğrusu.

     

             Şah HATAYI seyre çıktı açtı Hürr’ün kabrini

            Bari’ilahi avf kıl kim tövbekârem doğrusu.

            Şah İsmail Safavi Devletinin başı bilerek ve elinde olmıyan nedenlerle cana kıymış olabileceğinden inanç yönündeki ismi Şah Hatayı’dır.Pirinin huzuruna Şah Hatayı olarak çıkıyordu 

            Şah İsmail Ehlibeyt yoluna çok bağlı ve Alevilerin Yedi Ulularından bir tanesidir.

    Şah İsmail Safavi devletini kurar kurmaz Anadoludaki Aleviler derin bir nefes aldılar.Bölük bölük Tebrize gelerek Şah İsmail’i ve Erdebildeki Safavi Dergahını ziyaret ediyorlardı.Artık bütün Dünyadaki Alevilere sahip çıkacak bir devletin var olmasıydı.

             Şah İsmail hiç bir zaman o güzel Aleviliği kendi siyasetine elet etmemiştir. Kurduğu Safavi Devletinin toprakları içinde bir çok çeşitli inançlardan toplulukların hepsine eşit muamele yaparak onların gönüllerini fet etmiştir.Şah İsmail Safavi Devletini dine dayalı Şariat sistemi ile değil,dinle Devlet işlerinin bir birinden ayrı olarak Demokrasi kuralları içerisinde yönetmiştir.

              Safavi hanedanlarının soyu,kendi soy secerelerine bakıldığında 7.İmam Musa-i Kâzim’e dayanır.Alevi Pirlerinin Mürşid kabul ettikleri Şahlar arasındaki bağlantı işte böyle sağlam ve kutsal esaslara dayanmaktadır.Safavi Hanedanlarının Pirliğe atadığı kişilerde Evladı Resul soyundan olduğunu isbatlıyan soy secereleri bulunmaktaydı.

             Dünyanın herhangi bir yerinde bulunan Alevilere, Şahlar bu Pirler vasıtasıyla ulaşıyorlar ve o bölgedeki Ocaklarda tekke eğitimi ile Alevi öğretileri veriliyordu.

             Şah İsmail,Safavi Devletini Kurup o engin gönlü yüksek ilim ve irfan sahipliğiyle yazdığı Düvaz İmam,Deyiş ve Mersiyeleriyle insanların gönlünde taht kurmaya başlayıp,Anadolunun her tarafında’’Maslahası Hatayı’’Şah İsmail’in Beyit ve deyişleri söyleniyordu.Alevi inançı batıda ve doğuda hızla gelişiyordu.Osmanlıları büyük korkular sarmaya başladı. .Osmanlılar,olmazsa,olmaz diyerek,Şah İsmail ve yandaşlarıyla aralarına kalın duvarlar çekilmesi gerekliliğine inanıyorlardı.Şah İsmail’e karşı şiddetli bir Muhalefet geliştirerek Emevi hükümdarı Muaviye’nin Hz.Ali’ye karşı taktiği örnek alarak Safavilere karşı uzun bir yıpratma ve yandaşlarını yoketme yöntemine başvurmuşlardı.

             Şah İsmail’in Anadoludaki Pir’lerinden Osmanlıların sindirme politikalarına karşı çıkan Nur Ali Koyuluhisar’daki Alevileri başına topluyarak Osmanlı baskılarına karşı baş kaldırıyor ve Osmanlı ordusuna yenilen Nur Ali bir kısım askeriyle birlikte Şahzade Murad’ı da alarak Safavi’lere sığınıyor.Safavi devleti kurulduktan sonra Osmanlılara karşı başkaldıran ilk ayaklanmaydı.1509.

             Şah Kulu Erdebil Dergahından Anadoluya Pir olarak gönderilen Hasan’ın oğludur.2.Beyazıt döneminde asimilasyona,baskılara ve Erdebil’e gidip gelmenin yasaklanmasına karşı çıkan Şah Kulu Tekke’nin kızılkaya köyünde kendi müritlerini başına toplıyarak Osmanlı emirlerine uymamaya çağırıyor ve kısa zamanda büyük bir kitle oluşuyor.Bu çatışmada Sah Kulu’nun şehit düştüğü yandaşlarının da Safavilere sığındığı söylenir.1511.Bazı yazarlarımız 2.Beyazıt’ın Bektaşı olduğunu söylerler.Bu söylem maksatlıdır.Çunkü o dönemde bütün Bektaşı baba ve dedelerinin Osmanlı düzenini ve şariat sistemini kabullanarak Anadoludaki Alevileri ile Şah İsmail’in askerlerini kılıçdan geçiren Bektaşı Postunişanına bağlı olan Yeniçeri ordusuydu.Osmanlı Padişahlarından bazılarını Bektaşı göstererek,yaptıkları yardımdan dolayı kendi suçlarını ve pisliklerini kapatmaya çalışmalarıdır.Osmanlılar hiç bir zaman ve hiç bir dönemde Bektaşı olmamışlardır ve aynı zamanda Emevi kültünün hararetli savunucularındandır.

             1512 de Trabzon’da Vali bulunan Yavuz Selim Babası 2.Beyazıt’ın Safavi’lere karşı pasif kaldığını ileri sürerek Yeniçerilerin de yardımı ile kardeşlerini öldürüp babasını da zehirleterek Osmanlı tahtına oturup ilk iş olarak Anadoluda ne kadar Alevi varsa hepsinin listesini çırartıp,büyük oranda soy kıyımı yapıp,sonrada Safavi Devletinin üzerine yürüyerek Anadolu’da ve İran’da ne kadar Alevi varsa hepsini kılıçdan geçirmekti.Şeyhulislamlara Aleviler alehinde fetvalar yazdırarak Kamuoyu yaratmaya çalışıyor.

            

             Yavuz Selim aşağıdaki fetvayı o dönemin Şeyhulislamı İbni Kemal ve Müftü Hamza Efendi’ye, yazdırarak bütün Cami’ler de okunmasını emrediyor.

             1-İslam dini ve Kuran’ın bozulması

             2-Şariatın yasakladıklarını mübah saymak

             3-Şariat ve Muhammed’in uygulamalarına hakaret.

             4-Kuran ve öbür Şariat kitaplarına hakaret ve saygısızlık.

             5-Osmanlı ulemasını aşağılama ve küçültme.

             6-Cami’leri tahrip etme.

             7-Ebubekir,Ömer ve Osman’ın halifeliklerini yadsıma.

             8-Muhammed’in karısı Ayşe’ye iftira etme ve söğme.

             9-İslamın öbür kurallarına uymamakla suçluyorlar.

             Bu anılan ve de bunlara benzeyen öbür kötü sözleri ve eylemleri,ben ve öbür bütün İslam dini alimlerince açıkca bilindiği için şariat hükmünün ve kitapların verdiği haklara dayanarak fetva verdik ki,onlar kâfirler ve dinsizler topluluğudur.Ve de onlara sempati gösteren batıl dinlerini kabul eden,yardımcı olanlarda kâfir ve dinsizdir.Bunları kırıp topluluklarını dağıtmak bütün Müslümanlar’ın görevidir.Müslümanlar’da ölen kutsal şehitlerin yeri Cennetin en yüce katıdır.O kâfirlerden ölenler ise hakir olup Cehennemin dibinde yer tutacaklardır.Bunların durumu Kâfirlerin sahibi durumundan daha kötüdür.Bu topluluğun boğazladığı gerek okla gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdardır.Onların gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler geçerli değildir.Bunlara Miras bırakılmaz.Yalnızca İslamın Sultanına ait kasaba varsa,o kasabanın bütün insanlarını öldürüp,mallarını,miraslarını ve karılarını alma hakkı vardır.Bunları toplamadan sonra ,tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı tümü öldürülmeli.Bir kimseki onlardan olduğu bilinir ya da onlara giderken yakalanırsa hemen öldürülmelidir.Bu topluluk hem kâfir hem imansız,hem de kötülük yapıcı olduğundan,iki nedenle de öldürülmeleri vaciptir.Dine yardım edenlere Allah yardım eder.Müslüman’lara kötülük yapanlara Allah da kötülük yapar.(Kaynak Osmanlı arşivi)

           Osmanlı Sultanı Yavuz Selim yukarıda yazdırdığı onlarca fetvayı yüzlerce Cami’lerde hutbe olarak okutup,önce kamu oyu yaratmış ve arkasından Bektaşıları ve Yeniçeri ordusunu safına alıp,Anadoluda 40 binin üzerinde Alevi’yi kılıçdan geçirerek büyük bir Alevi kıyımı yapmıştır.

            Yavuz Selim Anadoluda Alevi kıyımı yaparken Bektaşı’lardan tam desdek almıştır.Bütün fetvaları Kızılbaşlar üzerine verdirmiştir.

             Yavuz Büyük kıyımlarla Anadoludaki Alevi’leri etkisiz hale getirip,sindirmesinden sonra Şah İsmail üzerine sefere çıkar.Osmanlı ve Safavi orduları İran’ın Hoy kentinin kuzey doğusuna düşen Çaldıran’da karşılaşırlar.İki orduda aynı dili konuşur,askerler aynı bölgenin, aynı yörenin ve aynı ülkenin insanlarıdır.Şah İsmail hiç bir zaman Osmanlılarla savaşmayı göze almamıştı.Çunkü Şah İsmail’in ordusu sayı bakımından daha az ve ateşli silahlardanda yoksundu.Buna karşılık Osmanlı ordusu sayıca hem fazla hemde ateşli silahları çok fazlaydı.Her iki ordununda kurmayları Türkmenlerdi.Savaş Osmanlıların Topcu ateşiyle başlar ve bu ateşli silahlar Safavi ordusunu büyük oranda yıpradır.Sonunda Yeniçeri Ordusunun saldırıya geçmesiyle Safavi orduları yenilgiye uğratılır ve geri geriye çekilmeye başlar.Osmanlı orduları Safavi ordularının peşinden gitmeye cesaret etmeden geri dönerler isede Doğuanadolu’dan Tebriz’e kadar Osmanlıların kontrolu altına geçer ve böylece Aleviler kendi yarattıkları devletten ve kendi yandaşlarından büyük darbe yerler,bir dahada toparlanamazlar.Bu dağnıklığın etkisi günümüze kadar sürüp gelmiştir. Ağustos 1514.

            Anadolu’daki Aleviler o büyük kıyımdan sonrada hiç bir türlü asimilasyonu kabullanmamışlardır.Dağlara çekilerek Osmanlı yönetiminden uzak kendi içlerine dönük kapalı bir yaşam biçimini seçerek inançlarından taviz vermeden Pir’ler vasıtasıyla birbrleri arasında iletişim kurup fırsat bulduklarında Osmanlılara karşı ayaklanmaları sürdürmüşlerdir. Bunlardan Baba Zünnun,Bozoklu Celal ve diger bir çok Celali başkaldırıları inandıkları bir dava uğruna Mürşidler ve Pirler kanalıyla yürütülmüştü.

             Osmanlılar tarafından,Alevi’lere karşı çok büyük kıyımlar, sürgünler, katliamlar, baskılar ve Şeyhulislamlarca verilen fetvalara rağmen Anadolu’nun önemli bir bölümünü oluşturan halk kitlelerinin,Şah’lara karşı bağlılıklarını azaltmak şöyle dursun,bu bağlılığı dahada artırdığı görülmektedir.

             Şah İsmail Anadolu’nun en uzak köşelerine kadar ulaşan Pirler kanalıyla Aleviliğin inanç esaslarının yazılı olduğu kitaplarıda ulaştırabiliyordu.Bunlardan en önemlisi Safavi Buyruğu,gibi değişik kitaplardan oluşmaktaydı.Bu kitaplar hale Alevi pirlerinin evlerinde bulunmaktadır.Safavi propagandasıyla birlikte bu inança tabi toplulukların ortak sosyal ve dinsel düzenlemelere tabi tutulduğu görülüyor.Şah İsmail ve Mürşid’leri Anadolu’da, Mavereunehir’de ve Azarbaycan’ın dört bir yanında yaşayan Batini gurupların toplumsal yaşamda ve inanç esaslarında standart bir sistem sağlamışlardır.Mürşid’lik,Pir’lik,Rehber’lik ve Müsaib’lik kurumunu hiyareşik bir düzen içerisinde kurumlaştırarak günümüze kadar gelmesini sağlamıştır.Sah Hatayı’nın söylediği Mehraclama ve Düvaz İmamlarıyla Alevi ibadet şeklini çerçevesini çizerek bütün Türk Alevilerince kabul edilen bir ibadet şeklini Balkanlardan, Hindistan’a kadar yaymıştır. Aleviliğin sosyal ve dinsel yapılanması hiç kuşkuya yer vermiyecek şekilde,Batini Türk boylarınca kurulan Safavi Devletinin İlim ve irfan sahibi Şah İsmail’in ürünüdür.

           Çaldıran’da Şah İsmail’in,Yavuz Selim’e yenilmesiyle Anadolu’da Osmanlıların Alevilere karşı giriştikleri kıyımlardan kaçarak kuş uçmaz kervan geçmez dağlık ve sarp bölgelere yerleşen kitleler,oldukca disiplinli sosyal ve dinsel bir cemaat hayatı sürmeleri sürecine girmişlerdir.Bu Osmanlı baskıları yüzünden Aleviler 500 nüfusun üzerideki yerleşim alanlarından kaçarak küçük obalar halinde düşmanın kolunun uzanamıyacağı ıssız bölgelere ulaşılması güç coğrafi alanlara gitmelerini zorunlu hale getirmiş ve buralarda devlet düzenine uzak yabancı,kendi sosyal ve dinsel gereksinmelerini karşılamak üzere bir toplumsal yapılanma ortaya çıkmıştır.Bu süreçde hem coğrafi hem sosyal hemde inançsal marjinallaşma yaşanmış olmasına rağmen daha çok küçük köyler ve obalar halinde olan yapılanma aynı zamanda Pir’ler aracılığıyle birbirleriyle iletişim halinde olan bir organizasyona da sahiptiler.

    Bu iletişim ağı sayesinde Balkan’lardan Mavereunehire kadar Aleviler arasında İslam Alevi anlayışında özünde farklı yönler bulunmamaktadır.

            XVl yy.da yaşıyan Alevi Pirlerinden ve yedi ululardan biri olan Pir Sultan Abdal Alevi’lerin acımasızca kıyıma uğradığı bu kargaşa dönemde,Osmanlıların Sivas’s atadığı Hızır Paşa tarafından önce Sivas kalesinde zindana atılarak işkence yapılıyor sonunda darağacında idam ediliyor.Pir Sultan Abdal idamdan önce Hızır Paşaya şöyle sesleniyor.

            Sizde Şah diyeni öldürürlerse.

            Bende bu yayladan Şah’a giderim.

     

            Yürü bire Hızır Paşa./Seninde devrin kırılır.

            Güvendiğin Padişahın./O da bir gün devrilir.

            Pir Sultan Abdal’ın(Asıl adı Haydar dır.bazı beyitlernde Koca Haydar olarak geçer bu da o dönemde büyük ve kültürlü insanlara verlen ünvanndı.) doğumu kesin olarak bilinmemekte isede XVl.yy. başlarında doğduğu ve Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasb ile Kanuni Süleyman zamanında yaşadığı 1548 veya 1550 yılında Hızır Paşa tarafından Sivas’da idam edildiği yapılan araçtırmalarda varılan ortak noktadır.

            Emevi’ler den başlayıp Şariat düzenini savunan Abbasi’ler,Selçuklu’lar,Eyubiler, Memluklular ve Osmanlılar da,Alevilerin aydın ve özgür İslam anlayışlarından dolayı kendi zalim saltanatları için tehlike olarak görüp,o insanları kendi yandaşlarına potansiyal suçlu olarak göstermişlerdir.Ondan önceki Şariatcılar gibi Osmanlılarda Aleviliği dindışı ve ahlakdışı olarak nitelendirip aşağılayıcı iftıralar atarak,bunlar mumsöndü yapıyorlar yalanlariyle Cami’lerde Kızılbaşlar aleyhine fetvalar okutup, Sünni insanların beyinlerini yıkayıp aşağılayıcı iftira sözcüklerini Sünni insanların bilinç altı yerleştirerek büyük bir Kızılbaş düşmanlığı geliştirmişler ve Alevi’lere yaşama hakkı tanımamışlardır.Bundan dolayı Alevi’lerde kendilerine yaşama hakkı vermiyen Osmanlılara Yezit diye hitap etmişlerdir.(Yezit Emevi Hükümdarı, Kerbela’da Hz.Hüseyin’ile birlikte 72 Ehlibeyt yandaşlarının katili).Yezit sözcüğü günümüz faşizminin eş anlamındadır.Çunkü birileri kalkar Burjuva dikratörlüğünü savunur,birileri çıkar Proletorya dikratörlüğünü savunur,bir başkasıda Şariat düzenini savunur, Allah adıyla dikdatörlük yapar,bunun üçü de Faşist dir, içeriği bakımından birbirlerinden hiç farkları yokturdur.Bundan dolayı Aleviler Osmanlı idaresini hep Yezit düzeni saymışlardır.

             Safavi devleti 1736 yılında Nadir Şah tarafından ortadan kaldırılınca ,Artık bundan sonra Alevilerin el atacak yerleri kalmıyor, Osmanlılara karşı büyük ve örgütlü ayaklanmalarada son veriyorlar ve el ele el Hakka şiarıyle Pirler vasıtasıyla zencir halkası gibi birbirlerine bağlı olan Alevi’ler içlerine kapalı bir yaşam biçimi geliştirmek zorunda kalmışlardı.

             Aleviler Yezit düzeni saydıkları Osmanlı idaresiyle her türlü bağlantıyı kesmişler,inanç,adet ve törelerini dış dünyaya kapalı olarak yüz yıllarca yaşatmayı o yüce Ulu Ozanların sözlü coşkulu edebiyatlarının büyük katkılarıyla başarmışlardır.

            Aleviler’in sessiz ve sakin içine kapanmasını ganimat bilen Osmanlı Padişahı ll.Mahmut,(VAKKAY-I HAYRİ-YE olayını başlatıyor )tarihler boyu Osmanlı şarıat düzeninin savunucusu ve vurucu gücü olan Bektaşileri ve Bektaşı yan kurumu Yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vererek Yavuz Selim’in Kızılbaşların katliamı hakkındaki verdiği Fermanın aynısınıda Osmanlı Padişahı ll.Mahmut Bektaşılar alehinde fetvalar verdiriyor ve şöyle diyor.İçimizde öyle bir nesil varki bunlar fesat yuvaları haline gelmiş dini imanı ve mezhebi olmıyan Kuran’ı ve Şariatın buyruklarını yok sayan dinsizleri görüldüğü yerde katledilip karısını almak malını yağma yapmak kadar sevap hiç yoktur deyip önce kamoyu yaratmıştır.

            Sonrada 8.Temmuz.1826 gecesi aniden kendi kolluk kuvetlerine emir vererek Yeniçeri ve Bektaşıların yoğun olduğu bölgeleri top atışına tutarak yerle bir ettiriyor.Yeniçeriler ve Bektaşı Dede Babaları bir türlü toplanamıyarak ölenler ölüyor kalanlarda gizli köşelere saklanıyorlar.Osmanlılar yüzlerce Bektaşı tekkelerini kapatıyor ve yüzlerce Bektaşı büyüklerini de idam veya sürgün ediyorlar.Osmanlı Şariat düzeniyle uyum içinde yaşıyan Osmanlı pastasından pay alarak rant sağlıyan ve Osmanlı Şariat düşmanları Alevi’lere karşı vurucu güc olarak kullandığı Bektaşı’ler Osmanlılarla ters düşüp rantları kesilince tarihler boyu Kızılbaşlara karşı kan gusan Alevi inancını ve aydın düşüncesini dindışı gören Bektaşı baba ve Dedeleri,coğunluğu Sünnileşti.Bir kısmıda Alevilerin içine girerek Alevi İslam anlayışının savunucusu olmaya ve aydınlanmaya başladılar.Bunu yaparkende Bektaşı Dedeleri Alevilerin içerisine girerek, tarihler boyu yıkılmayan ve inançlarından taviz vermeyen Kızılbaş Alevilerin kurumlarında değişiklikler gösterip kendi saflarına çekerek Osmanlı’lardan kesilen çıkarları Aleviler içerisinde aramaya başlamışlardı. Bu yapılanmada yine Alevi ve Bektaşı ayrımı yapılarak,Osmanlıların İmparatorluğa dönüşündeki ayrımcalığı yeniden Alevi gündemine getirerek Bektaşı dedeleri Aleviler üzerinden rant sağlamayı başarmışlardır.Alevi hiyaraşik düzenin de bazı değişiklikler yapmayıda ihmal etmemişlerdir.Bunlardan bazıları şöyle kurumlarda ve cem törenlerinde değişiklik yaparak Halk arasında Şah İsmail’i düşman gösterip, Alerviliğin Örf adet töre ve kutsal değerlerinde tahribatlar yaparak Alevilikte olmazsa olmaz 4 kurumdan Mürşid’lik,Pir’lik,Rehber’lik ve Müsaip’lik kurumlarını, ikiye indirmişlerdir ve kurumlarında kurumu kalmamıştır.Bu günkü Bektaşı tarikatında Bektaşı dedelerinin Piri ve Rehberi yoktur.Şah Hatayı Maslahasıyla anılan Mehraclama’ya karşı altarnatif olarak 1880 lerden sonra ikinci bir Mehraclama çıkarmışlardır. Çunkü böyle değişiklikler yapmasalardı Bektaşı dedeleri kendilerini halk arasında kabullandırmaları çok zor olacaktı.Bunların Osmanlılardan koparak Aleviliğin içine girmeleri Alevi’likte büyük bir inanç erevizyonua yol açmıştır. Daha doğrusu yarardan çok zarar getirmıştir.

             Büyük Alevi Ozanı FAKİRİ (Cafer Baba 1866-1932.) Hacı Bektaş Tekkesinden Çırak toplamak için gelen kişilerin etrafında toplanan ve ona bağlanan insanlara aşağıdaki dörtlüğü söylemiştir.

             Nazirciler doğru sürse yolunu

             Amma işleğinde sahteleri çok.

             Cümle alem o sultana kul ille.

             Hani buyruğunda noktaları yok.

     

             Pir yok Rehber yok doğru irahda.

             Mürşid’e yetmişler gözleri Şahda

             Ne güzel bunların eli dergâhda.

             Bir mıh üzerine tahtaları yok.

      

             Dört kapunun üçü kapandı noldu.

             İtikat kalmadı ihtilâl buldu.

             Söz çoluk çocuğun elinde kaldı.

             Tan eyler insanı nükteleri çok.

     

             Kimse bilmez kim seviyor Bektaş’ı.

             Halin bilmeyenler atıyor taşı.

             Kimi hırka giyer olur Bektaşı.

             Onunla yüzlenir ustaları çok.

     

             Boşuna çalışman bu devri ahır.

             Eski ki süreği ettiler tehir.

             Terketmiş karayı ağından okur.

              Bahsetmiş benliği nükteleri çok.

     

             Kimi öyle kimi böyle sürünür.

             Pak olmuş her şeyden yunmuş arınır.

             Bağlamış nefsini ölü görünür.

             Yalandır hilafdır hastaları yok.

     

              İçerler pis suyu der ki meytanı.

             Gevşetir,çözer söker kaytanı.

             FAKİR,der :Yaramaz feyli Şeytanı.

             Kesilmez fesadı ukbaları çok.

             Alevi kültünü savunan binlerce büyük tasavvufu ozanlar tarihin her döneminde var olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralıyabilirim,Ozan Kumru,Fatimiler döneminin,Koca Ahmet Yesevi Mavereunehir de Xll. yy.da yaşamış. Azarbaycan’da,Anadolu’da,Suriye’de ve Irak’ta yaşamış olan Yunus Emre Xlll yy.da,Abdal Musa,Kaygusuz Abdal XlV yy.da,Seyit NesimiXVyy.da,Şah Hatayı,Füzulü, Yemini,Pir Sultan Abdal.Kul Himmet XVl yy.da, Virani,Genç Abdal,Güvenç Abdal XVll yy.da,.Sıtkı Selim,Eşref oğlu XVlll.yy da,Sadık Baba,Dertli XlX.yy.da, Fakiri Baba XX.yy.ın ilk çeyreğinde yaşamıştır.XX.yy.ın sonlarıda yaşıyan Aşık Veysel,Davut Sulari,Aşık Daimi Feyzullah Çinar,Sivas’da Emevi bozuntuları tarafından yakılarak şehit edilen Muhlis Akarsu,Hasret Gültekin,Madımak otel yangınında güçbela kurtulan çağın Pir Sultanı olan l7.5.2002 günü Hakka yürüyen Aşık Mahsuni Şerif gibi Aydınlığa ve Çağdaşlığa yönlendiren o güzel ruhlu insanlara Atatürk Cumhuriyetinde de sahip çıkılmamıştır.Onlara karşı kin duygularını açıkca göstererek bu yüce insanlara Devletin radyolarında ve Televizyonlarında hiç bir şekilde yer vermemişlerdir. Amma onların bestelediği yapıtları başkalarının ağzından duymaktaydık.En Demokrat ve Çağdaş olduğunu iddia eden her platfomda Sosyal Semokrat olduğunu söyleyen Parti liderleri de dahil halk arsasında çağdaşlığa,aydınlığa ve evrenselliğe çağrı yapan Alevi kökenli ozanlarımızı hiç bir şekilde kabullanıp içlerine sindirememişlerdir.O ozanlarımızın inandıkları Karaca Ahmet Cemevini bir gecede dozerlerle yıktıran o günün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan şimdiki Başbakanımız seçim propagandasında Aşık Mahsuni’nin şu dörtlüğünü söylüyor ‘’Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana,bilmem söylesemmi,sölemesemmi’’Yine Başbakanın Hocası Erbakan seçim propagandalarında kendi düşüncelerindeki yaratıkların dar ağacında idam ettirdikleri Pir Sultan’ın şu dörtlüğünü silogan olarak kulanıyorlar.’’Gelin canlar bir olalım’’ amma sonunu sölemiyorlar sonu şöyle ‘’Yezit’e kılıç vuralım,Hüseyin’in kanını alalım,Tevekkellü tahal Allah’’ Günümüzde Ehlibeyt’in ektiği o güzel bahçedeTarihin her döneminde sayısız İslam’a ışık tutan ölümsüz Güller yetişmiştir amma Emevi kalıntısı yobaz Şariat özlemcileri tarafından sarmaşıklar dikilerek o güzelim bahçeyi yok etmeye çalışmışlardır.

            Osmanlıların yıkılıp 1920 de Kurulan Türkiye Büyük Millet meclisini,Aleviler büyük sevinçlerle karşıladılar.Çunkü Mustafa Kemal Paşanın Heteredoks İslam anlayışında bilgili aydınlığa yönelik bir düşünce tarzının olduğuna inanıyorlardı.Bundan dolayı Aleviler Mustafa Kemal’ın hep yanında yer almışlardı.Alevi büyükleri taliplerine mektuplar yazarak Her platformda Mustafa Kemal’ın desdeklenmesini sağlamışlardı.

             1923 de Kurulan Türkiye Cumhuriyeti ilk yıllarında gerçekleştirilen reformlar Alevi’leri bütünüyle olmasada memnun eden çalışmalardı.Belli başlı yapılanlar,Cağdaş eğitim birliğine yönelik düzenlemeler,Şariat kalıntısı Halifeliğin kaldırılması ve laik esaslara dayalı bir çağdaş hukuk sistemine yönelmesi,kılık kıyafetin çağdaşlaştırılması,Arap harflerinin kaldırılarak yerine Türk sözçüklerine daha uygun latin harflerinin getirilmesi ve soy adı kanununun çıkarılması, Alevilerin içtenlikle anında kabullandığı ve uydukları yasalardı.Aleviler hiç bir dönemde Anadolu’nun Araplaşmasını kabulanmamışlardı. Selçuklu’lar ve Osmanlı’lar saltanatları sırasında Fasça ve Arapça karışımı bir lisan konuşurlarken,Anadolu’daki Aleviler tarihin hiç bir döneminde kendi geleneklerinden örf adet ve törelerinden taviz vermeden her tarafda topuzlar çalınıp Türküler,Deyişler söyliyerek ibadetlerini Türkçe yaparak ata kültürlerini yaşatmışlardı.Eğer Aleviler Anadolu’da azımsanamıyacak kadar çoğunlukta olmasaydı ve Osmanlılara uysalardı,bu gün Türkiyede Türkçe konuşan ve ben Türküm diyen tek kişi bulunamazdı.

              Heteredoks İslam anlayışına sahip olan Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün Cumhur Başkanlığı dönemide Aleviler’e karşı Sünni’ler tarafından herhangi bir münferit olaya raslanmamıştır.Bu dönem Osmanlı’nın 620 sene şartlandırıp şekillendirdiği Sünni ümmetçi bir toplumunu yıkarak yerine Ulusal bir toplum düzeni getirmesine rağmen Alevi Sünni arasında Mezhep çatışmasının çok fazla olması beklenirken 1950 yılına kadar küçük çapta ve bireyler arasındaki olaylar dışında,örgütsel bir çatışma söz konusu olmamıştır.

             1950 de çok partili sisteme geçip Demokrat Parti ikdidara gelince Osmanlı Şariat özlemcileri yavaş yavaş seslerini yüksetmeye başladılar.Demokrat Parti tarafından büyük tavizler verilmeye başlandı.Atatürk ve İnönü zamanında Türkçe okunan Ezan terkrar Arapça okunmaya başlandı.Hükümetler kanalıyla Şehirlere ve Köylere Camiler yapılmaya başlandı.İmamhatip okulları açtırıldı,Kuran kursları verilmeye başlandı.Kısa zaman zarfında bu gelişme Onbinlerce Cami,Yüzlece İmamhatip Okulları ve binlerce Kuran kursları açılarak,Alevi’lerdende topladığı paralarla Devlet bütçesinden karşılanıyordu.Türkiye nüfusunun % 70 ini etkisi altına alarak Osmanlı Şariat sisteminin rüzgarları esmeye başlamışdı.Atatürk ilkeleri çiynanıyor,Aleviler Osmanlı döneminde olduğu gibi horlanıp aşağılanıyor.Her tarafda Alevi katliamları başlıyor İl ve İlçelerdeki malları yağmalanıyor. Bunlar o dönemdeki sağ partililer tarafından destekleniyor.Cumhuriyet kurulduğunda sonra ilk katliam ve yağmalama (DERSIM KATLIAMI  1938 BASLI BASINA FARKLI BIR KIYIM OLDUGUNDAN SITEMIZDE DERSIM SOYKIRIMI SAYFASINDA BULABILIRSINIZ ''Ana sayfanın hemen altında Dersım soykırımı ve Şuare Dersım Sayfalarına bakabılırsınız Dolayısıyla Dersım soykırımı Harcınınde Bellı Baslı bırtakım olaylar yasanmıstır Ama Yobazların Tam olarak yenıden soykırıma basladıkları donem 1966 da Marasta en kotu yuzunu gostermeye baslamıstır dersım Soykırımından sonra '' DERSIM SOYKIRIMI SAYFASINDAN ulasabılırsınız.www.kizilbel6262.tr.gg/) 1966 yılında Kahraman Maraşın Elbistan İlçesinde vuku buluyor.Doğan Kılıcın ve Aşık Mahsuni Şerif’in de verdigi konserde,1300 yıl önceki Muaviye’nin uzantısı olan yaratıklar tarafından konser salonu basılarak orada bulunan insanlar linç edilmeye çalışılmıştır ve sonuç olarak da Elbistan’da ne kadar Alevi Dükkanları ve bir çok evler yağmalanmıştır.Elbistan olayını takiben 1969 da Malatya da Kemal Abbas olayı,l974 de Erzincanda Alevi dükkanları yağmalanıyor.1974 de Hamido’nun öncülüğünde Malatya’da Alevi Dükkanlarının yağmalanması, yine 1978 de Hamido’nun Eskişehir den gönderilen bir bomba ile öldürülmesinin arkasından Malatya’da Alevi dükkanlarının yağmalanması ve Alevi olan Çavuşoğlu,Haçuva mahallelerinin basılarak üç çocuğun öldürülmesi, Maraş’da l978 de öldürülen iki solcu öğretmenin yapılan cenaze töreninde çıkan olayların arkasında Alevi dükkanları yağmalanıyor ve bir Alevi Mahallesi olan Yörük Selim mahallesi basılarak 115 Alevi kökenli yaşlı kadın çocuk kıyımı yapılıyor.1979 da Sivas da Alevi mahallesi olan Ali Baba mahallesi basılıyor bir çok insanın hayatına mal oluyor.1980 de Çorumda Alevi yerleşim ve iş yerleri basılıp yağmalanıyor 30 üzerinde Alevi insanı katlediliyor.

             Aleviler Atatürk’ün kurduğu Partide yer almışlardı.Bu olaylar bir kısmını dahada sola kaymasına sebep olmuşdur.1965 den sonra kurulan sağcı hükümetler Şariat özlemcilerine büyük tavizler vererek onların yanında yer almışlardı.Bu da Alevilerin mevcut düzenle kurtuluşlarının olmıyacağını insanlığın baş düşmanı Şariatın ve ırkcılığın Türkiye’yi ele geçireceği endişesiyle Aleviler Sosyal Demokrat ve aşırı solda yerlerini almışlardı.Bu da gösteriyorki Hükümetlerin aşırı sağcıların yanında yer alması ve devletin bütün olanaklarından yararlandırılmaları mevcüt Hükümetlerin ve tutucu Sünni baskıları Alevileri aşırı sola yönelmelerini zorunlu hale getirmiştir.

             XX. yy. üçüncü çeyreğinde UNESCO Helsinki Dünya konferansı toplantısında bir karar alarak,’’Dünyadaki bütün ülkelerde Din,dil,ırk,Mezhep,renk ve cinsiyet gözetmeksizin herkes eşittir deniliyor ve o dönemin T.C. Başbakanı da bu kararı imzalamasına rağmen, T.C. Hükümetlerinde orta çağ düşüncesi hakim idi. Dünya hızla bilime yönelerek bilimsel mantığın hakim olduğu bir dönemde 12 Eylül 1980 de ihtilal yapıp ikdidara gelen Kenan Evren Cuntası yukarıda saydığım yağmalamalar, katliamlar ve zulümler yetmemiş gibi 500 bin Alevi gençlerinin belli kesimini İdam ederek ve kurşunlatarak öldürttüler diğerlerinide zindanlara atarak işkenceden geçirip yüzlercesini katletmiş ve sakat bırakmışlardı.1980 Askeri cunta bu yaptıkları yetmemiş gibi bütün Valiliklere birer genelge göndererek, Alevileri kontrol altında tutmalarını ve o insanların çok tehlikeli olduğunu ve dikkatlı olmalarının gereği üzerinde duruyor.Bu da atası Muaviye’nin vasiyeti gereği olsa diye düşünüyorum. Şariat özlemcisi yobazlar Sudi Arabistan Şariat düzeninin sağ kolu olan Rabıta örgütü ile işbirliği yaparak onlardan aldığı yüklü paralarla Türkiye ve Avrupa’daki yobaz hocaları beslemiştir.1950 yılında ikdidara gelen Menderes hükümetiyle filizlemeye başlayan yobazlar 12 Eylül 1980 Cuntasının gelmesiyle büyük güç haline gelmiştir.

              2 Temmuz 1993 günü Camiden çıkan 15 bin kişilik Emevi uzantıları büyük bir yobaz kitlelerince her ne kadar Aziz Nesin bahane edildi isede, hedef geçmişde olduğu gibi Alevi’lerdi.Sivas Valisinin yardımıyle yaptırılan Pir Sultan Abdal Anıtının açılış törenine katılan Ozan sanaatçı ve Yazarların bulunduğu Madımak otelini abluka altına alıp 7 saat bekledikten sonra bütün güvenlik güçlerinin gözleri önünde 33 can yakılarak şehit edilmişlerdi.Burada Pir Sultan heykeli ile Atatürk’ün büstünü kırarak parçalarını iplere bağlayıp sokaklarda sürümüşlerdir.

             1980 Cuntası güvenlik güçleri içerisinde bulunan Pol. der.i temizliyerek boş yerlere yobaz ve ırkcı Ülkücü mafyanın adamlarıyla doldurdu.Kenan Paşanın geliştirdiği güvenlik güçleri 2.Temmuz 1993 de Sivas’da 33 canın yakılmasına seyirci kalırken,1994 de Gazi mahallesinde Alevilerin gittiği bir kahve faili meçul kişiler (Güvenlik güçlerinin içindeki Ülkücü mafya ile yobaz bozuntularının yaptığı sanılmaktadır) tarafından taranarak bir kişinin ölümüne bir çok kişininde yaralanmasına sebep olunmuştur.Kahvenin etrafında toplanan Alevi insanların üzerine yine güvenlik güçleri tarafından ateş açılarak Gazı mahallesi ve Ümraniye’de 26 kişinin ölümüne 200 e yakın kişininde yaralanmasına sebep olmuşlardır.

             1996 lara gelindiğinde Türk Silahlı Kuvetlerin başındaki çağa göre kendini yetiştirmiş bilgili aydın Komutanlar yobazların bu gidişine dur demek zorunda kaldılar.8 yıllık mecburi çağdaş eğitimi getirmeye zorladılar.Şariat havariliği yapan Erbakan ve yandaşlarını Devlet yönetiminden uzaklaştıdılar.Refah Partinin Başkanı olan Necmettin Erbakan meydanlara çıktığında diger partililere şöyle söylüyordu’’sizi gidi sizi Batı taklitçileri sizi’’diye diğer partiler batıya yaklaşıyorlar,biz ise İslam birliği kurarak islam ortak pazarını gerçekleştirip para birimine geçeceğiz ve ortak paramızın adıda İslam Dinarı olacak ve biz bunları gerçekleştirmemiz kanlımı olur kansızmı bunuda zaman gösterecek diyordu.Erbakan’ın uzun zamandır yanında çalışan Partinin her kademesinde görev alan bu insanlar Erbakan’dan ayrılıp Parti kurup ikdidara gelince Türkiye’yi Avrupa birliği üyesi olması için büyük gayret içinde olmalarına rağmen,ben bunların samimi olduklarına bir türlü inanamıyorum.Çunkü Amerikan, Irak savaşında olduğu gibi önceden kuzeyden cephe açılması için 60.000 kişilik Amerikan Askerlerinin Türk topraklarında koşunlandırılmasına garanti vererek birinci teskereyi parlamentodan geçirmişlerdi ve Amerikan Askerleri gerekli askeri malzemeleri getirip Güney Doğuya yerleştirmişlerdi. Mevcut Hükümet ikinci teskerede bir köylü ayak oyunu oynayarak Meclisden geçmesini engellemiştir.Amerikan Askerleri silah ve tecizatlarını alarak çekip gitmişlerdir.Avrupa Birliğinede aynı oyunu oynayacaklarından büyük kuşku duymaktayım.

             Avrupa Birliğine girme pahasına AB. Uyum yasaları adı altında mevcut yasaları değiştirerek Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkeleri olan layikliği savunan güçlü kurumları yasal olarak safdışı bırakıp,yasamada çoğunluğu ele geçiren AKP.ikdidarı yürütmede ve yargıda kadrolaşarak önemli yerleri ele geçirip şariatın yolunu açan ortamı hazırladıktan sonra yukarıda belirttiğim gibi ABD.ye oynanan oyunun aynısını AB.ne giriş süreci içerisinde Birliğe katılmamak için köylü ayak oyunları oynuyarak engelliyeceklerine içtenlikle inanmaktayım.Çunkü Bakanlar Kurulundaki bütün insanların karılarının ve kızlarının kafalarını paketliyerek beyinlerini karanlığa gömen kişiler nasıl bir çağdaşlaşmış Avrupa’nın parçası olmayı düşünüyorlar.AB.bu tip insanları nasıl içlerine sindirecekler bunuda bir türlü anlayabilmiş değilim.AB. halkları arasındaki yargı Kapalı kadın ve kocalarının aşırı İslami dinci olup her birinin bir terörist Usama bin Ladin’in El Kaide örgütü olduklarına inanırlar. Böyle inançlara sahip insanlarla Avrupa’ya entegre olmasının mümkün olamıyacağı her platform da dile getirilmektedir.

              Değerli canlar ,Hz.Muhammed’in Hakka yürümesiyle başlayan ve günümüze kadar gelen İslamda yozlaşmayı bütün olanaklarım dahilinde siz okuyucularıma açıkca anlatmaya çalıştım.Diger yorumlarıda sizlerin taktirine bırakıyorum.

          KIZIL OĞLUNUN GURBETE ÇIKIŞI

         Haydar Kızıloğlu Belli bir süre sonra o da gurbetçi kevranına karışıyor.Haydar Bosch firmasında çalışırken bir çok Türk arkadaşlarıyla tanışıyor.Bunlar Benim Alevi kökenli olduğumu bilmiyorlardı amma bir çok konuşmalarında Alevilere hakaretler ederek geçmişde verilen bilinçaltı yerleştirilmiş dinsiz,mumsöndü yapar ana bacı tanımazlar diyerek tarihden gelen söylemlerini sürdürüyorlardı.

          Bir gün kendi kendime düşünmeye başladım biz Türkiye’de Sünni tayfasından korkuyorduk.Çunkü Devletin bütün olanakları Sünilerin elinde idi.Devlet Alevileri yasal olarak da yok sayıyordu.Laik ve çağdaş Avrupa’da Demokrasinin beşşiği olan bir ülkede neden korkayım diye düşündüm amma bu insanlara kendimin Alevi olduğunu söylersem benden uzaklaşırlarmı korkusu aldı.Çunkü Camilerde hocaların verdiği vaazlarda Kızılbaşlarla çok samimi olmayın sizleri yoldan çıkarır dediklerini duymuştum.Bir gün Karadenzli Laz hocanın Alevilere karşı aşağılayıcı ve hakaret dolu sözlerine tepki olarak kendimin Alevi inançlı olduğumu söyleyince o toplumda bulunan insanların çoğunluğu sen Kızılbaş değilsin diyerek bana tepki gösterdiler.O insanlar benim Alevi olmamı bir türlü kabullanamıyorlar ve tekrar tekrar soruyorlar gerçekten sen Kızılbaşmısın dediklerinde ben Alevi olmamdan dolayı onur duyuyorum dediğimde, tam olarak inandılar ve konuyu bir dahada gündeme getirmediler,amma bana karşı bakış açılarıda değişti.Eskiden benimle sıcak ve samimi olan kişiler konuşmalarında resmi ve mesafeli olmaya başladılar.

            Firmada yakınımda çalışan Hacı Osman Hoca ilede samimi konuşuyorduk.Bir gün yanıma oturarak bana bazı sorular sordu,sen gerçekten Alevimisin ve neye inanıyorsunuz bana anlatırmısın dedi.

            KIZILOĞLU: Biz Aleviler,Aleviliğin İslamın özü, Allahın birliğine Hz.Muhammed’in Peygamber,Hz.Ali’nin de veliyullah olduğuna inanırlar,daha doğrusu Allah,Muhammed,Ali üçlüsüne sevgi ve aşk ile yaklaşırlar,bunun üçününde İnsan sıfatında bir nur olduğuna inanırlar.

            OSMAN : Siz islam’mısınız,Allahın bir olduğuna Hz.Muhammed’in Allahın Resulu olduğuna inanıyorsunuz da niçin abdest alıp namaz kılmıyorsunuz ve Ramazan orucu tutmuyorsunuz. Apdest alıp namaz kılmıyan tam olarak ramazan ayında oruç tutmıyan ve İslamın beş şartını yerine getirmeyen yani şahadet getirip, namaz kılmıyan, Ramazan orucu tutmayan, Hacca gitmeyip Zekât vermeyen kişiler Müsliman olamazlar.İslam olmak için bu beş şartı yerine getirme mecburiyeti vardır.

             KIZILOĞLU: Kuran’da Bir insanın Tanrıya ibadet etmesi için namaz kılması şart diye herhangi bir tanımı olmadığı mevcut..Bir insan ibadetini yürürken,otururken ve yatarken de tanrıyı zikederek de yerine getirebilir. Kuran’da İslamın beş şartı vardır diye herhangi bir buyruk yok İnananların Kuran’ın bütün surelerine uymak zorunluluğu vardır. Kuran vahiy yoluyla Hz.Peygamber’e gönderilen Allah’ın buyruklarıdır.Kuranda buyururki İnsan aklı Kuran’ın üstündedir der.Çunkü Kuran’ı çok iyi gelişmiş zekâlı insanlar yorumlar.Aklı zekâsı zayıf olan insanların Kuran’ı yorumlaması uygun değildir.Emevi hükümdarı Muaviye ile başlayıp menfaatperens insanların Kuran’ı özünden saptırmasıyla, kendi çıkarları doğrultusunda Kuran tevsirleri yaparak kendi eğemenlik altında olan insanları ortaçağ karanlığına gömüp Miladi 656 yılından, günümüze kadar gelen Ehlibeyt yanlılarının kıyımlarıyla sonuçlanan hüsran dolu olaylar Ehlibeyt İslam’ını ve Kuran yorumunu yanlış  tanımamalarından kaynaklanmaktadır. Kuran’ın insanların aydılanmasına ışık tutan Allahın Buyruğu olduğunu söyleyen o yüce ulular da kıyımlara ve katliamlara maruz kalmışlardır.

              a-Abdest,Namaz,ve oruç Arapça değil Farsca sözcüklerdir.Abdest Farsca Ab su dest el anlamı (elsuyu demektir).Kuran’da bu sözcükler yok.Kuran’da sadece salat vardır.Arap literaturunda salat (çoğul) dualar anlamındadır.Kuran’da şöyle buyurur üç salat bir ortası der bunu nasıl yorumlanacağı o gelişmiş insan zekâsına bağlıdır.Kuran’da Salat’ın vakti saatı ve şekli şeması yok,sadece Güneş battıktan sonra Tan yeri ağarıcaya kadar okunan Dualar (Salat) en makbul olanlarıdır buyurur.Kuran’da ibadet şekli hiç bir surette tanımlanamamıştır.

             b- Hz.Muhammed zamanında Mekke’li müşrikler Kâbe’ye sahip çıkıyorlar çevresine Cami yaparak içinde namaz kılıyorlardı Hz.Muhammed bunlar fesat yuvasıdır diye tamamını yıktırmıştır.Bu gün ben müslimanım diyenlerin kıldıkları namazın şekli Mekkeli müşrikler Güneş,ay,yıldızlar kültüne tapan çok tanrılı bir din olan Sabiiler’den

    alınarak Emeviler döneminde Emevi İslamiyetine motive edilmiştir.İsminide Sabiiler’de olduğu gibi aynen namaz olarak korumuştur.Yalnız Sabiiler yedi gezeğen yıldız için yedi vakit namaz kılarlarken,Emevi islamiyeti bunu beş vakite indirmiş ve sanki Hz.Muhammed’in buyruğuymuş gibi hadisler uydurarak İslamiyet içerisinde kurumlaştırmışlardır.

           c- Dinler ve mezhepler tarihi tetkik edildiği taktirde görülürki her din ve meshebin kuruluşunda mevcut olmıyan akait ve kavait sonradan bu din ve mezhebin teşkilatcıları havarileri,imamları,halifeleri ve müçtehitleri tarafından Peygamberlerin vefaatından sonra vazedilir.Sonradan vazedilmiş olan bu kaideler zamanla kat’iyet kesbetmekte ve dinin esaslarından zannedilerek buna göre amel edilmektedir.Ancak hakikat olan dinin temel kuralları bu ahkâmdadır,bunun dışında kalan her şey batıldır.

            Halbuki zamanımızda değişmez bir hakikat zannedilen bu çeşit ahkâmın kabulü için ne kadar ihtilaf ve savaşlar çıktığını,bu yüzden binlerce suçsuz insanların kanlarının döküldüğünü, güçlü devletlerin kılıç zoruyla batılın bile kabul edildiğini tarih açıkca göstermektedir.Bu hususda tarih şahiddimizdir.İslam tarihine baktığımızda bir çok meseleler vardırki,daha doğrusu İslam anlayışındaki farklılıklar,başlangıçda büyük ihtilaflar doğurmuş ve uğruna kıyımlar ve katliamlar yapılmıştır.İşte Ehlibeyt sorunu,Kerbela vacıası,namaz ve oruç meselesi,Alevilik ile Sunnilik birbirlerine karşı olan mezhep ve tarikatların Kuran’da bir olması lâzım gelirken zamanla ayrılan yol ,erkân meseleleri Kıble,hac v.s.Bütün bunlar İslami anlayış farklılıklarından,Kuran’ı Kerimi tefsir ve yorum tarzından kaynaklanmıştır.

           Bundan dolayı bu ihtilaflı meseleler hakkında söz edilirken tarihi olayları ve Kuran’ın emirlerini nazara almak gerekir.Bir takım şekillendirilip ve şartlandırılmış insanlarla aynı zamanda çıkarı olan menfaatcılar peşin hükümlere kapılarak,Aleviler hakkında dedi kodu çıkarıp fesat ve ikilik tohumu ekmek isterler.Onlar Alevilerin de bir esasa istinat ettiğinden ve Kuran’ın hikmetlerinden faydalanıp ona göre hareket ve iman ettiklerinden bihaberdirler, derken gerçeği bilmekte istemezler.Misal Alevilerin namaz kılmadıkları ve böylece delâlete düştükleri iddiasında dırlar.Durum hiçde öyle olmayıp,Alevilerde Kuran’a,Hz.Muhammed’in ve Ehlibeyt’inin emirlerine uymakta olup ona göre ibadet etmetedirler.Aleviler Tanrı yolunda ve Hz.Muhammed’in buyruklarına uyarak dinin bütün icaplarını yerine getirmektedirler.Bunu inkâr edenler Haktan yana olmayıp menfaatları geregi gerçeği bilmek istemiyenlerdir.

             Hz.Ali şöyle buyuruyor’’Bir hikmet ve hakikatı bulmak, müminler için büyük bir ganimettir’’

             3.Mart.l925 günü 400 Millet Vekilinin bulunduğu T.C.Büyük Millet Meclisinde yapılan konuşmada,Hilafetin mahiyeti hakikiyesi adı altıda verdikleri kararda açıkca belirtiliyor.’’Bir takım menfaat düşkünü dalkavuk Ulemaların,Muaviye’yi Halifeyi müslimin diye tavsif ederek,dini esasları Muaviye taraftarlarının isteklerine göre değiştirdikleri sabittir.’’deniliyor.

             Gazi Mustafa Kemal: 1922 de Türkiye Büyük Millet Meclisinde şöyle bir konuşma yapıyor.”Efendiler İslamiyetin başlangıcındaki hataya düşmeyelim,halifelik Ali’nin hakkı iken Ömer’in baskısıyla Ebu Bekir’e biat olundu.Görülüyorki halifenin seçiminde genel eğilimin birleşiminden çok kişisel etki saptamayı biçimlendirmiştir.Peygamber’in ölümünden 25 yıl kadar bir süre sonra İslam dünyası içinde İslamın en büyük kişilerinden ikisi halifelik savıyla arkalarından sürükledikleri aynı din aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta sakınca görmediler.Sonunda hilesinde başarılı olan,gerçek İslamın izinde saf ve temiz olanı yendi.Ailesini ve çocuklarını yok ve perişan etti.Böylelikle halifelik ünvanı altında İslamiyeti saltanaata dönüştürdü.Emevi saltanaatı büyük fetihler yapmakla birlikte başından sonuna değin kanlı ve üzücü olaylar ile ancak 90 sene yaşıyabildi. Biz bu gibi hartalara düşmeyelim,hak kiminse ona verelim,vatanımıza ve milletimize kimler layık olup öz verili çalışacaksa başımıza onları getirelim.”

            Kaynak:Hüsnüye kitabı I.baskı 1956.

            OSMAN: Mihraç’dan,beş vakit namazın ve abdestin şekliyle beraber Kuran’la birlikte geldiğini bunun Kuran’da yazılı olduğu ve bunu Kuran tevsircileri tarafından açıkca iddia etmektedirler.Siz ise bunların gerçek olmadığını söylüyuorsunuz!.

            KIZILOĞLU: Mihraç Salat hakkında nazil olan isa suresinin 78.79 ayeti.’’Farz olunan salata kalk,Güneş battıktan gecenin karanlıklarında tan yeri ağarıcaya kadar dualar (salat) okuyanlara melekler şahadet eder. buyuruyor.

            Miraç hakkında ikinci sure,Necm suresidir:Bu surenin 8.9 uncu ayetlerinde yazar.

            Türkçesi eygamber aleyhüsselâm asıl kendi suretiyle yakın gelip taalûk etti.Hatta Peygamber Aleyhüsselâm ile Hak Taalâ’nın yakınlığı iki kavis miktarı belki daha yakın oldu.Allahü Taalâ’nın kulu Muhammed’e vahyettiğini Cebrail Aleyhüsselâm ona irsal etti.

            Aynı surenin 62 ayetinde.’’fescüdü lillâhi vaabüdu.’’

            Türkçesi : secde edin Allahu Taalâya huzu ile ibadet edin.

            Müzemmil suresi 1.ayet: Türkçesi, ‘’Ey kilim bürünmüş veyahut ey nübüvvet içinde olan nebi gece kalk Dualar et meğer gecelerde az uyuyasın’’

            Ayet:3 Nısfehu evinkus minhü kaliylen.

            Türkçesi :’’Ol dualar ki gecenin yarısında yahut ondan az noksanla ola üçde biri olur’’

            Ayet : 6 İnne nasiyetelleyli hiye eşeddü vet’en ve akvamı kıylen.

            Türkcesi: Gece saatinde ibadete kalkmakta eğerki uyku ve rahatı terkle külfetli zahmetler var ise. de kalp ve hatırın teşvişten döner yönün ibadet ve mihrap olması dil kalp ile birleşir.Kuran okumanın zevki ve ıhlâsın tamamı ve kâmildir.

            Ayet :’’7 İnne leke fiynnehari sebhan taviylen.’’

            Türkçesi: Gündüzleri uzun uzadıya halkın işleriyle meşgul olursun.Gece ibadete yönelmen evlâdır.

             Nurulbeyan bu ayeti şöyle tefsir eder:Gece ibadete kalkmak daha kuvvetli ve huzuru kalp ile okumağa daha elverişlidir.Gündüzleri iş ve gücünde çalış.

             Suretül Nebe 9. 10. 11 ayetleri.

             Türkcesi :Uykunuzu bedeninize aram ve rahatınıza kuvvet ve geceyi size libas kıldık.Yani zulmeti örtüp halvette istidadına göre ibadete yönelip devam edersiniz ve gündüzleri vakti maaş kıldık.Geçim ve kazanç için dolaşırsınız.

            Kaynak: Kuranda Hikmet Tarihte Hakikat.(Halil Öztoprak)

     

            İşte yukarıya aldığımız ayetlerdende anlaşıldığı üzere beş vakit namazın Kuranla Mihraç’dan geldiğine dair hiç bir emare olmadığı gibi sabitde değildir.Cebrail vasıtası ile Hz.Peygamber’e vahiy geliyordu ve belirli günlerde halkı meydanlarda toplayarak gelen vahiyleri halka anlatıyordu.Bu toplantıya katılan insanlar Hz. Muhammed’in söylediği Kuran surelerini hafızalarına yazıyorlardı.Bu söylenenleri evlerine gittiklerinde kimileri ceylan derilerine kimileride tahta parçaları üzerine kayıt ediyorlardı.Durum bundan ibaretti.

            OSMAN: Siz İslamdaki ibadet şeklinin Müşriklerden alındığını iddia ediyorsunuz.Halbuki Hz.Muhammed ve dört Halife apdest alıp namaz kılıp oruç tutmadılarmı.Buna rağmen Bütün dünya İslamı apdest alıp namaz kılıyor ve bir ay ramazanda oruç tutuyor,Hacca gidip zekât veriyorlar.Bunlar İslami ibadet şekilleri değilmidir.

           

            KIZILOĞLU: Bu sorunun kitaplardaki karşılığına bakıldığı zaman,Ortadoksi İslamdaki ibadetin tümüne yakın bölümünün İslama doğrudan ya da dolaylı yollardan Sabiilik’ten geçtiği ve dolayısiyle Mayatepek’in rapaporundaki anlattıklarının,gözlemlerinin,

    Degerlendirmelerinin doğru olduğu açık seçik görülür.

            Karşılaştıralım:

            -Müslümanlık’ta namaz apdestiyle,boy apdestiyle “taharat” var.

            -Sabiilik’te de bunlar var.

            -Müslümanlık’ta “vakit”leriyle,”namaz”var.Beş vakit.

            -Sabiilik’te de bu var,aynı saatler de,”üçü farz “altı vakit.

            -Müslümanlık’daki “namazlar”cenaze namazının dışında “rükû”lu,”secde”lidir rek’at”lar vardır.

           -Sabiilik’te “namazlar”da böyledir.

           -Müslümanlık’ta ki namazlardan”cenaze namazı”dua sayıldığı için “rükû”suz

    “secde”sizdir.

          -Sabiilik’te de cenaze namazı böyledir.

          -Müslümanlıkta oruç vardır.

          -Sabiilik’te de oruç vardır.

          -Müslimanlık’ta “Farz “oruçlar “bir ay”dır.Bu ayda kimi zaman 29 gün,kimi zaman 30 gün çeker.

          -Sabiilik’te de böyledir.

          -Müslümanlıkta “Farz oruç”larının yanında,isteğe bağlı ve “nafile”adı verilen oruçlar vardır.

         -Sabiilik’te de böyledir.

          -Müslümanlık’ta “fıtr bayramı”adı verilen “ramazan bayramı”vardır.

         -Sabiilik’te de bu ad ve nitelikte bayram vardır.

         -Müslümanlık’ta kurban vardır.

         -Sabiilik’te de vardır.

         -Müslümanlık’ta “hac” vardır.

         -Sabiilik’te de vardır.

         -Müslümanlık’ta Kâbe “Tanrı’nın evi”dir ve “kutsal”dır.

         -Sabiilik’te de böyledir.

         -Müslümanlık’ta ibadet için “tapınak”lar (camiler,mescitler)vardır,

         -Sabilik’te de “Tapınak”lar (camiler mescitler)vardır.

         -Müslümanlık’ta” kutsal kitap”vardır

         -Sabiilik’te de vardır.

         -Müslümanlık’ta “Peygamber”,Peygamberler vardır.

         -Sabiilik’te de

         Dikkat edilmeli: Güneş bir yere geldiğinde bir namaz,bir başka yere geldiğinde bir başka namaz,güneş doğması yaklaştığında bir namaz, battığında başka bir namaz kılınır.Oruç da,güneş ışınları yokken (tanyeri ağarmadan önce) tutulur,güneş batınca bozulur.Yine oruç hadisdeki buyruğa göre “ay görülünce (Ramazan ayının başında) başlar ,ikinci bir ay görülünce bitirilir.Ay 29 çekerse Ramazan orucu 29 gün,30 çekerse ramazan orucu30 gün olarak tutlur.

          Güneş ve ay kültlerinde (Sâbiilik’te)de bu ibadetler böyledir,güneşe ve aya göre düzenlenmiştir.İslam Ortadoks ibadetlerinin nereden kaynaklandığını çok açık bir biçimde ortaya koyan kanıtlardandır.

          Kaynak: Din Bu II.kitap.Turan Dursun.

          KIZILOĞLU: Hz.Peygamber döneminde arap yarım adasında Takvim yoktu.Daha doğrusu kullanılmıyordu.Hicretten 17.yıl sonra Halife Ömer zamanında Kamer ayları İslamiyete getirildi ve başlangıcı da Hz.Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünü birinci yıl olarak kabul ettirdi. Adınada Hicri takvimi denildi ve böylece bu takvim Osmanlılarda 18.yy. kadar kullanıldı.Nasıl oluyorda Hz.Muhammed,olmıyan bir takvimin ismini kullanarak ramazanda oruç tut diyor.Buda başlı başına bir soru işareti.

          DİBNOT:

          “Alevilik: Hak Muhammerd Ali yoludur.Alevi inancına göre Cebrail Hz.Muhammedin yanına gelip Hak seni Mihraca davet etti deyip beraberce Tanrı’nın huzuruna gittiler ve Hz.Muhammed Tanrı’ya binbir kelam danıştıktan sonra Kırkların Cemine uğradı ve o cemde Mürşid olarak Hz.Ali bulunuyordu,Hz Muhammed sordu siz kimsiniz biz Kırklarız dediklerinde,büyüğünüz kimdir dediğinde,bizde büyük yok birimiz kırk kırkımız biriz diye cevap verdiler.Bu Cemde biri birlerinin geçmişin muhasebesini yapıp sorguluyorlardı.Hz. Muhammed,Tanrı’ya bin bir kelam danıştığını ve yeryüzündeki insanlara Tevhidi armağan ettiğini söyledi.O anda Cebrail a.s. bir üzüm tanesi getirip Salmaı Pâk’a sundu ve Salman bu üzüm tanesini ezdi şerbet etti ve oradaki kırk kişiye paylaştıdı.Kırklar bu şerbetten içtikten sora mest oldular ve Hz.Muhammed de dahil hep birden Hak’la özdeleşip bütünleşmek için Semaha döndüler”.Bu cemde bulunanların 23 i erkek 17 si de kadın idi.

           Alevi Cemleri bu Kırkları örnek alarak yapılmaktadır.Alevi Cemlerine benzer Dünya’nın hiç bir inancında benzeri bir ibadet şekli yokturdur.

           Cenab Allah Peygamberleri gönderirken o çağdaki insanları aydınlığa yönlendirerek insanları bir biri ile kardeş eden kötülüklerden arındıran,eşit paylaşımı getiren, hoşgörüyü aşılayan, halkın yönünü Hakka çeviren bir inanç sistemini yaymaya çalışmıştır.

           İnsanın kafasına şöle bir soru geliyor:Madem Allah çok tanrılı din olan Sabiilik’deki bütün ibadet şekillerini alacaklardı da neden gerek duyduda Hz. Muhammed’i ahır zaman nebisi olarak gönderdi.

           OSMAN: İslamda Zekât var,sizler zekât veriyormusunuz,şayet veriyorsanız kimler faydalanıyor.

           KIZILOĞLU: Senede bir sefer Zekât vermekle hangi İslam toplumunu zengin olmuşmudur,hayır bu güne kadar hiç görülmemişdir..İslamda insan zekasının gelişmesini engelliyen Ortadoksı zahiri felsefe var olduğu müddetce bu insanlar yoksulluktan, bilgisizlikten,zalimleşmeden ve teoristlikten kurtulamazlar.Şartlı felsefenin tapusu yıkılmadığı müddetçe İslam ülkeleri ne sanayı devrimi nede ronesansı yaşar.Tarihler boyu o felsefe bilim düşmanlığı yapmaktadır.Mütezile İslam anlayışındaki Cebir’in,Farabi’nin ve İbni Sina’ların geliştirdiği o güzel bilimleri Abbasi halifeleri tarafından yok edilmişlerdir.Kendi dilinde saz çalıp türkü söylemeyi dahi içlerine sindiremiyen Osmanlı padişahları fetvalar yayınlatarak saz çalıp türkü söyliyenler kendisi seytan çaldığıda şeytan içatıdır diyerek edebiyat ve sanaatı da içlerine sindirememişlerdi. Çunkü o Şekilci ve şartcı felsefe insanlara balık yediriyor amma balığı,kendi tutup kendi yemesini öğretmiyor.

           OSMAN: Her Kurban Bayramında Hacca gidip Kâbe’yi Beytullahı ziyaret edip, bir kurban kesmek,her müslüman için şart değilmidir.Hz.Peygamber de Hacca gidip orada ibadet etmedimi.

           KIZILOĞLU: Yunus Emre şöyle diyor”Bin Hacca gitmekten bir gönüle girmek hepsinden yeğindir”.

           Kuran’da, Bayram ve kurban hakkında hiç bir buyruk yok.Bu gelenekler çok tanrılı dinlerden alınarak,Emeviler döneminde Emevi İslamiyetine motive edilmiştir.

           Şunun altını hemen çizmek istiyoruz.Hac ibadeti Kuran’ın verilerine göre yeniden düzenlenmelidir.Çunkü temel kuralları bile Kuran dışı bir gelenekçilikle belirlenen bir ibadet, anılan Kuran dışılıklar yüzünden,bazan tünel facıasından,bazan Şeytan taşlama yüzünden, bazanda,siyasi görüşlerinden dolayı binlerce insanın ölümüne sebep olmaktadır. İslam ülkelerinden senelerdir her yıl milyonlarca insanlar Kâbe’ye gidip milyonlaca Kurban keserek hayvan katliamı yapılıyor.Sudi Kıralları bu kesilen hayvanların etlerini bundan 40-50 sene öcelerine kadar soğutma tertibatı bulunmadığından etin çöl sıcağında çok çabuk bozulduğu için dozerlerle eşip toprağa gömüyorlardı.Şimdi Soğuk hava depolarına koyup,dış ülkelere et ihraç ediyor.Kendi ülkelerinde et görmeyen bir dilim ekmeğe mutaç olan gıdasızlıktan ölen çocuklar ve yaşlılar variken,çağın ve insanlığın yüz karası olan Sudi Kırallığının rejimini beslemenin herhangi bir mantığı varmıdır.

          Allah,Kuran’da ben insanlara şah damarından daha yakınım.diye buyurur.Nerde çağırırsan Allah oradadır derken,Arabistan’a gidip oraları dolaşmakla Tanrının ayrıcalığı ne olabilir.Gitmeyenler Tanrının şafaatından mahrummu kalaçaklar.Senede üçmilyon insan hacca gitse bir insan ömrü içerisınde ortalama 70 yılda 210 milyon eder.Erbakan gibi 20 sefer hacca gidenleride dahil edersek bu oran dahada aşağı düşebilir.Dünya nüfusu 6 milyarın üzerinde olması dolayısıyla hacca gidemiyen insanlar Tanrı’nın şafaatından dahamı az yararlanaçaklar ve yahutta hiç yararlanmıyaçaklar sorusu geliyor.

          Hz. Muhammed bu gün Dünya’ya gelse şartcı şekilci felsefeye karşı çıkıp,ben size İslamiyeti böylemi söyledim ve öğrettim deyip intizar edeceğine öz benliğimle inanmaktayım.

          Hz.Muhammed’in ahır zaman Nebisi olarak gelmesi,çok tanrılı ve tek tanrılı olan semavi dinlerindeki yozlaşmayı, ahlaksızlığı,insanları köle olarak kulanıp ve birbirlerini bogazlamayı.kız çocuklarının diri diri kuma gömülerek öldürülmelerini önlemek,bütün insanların eşit yaratıldığını,insanları kardeş eden,eşit paylaşımı getiren,Tanrı sevgisiyle insanların gönlünü dolduran,dürüstlük ve doğruluğun insanlara olmazsa olmaz koşullarından olan ve Dünyalar durdukça gelecege ışık tutan bir inancı yaymıştır.Amma üzülerek söylüyorum dün olduğu gibi bu günde görülüyorki o orta çağda yozlaşan dinler kısa zamnanda Hz.Muhammed’in gösterdiği yolda teknolojisiyle,bilimiyle ve insan haklarıyla hızla ilerlemekteler.

           Sözde Muhammed’in ümmetiyiz diyenler orta çağın karanlığına gömülerek, ilimden,irfandan,sanayıdan,bilimden ve insan haklarından yoksul olan bu toplum, gelişmiş toplumların karşısında her yönüyle aciz kalarak aşağılık kompleksine giren, İslam olmıyan toplumların karşısına teorist eylemlerle çıkmaktadırlar.Burada da açıkca görülüyorki, Hz.Muhammed’in gösterdiği yoldan gidilmesi dahi söz konusu olamamıştır.

          Ehlibeyt’in gösterdiği yoldan yürümeyen Ümmeye oğulları çevresindeki inssanları şartlandırıp şekillendirerek totaliter bir sistemle zalimleştirip saltanata çevirip Emevi islam anlayışıyla,Ehlibeyt İslam anlayışı arasında büyük uçurumlar meydana getirilmiştir.Bu Emevi İslam anlayışı kısa zamanda Kerbelâ faciasını doğurmuştur.Bu İslam anlayışı insanları zalimleştirmede çok büyük bir araçtır.Hz.Peygamberin biricik kızı Fatima’nın göz bebeği olan oğlu Hüseyin ile birlikte Ehlibeyt soyunu ve doslarını Kerbela’da 72 kişiyi gaddarca katlederek,başlarını kesip mızrakların ucuna takıp,Kerbela’dan,Şam’a Halifeleri Yezit Melunun sarayına götürmüşlerdir.İnsan düşüne biliyormu Hz.Muhammed’e hem Ahır zaman Nebisi diyeceksin hem de torunlarını ve doslarını gaddarca şehit ederek başlarını kesip Şam sokaklarında gezdireceksin.

            KIZILOĞLU: Siz her olaylarda Cihad çağrısı yapıyorsunuz,nedir sizin bu cihad anlayışınız.

            OSMAN: Cihad çağrısı Kuran’da da belirttiği gibi İslamiyeti yok etmek isteyen ve islamiyete zarar veren gayrı Müslümler için Cihad çağrısı yapılır ve o insanların katledimesini emreder.Cihad birlik ve beraberliği sağlamaya yönelik Müslümanların ortak savunma termolojısidir.

            KIZILOĞLU: Aleviler Kuran’da ki Cihad çağrısı İnsan kalbindeki kötülüklerden arınarak Ehlibeyt yoluna yarışır bir insan olmasını buyurur.İnsan sevgisini ön plana çıkaran Kuran’ın tasvvufi islam yorumudur.

            O yüce Allah Benim düşündüğüm gibi düşünmüyor ve yahutta benim gibi inanmıyor diye inssan kıyımı yapmayı hiç bir surette emretmiyor.Cenabı Hak Meleklere kendisinin Adem de tecelli ettiğini söylüyor.Demiyorki Sadece Ehli sünnet vel camaat meshebinden olanlarda tecelli edeceğim, başkalarında tecelli etmem diye herhangi bir buyruğu yok.Olmasıda mümkün değil.Çunkü bütün canlıları ve evremi kendisi yaratıyor.Yarattığı insanları neden başka insanlara katlettiriyor.İnsan katli Ehli-Sünnet vel Cemaat İslam anlayışının biçimsel yorumudur.1974 de Malatya da Hamido’nun başını çektiği kışkırtma olaylarında Aleviler’e karşı Cihad diye bağırıyorlardı.1978 yılında Eskişehir’den gönderilen bir bombanın patlamasıyla ölen Hamido,gelini ve torunu bahanesiyle, Malatya da Cihad diye bağırarak 5 kişiyi katledip Alevi iş yerlerini yağmalamışlardı.1979 da Maraş olaylarında yine Cihad diye Bağırarak Yorük Selim Mahallesini basarak Aleviler’den genç kızlar,çocuklar,yaşlılarda dahil 120 kişiyi katlettiler.Yine Cihad çağrısı ile Sivas da Ali Baba mahallesini basarak Alevilerden 8 kişi katlettiler.1980 de Cihad cağrısıyla Çorum’da Alevi dükkanlarını yağmalayıp 30 dan fazla Alevi insannını katlettiler.2 Temmuz 1993 de Sivas da Pir Sultan şenliklerinde Aziz Nesin’ide bahane ederek Cuma günü Camiden Çıkan 15 bin kişilik bir gurup yaratık,Cihad diye bağırarak Madımak otelini ateşe verip Pir Sultan şenliğine katılanlardan yazar,aydın ve semah dönen 33 insanı yakarak katletmişlerdi.Yine aynı zihniyetin insanları Sivas katliamından kısa zaman sonra asayış güçleri arasına sızan Ülkücü mafya ile şariatcı çetelerlerin provakasyonuyla Gazi Mahallesi ve Ümraniyede ki tutucu güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu 26 ölü 250 yaralı olmak üzere büyük bir Alevi katliamı yapılmıştır.

            OSMAN: Siz Aleviler gusul yaparmısınız,gusul yapmıyanların yedikleri haram ibadetleri allah katında kabul olmaz ve bastıkları toprak kendilerinden davacıdır denir.

            KIZILOĞLU:Yukarıda da belirttiğim gibi şekilcilikle bir yere varılmadığını açıkca görmekteyiz.Çunkü ben İslamım diyen ülkelerde Tifo,Kolera,Dizanteri,Tifus gibi hastalıkların kol gezdiği ve bu hastalıkların pislikden bulaştığı bir gerçek.Bir ülkeye gittiğin zaman o ülkenin çevre temizliğine ve insanların kılık kıyafetlerine bakınca bir İslam ülkesi olduğunu hemen anlamakta zorluk çekilmiyor.İslam ülkeleri arasında en iyisi Türkiye olmasına rağmen Avrupa’dan Türkiye’ye ayak basıldığında düzensiz yapıların,kirli sokakların ve her türlü restaurant,otel ve bilhassa WC.lerin içinde hertürlü kara sinek ve böceklerin dolaştığı her halükârda gözle görülmektedir.Bir Avrupa temizlik standartını hiç bir yerde göremezsiniz.

            Alevi öğretisi olan Şariat makamında Temiz ol,Temiz giyin ve çevreni temiz tut der.Aleviler temizliğin imandan geldiğine ve bilimsel olarakda temizlik sağlığın temeli olduğuna inanırlar ve onun içinde her yönüyle temizliğe olanakları dahilinde çok dikkat ederler. Alevi cemlerinde Teszaker ve Farraş meydanı ve insanları temiz tutmak için gerekli hizmeti verirler.Cem’e gelmek isteyen canlar önceden duş alıp temiz elbiselerini giyinerek Cemevine gelirler.Bu yukarıda söylediklerimden de anlaşılıyorki Aleviler temizliğe çok önem verirler.Çunkü temizlik Alevi öğretilerinde vardır.

           KIZILOĞLU: Ortadoksı Sünni geleneğinde HÜLLE diye birşeyler var,bu neyi çağrıştırıyor.

           OSMAN : Hüllecilik,İmam nikâhı ile evli olan bir karı kocanın herhangi bir anlaşmazlığa düştüklerinde kocanın,kadına üç sefer üçden dokuza benden boş ol dediğinde,o kadın o insandan boşanmış olur ve tekrar geri evlenemez.Ançak boşadığı kadınla evlenebilmesi için başka bir erkekle imam nikâhı olup o insanla cinsel ilişkide bulunma şartı vardır.Boşanıp tekrar aynı kadınla evlenmenin kurallarını ve kaynağını fıkıhlara dayandırılarak hazırlanan İslam Hukukundan alır.

           KIZILOĞLU: Güvenlik güçleri tarafından basılıp cinsel ilişki yaparken yakalanan 60 yaşındaki Aczmendi şeyhı Müslüm Gündüz’le 22 yaşındaki Fadime Şahin olayında Müslüm Gündüz yaptığı işi İslamın kaynağından aldığını ve kendilerinin masum olduklarını söyleyip,Ben Fadime’nin israrı üzerine kendisine hülle yaptım,İslamın kuralını yerine getirdim diye kendini savundu.İşte Emevi İslamiyetinin getirdiği şekilci ve şartcı anlayışın,fuhuşu İslamın kuralıymış gibi göstererek meşrulaştrırmıştır. Ehlibeyt İslam anlayışıyla uzaktan yakından hiç bir bağının olamadığını açıkca söyleyebilirim.

           OSMAN:   Aleviler de, evli karı kocanın aralarındaki anlaşmazlıkdan dolayı, kocanın karısına üç sefer üçden dokuza benden boş ol dediğinde,o koca tekrar evlenmek istediğinde ne yapması gerekir.

            KIZILOĞLU: Alevilerde,evli karı koca arasında anlaşmazlık çıktığında karısından ayrılması durumunda,komşulardan bir kaç kişi bir arya gelerek ayrılan karı koca ile konuşup,şayet önemli bir olay yoksa,bir birleriyle barışarak tekrar karı koca olmaları için tavsiyede bulunurlar.Bu şahıslar karı koca olmayı kabullanırlarsa bir kurban kesmek şartı vardır.Çunkü Alevilerde kurban kesip fakir fukaryı doyurup o insanların gönlünü almak birnevi ibadettir.

           Aleviler hiç bir dönemde İslam hukuku diye bir hukuk tanımamışlardı.Onun için Aleviler kendi aralarındaki sorunlarını Osmanlı Kadılarına götürmemişlerdir.Cem’ler de Pir’ler taliplerini yargılar,Cem Erenlerinin vereceği ceza ile cezalandırır ve böylece Alevi olan insanlar kötülükden arındırılmış olur.Ançak Aleviler Atatürk Cumhuriyeti kurulduktan sonra çağdaş hukuka ve yargıçlarına güvenleri artarak sorunlarını mahkemelerde halletmeye özen göstermişlerdir.

           Aleviler hiç bir dönemde namaz kılmamış ve camiyede gitmemiştir.Geçmişde Sünni eğemen çevreleri kendilerine özgü söylemlerle, örneğin Hz.Ali’nin Cami’de şehit olması,Emevilerin Hz.Ali’nin ismini caminin eşiğine yazması,Aleviler’in namazdan uzaklaştığı ve camiye gitmedikleri yolundaki iddialarının dayanıksız ve tutarsızlığıyla birlikte asimilasyona yönelik terimlerdir.Bu sözlerin arkasında art niyetin olduğu çok açık bir şekilde bilinmektedir.Gaye Alevileri Muhammed Ali yolundan çıkararak Camiye sokmaktır. Gerçekte camide değil evinin yakınında sabahın alaca karanlığında yürürken 18 ramazan günü yoluna pusu kuran Mülcem oğlu Abdurahman tarafından zehirli kılıçla yaralanıyor ve 3 gün sonra Hz.Ali şehit oluyor.

          Okumak ınsanı erdeme ulastıran olgudur .www.kizilbel6262.tr.gg/

    EVLIYALAR  DIYARI KIZILBEL VE CIVAR KOYLERI  (ALINTIDIR) 

     

    Museviler’in inancina göre, Tanri bir gün Musa’ya görünüp onu Israilogullari’na göndermek istedigini söyler.

    “Fakat Musa cevap verip dedi, ama onlar bana inanmayacaklar ve sözümü dinlemiyecekler. Çünkü, Rab sana görünmedi, diyecekler. Rab ona, bu senin elindeki nedir, dedi? O da dedi ki, degnek. Dedi, onu yere at. Ve onu yere atinca, degnek yilan oldu ve Musa ondan kaçti. Rab Musa’ya dedi, elini uzat kuyrugundan tut onun. O, elini uzatip kuyrugundan tutu onu ve yine elinde degnek oldu o. Ta ki atalarinin Rabbi, Ibrahim’in Rabbi, Ishak’in Rabbi ve Yakub’un Rabbi sana göründügüne inansinlar.”1

    Okudugunuz bu cümleleri Tevrat’tan alidik sevgili okurlar. Bilindigi gibi hz. Musa da tanrinin degnegine (asasina) verdigi güç ve kudretle bazen onu Firavun’un önünde yere atarak yilana dönüstürür, bazan onu sulara vurarak zehirler, bazan de yerlere vurarak Misir’i sineklere, hastaliklara bogar. Amaci kendi kavimini Misir’dan çikarabilmek için Firavun’u dize getirmektir.

    Biliyorum, simdi çogunuzun aklindan Dersim’in daglarinda elinde degnegi yilan oluveren onlarca bava’nin (dede’nin) adi geçiyordur. Üstelik Dersim’in bava’lari degnekleriyle, halkin çikarlarini korumak adina baska halklari topluca cezalandirmamislar. Zaten Dersim Inanci’nda böyle bir anlayisa yer yoktur. Dualarinda “Ya Heq/ Xizir ti sala tern u husk têwerte de mevêsnê!” (Ya Hak/ Hizir sen yas ile kuruyu birlikte yakmayasin!) diyen Dersimliler degil mi.. Öyleyse bu degnekler ne ise yariyor?

    Iste bu soruya cevap bulmaya çalisacagiz. Yani bu yazida Dersim Inanci’nda yilan ve tarikat degnegi üzerinde duracagiz.

    Yilan, tektanrili dinlerin onu yok etme çabalarina ragmen, günümüzde hâlâ daha bir çok halkin inancinda kendini hisettiriyor. Hatta kimi çoktanrili inançlara sahip halklar, yilani tanri mertebesine bile oturturlar. Asya’da

    özellikle Hindistan’da, Afrika’da ve ta Amerika’da kimi halklarda çok açiktir bu.

    Insanligin ortak kültür hazinesi olarak kabul edilen kimi tarihi eserlere, bu inancini yansitmis bizden asirlarca önce gelip geçenler. Insan, Kuzey Afrika’daki Misir piramitlerine, ya da Amerika’daki Maya piramitlerine bakinca bunu hemen fark edebiliyor. Anadolu’da da insanligin en eski yerlesim yeri olarak kabul edilen Urfa’ya yakin Nevali Cori’de, arkeologlar, mabet olarak kullanilan bir odada, önünde ibadet edilen, arkasindan tepesine dogru bir yilan kabartmasi olan bir insan kafasi heykelini bulmalari hayret vericiydi dogrusu.2

    Verdigimiz örneklerde de görüldügü üzere, halklarin inancindaki yilanla çok derin bir zamanda ve çok genis bir mekânda rahatlikla karsilasabiliyoruz. Yani sadecene Dersimlilere özgü degil bu. Ama her halk da oldugu gibi Dersimlilerin de kendine özgü renkleri ve farki var elbette. Dersim Inanci’nda yilan ve tarikat degnegine bunun nasil yansidigini, simdi, derledigimiz folklorik ürünlerden örneklerle açiklamaya çalisalim.

    Yazinin akisindan da anlasilacagi gibi burada ele alacagimiz konuyu iki bölümde topluyacagiz. Birincisinde tarikat degnegine yansiyan yönüyle Dersim Inanci’nda yilan ve ikincisinde de tarikat degneginin disinda kalan yönleriyle Dersim Inanci’da yilandir.

     

     

    I-TARIKAT DEGNEGI VE YILAN

    Söz degnekten açildi mi Dersim Inanci’nda ilk akla gelen Hizir’in degnegidir kuskusuz. Yoksullara sahip çikmayanlara, yaslilara sahip çikmayanlara karsi kullaniyor degnegini Hizir. Ya da çigda kalanlarin imdadina yetiserek degnegiyle bir vurusta kurtariyor onlari. Yani Musa’nin tanrisinin tam tersidir Dersimlinin tanrisi, ve gerçegi sorarsaniz degnegi de öyle. Yani hakli ile haksizi, suçlu ile suçsuzu ve yas ile kuruyu bir tutmayan bir inanç.

    Iste Dersimliler Hizir’in bu adaletli degnegi adina “Çüyê Heqi/ Xiziri bo!” (Hak’kin/ Hizir’in degnegine and olsun!) diye and içerler. Ya da “Mi torê çüyê Heqi/ Xiziri no ro ke..” (Sana indirdigim su Hak’kin/ Hizir’in degnegi adina..) diyerek birilerini olumsuz bir durumdan alikoymaya çalisirlar.

    Tam da bu noktada, yani Hizir’in degnegini düsünürken aklima ünlü bir ozan geliyor, ünlü mü ünlü bir destan...

    “Buyrugunda bir yigin halk var,

    degnegi, yasalari verdi Zeus senin eline

    yönetsin, çekip çevirsin diye halki.

    (...)

    Bak sana diyeyim, ant içeyim bu degnek üzerine ki,

    daglarda gövdesinden kesildi alindi bu degnek,

    üstünde bundan böyle ne bir dal, ne bir yaprak bitecek,

    ne de bir tek çiçek açacak bundan böyle;

    bir biçak aldi götürdü yapragini, kabugunu.

    Simdiyse, Zeus adina hak koruyanlar,

    Akhaogullari tasirlar ellerinde onu.

    Iste bir büyük ant sana bu degnek üzerine...”3

    Okudugumuz bu dizelerdeki yabanci isimler olmasa, Dersimlilerin tarikat degnekleriyle ilgili anlattiklari söylencelerden biri olduguna aldanabilirdi insan. Ama Homeros yaziyor bu misralari... Hani su ozanlarin piri bundan ikibin besyüz yil önce ünlü destani Ilyada’da. Sanirsiniz ki Dersimlilere su hatirlatmalarda bulunuyor Homeros: Biz de Zeus’un degneginin kutsalligina inanirdik... Onu elden ele verir, onunla yönetirdik... Onunla hak korur, onunla yasalari uygulardik... Onun üzerine ard içerdik, ey Dersimliler tipki sizin “Çüyê Heqi bo!” (Tanri degnegine and olsun ki) dediginiz gibi.

    Homeros’la yüz yüze geliyoruz... Bu bulusmanin sevinciyle yüregimiz çosuyor... Ama ayrilmak zorundayiz. Ve onun, destaniyla ölümsüzlestirdigi Zeus’un kutsal degnegini tarihte birakip, yine Dersim’in gerçeklerine dönüyoruz.

    Tarikat degnegi’nin Dersim dilindeki adi halk arasinda çok yaygin olarak “Ewliya” (Evliya) ya da “Jiare”dir (Ziyaret). Dinsel açidan, çok az bir kesim tarafindan olsa da “Tariq” (Tarik/ Tarikat Degregi’nin kisa söylenisi olmali) adiyla taninmaktadir. Bunlar, her ne kadar Dersimlilerin “Cemê Ca Vatene” dedikleri “Görgü Cemleri”nde kullaniliyorsa da, aslinda halkin nazarinda bunun üstünde çok daha genis bir inanç alanina çekilmislerdir.

    Gerektiginde yilan olabilen, esasinda yilan olanlardan bir kisminin zaman zaman da don degistirerek güvercin olduklari bilinen, bir hatada kendisinden kan akabilen, ya da yine bir hatada kaldigi evi terkedip gidebilen canli ziyaretler olarak görülür. Hatta daha da ileriye giderek insanlarin kaderiyle oynayabilen, hastalari saglayan tanrisal nitelikli varliklardir onlar.

    Cemlerde bava’nin söyledigi Zazaca ilahiler esliginde kilifindan zar zor çikarilir. Çiktiginda yilan donundadir ve kendisini çikaran bava’yi yerlere vurur, hatta bava’yi tutarak kapidan götürüp bacadan getirir, bacadan götürüp kapidan getirir. Binbir güçlük, yakaris ve yalvarislarla, ilahilerle tekrar kilifina konur. Kiliflari ya geyik postundan, ya da yesil renkli bir kumastan yapilmistir.

    Eger bir yil hiç görgü cemi olmaz da kilifindan çikarilmazsa, Dersimlilerin “Newê Marti” dedikleri ve hz. Ali’nin dogum günü olark anilan martin dokuzunda kurbanlar keserek, lokmalar pisirerek kilifindan çikarir yikarlar. Bu suya ilaç gözüyle bakarlar. Kilifa konan bu tarikat degneklerinin yeri eskiden ekseriyetle evlerin ortasinda duran sütünlardi. Simdi de duvarlara asmaktalar.

    Bundan baska da persembeden persembeye aksamlari önünde mumlar yakar, duruma göre büyük ya da küçük lokmalar dagitirlar.

    TARIKAT DEGNEKLERIDEN

    BAZILARI

    Tarikat degneginin kaldigi ev inançli, itikatli bir evdir hiç kuskusuz. Zaten böyle olmazsa olmaz. Yani tarikat degnegi burayi terkeder. Sonra, kaldigi evi terkedip kayiplara karisan nice tarikat degneginin öyküleri de anlatip dururlar diller dillere, kusaklar kusaklara.

    Tarikat degnekleri hangi evde iseler, görgü cemleri de o evde tutulur. Yani “Tariq” sabittir, cem tutmak için bir baska mekana götürülmez. Götürülmesi halinde onun buna razi olmayacagina ve kendisine istenilen degeri vermediklerine inananarak evlerini terkedeceklerine inanirlar. Bava Dewrês bir “Ewliya”nin adini anarak onun rizasiz olarak götürüldügünü ve bunun dogal bir sonucu olarak “onu götüren kisinin kizi, kardesi ve yegeni öldü. Kendisinden bir hayir görmedi... Çok insani öldü...” diye bize aktariyor.

    Tarikat degneginin bulundugu ev her hangi bir ev olabiliyor. Yani bir ocaga bagli bir bava, dede olmasi kosulu aranmiyor. Zaten bunlarin bir kismini, hayattayken çikardigi mucizelerle kutsalligini kanitlamis kimi bava’lar ya da kimi dervis’ler çocuklarina birakmislardir ve bugün de o kusaktan ailelerin elindedirler. Bunlardan bir kismi da yine bu nitelikteki bava ve dervis’ler tarafindan inancindan, itikatindan kusku duyulmayan kimi talip’lerine verilmistir, bugün de onlardadir. Yine söz konusu kisiler tarafindan rehber’lere verilenler de var ki hâlâ onlarda durmaktadir. Nereden ve kimden kendilerine verildigi bilmeyenlerin yaninda, daha farkli yollardan da kendilerine verilen “Tariq”larin varligi da biliniyor.

    Kendisinde tarikat degnegi olan evler de sanildigi gibi az degil Dersim’de. Hemen hemen her köyde, hatta kimi mezralarda en azindan bir tane bulunmaktadir. Müsahiplik, geçmiste itikatin olmazsa olmazlarindandi. Müsahibi olmayana iyi gözle bakilmadigindan çok sik görgü cemleri yapilirdi. Bu nedenle tarikat degnegi her yerde bir ihtiyaçti.

    Söz konusu bu “Ewliya”larin kendisine mal olmus birer adlari var Dersim’de. Bugün de bu adlarla bilinirler. Özellikle Erzincan ve Pülümür yöresinden derledigimiz az sayidaki tarikat degnegi adlari ve yine onlarla ilgili bilgi ve söylencelere söyle bir gözatiyoruz:

     

     

    1–“Ewliya Buki”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bu ‘Tariq”in “Dewrês Eylas” adindaki Khurêsli bir dervisin asasi oldugu söylenir. Bava Hesenê Kolu’dan bu tarikat degnegiyle ilgili su söylenceyi birazcik kisaltarak buraya aliyoruz:

    “Rivayete göre bir gün yabanda malini güden Dewrês Eylas’a bir konuk gelir. Bu, kizi aklini yitirmis bir beydir. Kizinin derdine derman ararken Dewrês Eylas’in namini duyar. Kizini alir adamlariyla birlike varir Dewrês‘in mekanina. Evden yabana haber salip,

    –Tez gel! uzaktan misafirler geldi!

    derler. Dewrês Eylas malina sahaplik yapmalari için iki kurdu sürünün basina koyarak eve gelir.

    Kizin rahatsizligini dinledikten sona elinde degnegiyl gerilerek,

    –Ya tanrim!

    der ve kiza bir tane vurur. Aniden kizin yaninda köpek donunda bir cin belirir. Dewrês,

    –Ost!!! Ost!!!

    diyerek bunu kovar. Ama bunun asasi da ortadan yarilir. Kiz düzelerek babasinin yaninda usul usul oturur.

    Kalkip giderken Bey, buna,

    –Dewrês Eylas! dünya mali ne istiyorsan söyle vereyim sana!

    der. Onun gözü ne dünyanin malindaymis, ne de mülkünde. Degnegini vererk der ki,

    –Hiç bir sey istemiyorum! Sen su asami götür bilezik taktir ki iyicene kirilmasin!

    Bey, onun degnegini götürüp bir ustaya verek,

    –Buna üç tane altin bilezik tak!

    der. Usta bilezikleri hazirlayip çiviyle çakmaya kalkinca, degnekten kan akar. Bunu görüp hayretler içinde kalan usta, çivileri çekerek bilezikleri kaynakla birlestirir. Sonra dükkanda birakarak çekip eve gider. Sabah geldiginde mübaregi bulamaz. Dewrês Eylas bunlara haber göndererek,

    –Telaslanmaniza gerek yok! Degnegim kendiliginden eve geldi! Ben sizden raziyim, bir sey istemiyorum!

    der.

    Simdi Dewrês Eylas’in bu asasi Balaban Deresi’nde “Buk” diye bilinen yerde, yine onun evlatlarindan bir Khurêslinin evindedir. Kirmizi, uzun ve bilezikli bir degnek. Bava’lar onu kilifindan çikardiklarinda, bava’yi tutarak kapidan götürerek bacadan getirir, bacadan da götürerek kapidan getirir! Kimin gözünde yilan, kimin gözünde genç bir kiz ve kimisin de gözünde güvercin oldugu söylenir.”

    2–“Ewliya (Jiara) Çê Pori”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bava Derws bunun hakkinda sunlari aktariyor bize:

    “Jiara (Ewliya) Çê Pori (diye bilinen bu ziyaret ve tarikat degnegi) bazan bir çift güvercin, bazan da yilan oluyor. Nice kisilerin gözlerinde yilan oluyor. Bundan dolayi da buna “Jiara More” (yani “Yilan Ziyareti”) deniyor.

    Bava Por topaldi. Su ayagi içe dogru egikti. O da ( “Ewliya”yi kast ediyor) Bava Por’u bacadan götürür, tavandaki delikten getirirdi. Tutup silkeler, “küt”diye yere çarpardi. Hak’ka yakardiklarinda çikarirlardi. Sonra suyla yikar ve suyunu milllete verirlerdi.”

    3–“Ewliya (Jiara) Gobirge”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bava Dewrês:

    “Bu “Gobirge” diye bilinen köyün “Ewliya”si (ziyaret ve tarikat degnegi) idi. Seyidê Dême’nin evindedir.”

    4–“Ewliya (Jiara) Kistimi”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bava Dewrês:

    “Bunun sahibi Kürtçe konusan bir Alevidir. Khurêslilere talip’tir. Su parpaktan (bava’yi) tutarak dam basina götürür, tavandaki orta delikten silkelerdi. Bazan da birakarak asagiya düsürür, kendisinde bir hayir komazdi.”

    Kizilbelli bazi bava’lar da:

    “Bu Dewrês Murteza’nin asasidir. O da Kizilbelli Khurêslilerle ayni nesilden geliyor. Dewrês Murteza’nin yatiri “Auge” denen köydedir. Auge de Kistim’le yan yanadir.”

    demekteler.

    Bava Hesenê Kolu ise bu konuda:

    “O, Hizir’in degnegidir! Hizir,

    –Al su degnegi yerine bir inek ver bana!

    deyip elindeki degnegi verip inegi almis.”

    (Kizilbelli Khurêsliler, Bava Hesen’in bu görüsünü benimsemezler, yanlis bir kaynaktan bilgilenmis, derler.)

    Nuri Dersimi “Kistim Evliyasi”ni Zerdüstlük’teki kötülük tanrisi “Ahiraman”a benzetir ki yanlis bir degerlendirmedir bu. Esasinda Dersim Inanci’nda bir kötülük tanrisi aranacaksa, kötücül cin ve perilerin “komutani” olarak bilinen “Evdil Musa”nin hakkini yememek lazim. Dersim Inanci’nda oynadigi rolle Iran mitolojisindeki “Ahiraman”a benzerligine biz daha önceki yazilarimizda da dikkat çekmistik zaten. “Kistim Evliyasi” ise Dersim’deki onlarca Ziyaret ve Tarikat Degneginden biridir sadecene.4

    5–“Ewliya Çê Morê Siay”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bava Hesenê Kolu bu “Ewliya”yla ilgili sunlari söylüyor:

    “Bu (ziyaret ve tarikat degnegi) Pirdo Sur’da (Kirmiziköprü’de) Tornê Api gillerdedir. Bunlar Istanbul’a gittiklerinde bunu da birlikte götürdüler. Bu da Khurêsli bava’larin asasidir.”

    Xalik Gülizare ise sunlari belirtir:

    “Moro Sia (Kara Yilan), Kemanli asiretinin piridir. Onun adidir. And içtiklerinde,

    –Moro Sia bo! (Kara Yilan adina and olsun!) derler.”

    Kizilbelli Khurêsliler de “Ewliya Morê Siay”a (Kara Yilan Evliyasi) dair bize su bilgileri verdiler:

    “Bava Bav, Çê Morê Siay ailesinin Kemanli asiretinden olduklarini söylemis. Ocakzade degiller ama yine de pirlik yaparlar. Hesenê Çhali gillerin takimi bunlarin taliplerindir.

    Dewrês Eylas’in devrinde Kizilbelli Khurêslilerle ayni cedden gelen iki bava bir gün bu aileye giderler. Burada kerametler çikarilar. Evin hanimi ekmek pisirmek için hazirliklar yapar. Saci indirip altinda ates yakmak isterken, bava’lardan biri yerinden firlar. Önünde oturup ayaklarini sacin altina sürer. Kadin, onun ayaklarindan çikan atesle isinan sacda ekmek pisirir.

    Ona nisbet bu kez sira diger bava’ya gelir. O da yerinden kalkarak, dösünden elleriyle kara yilanlar çikarip çikarip yere koyar.

    Bunun üzerine bunlar birbirlerine düserler. Biri digerine beddua ederek,

    –Evine varmayasin insallah!

    der. Beddua edilen bu bava kalkip eve gitmek isterken, konugu oldugu evin esiginde düsüp ölür.

    Kemanli ev sahibi itikatina saglam biri oldugundan, ari kovanlarini koydugu evden daha temiz bir yer olmadigini düsünerek, ölen bava’yi götürüp kovanlarin yanida indirir.

    Bava’nin evine haber salarlar ki cenazeyi almaya gelsinler. Kovanlarin oldugu evden cenazeyi almak için ailesiye birlikte gidip bakarlar ki, ölen bava hem terlemis ve hem de hafiften gülümsemekte. Bunu gören ev sahibi cenazeyi götürmelerine razi olmaz ve kovanlarin oldugu bu yerde bava’yi defnederler.

    Bunlara Çê Morê Siay (Kara Yilan Ailesi) denmesinin nedeni budur iste. Söz konusu ziyaret ve tarikat degnegi de bu evde bulunuyor.”

    6–“Ewliya Dewrêsê Qici”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Tercan’in Pirnasel köyüne bagli “Mazra Dewresi” adiyla bilinen mezrada, Khurêsli bir ailenen evindedir. Bunlar bir degil iki tarikat degnegidir. Ikiside bir evdedir.

    7–“Ewliya Dewrês Heseni”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Apo Ali bunun hakkinda bize su bilgileri veriyor:

    “Dewrêsê Qici ailesinin “Ewliya”lariyla bizim rehber’imiz Dewrês Hesen’nin “Ewliya”lari birbirleriyle kizkardeslermis. Karsilikli olarak ziyaretlerde bulunurlar. Dewrês Hesen’nin “Ewliya”larindan birinin adi “Ewliya Meleke”, digerinin de “Ewliya Sultane” dir. Dewrês Hesen Areyli asiretindendir.”

    8–“Ewliya Çê Silê Sadi”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bu ziyaret ve tarikat degneginin hikayesini de bize Apo Ali aktariyor:

    “Qaz ile Sad iki erkek kardeslermis. Dewrês Hesenê Xozati denen zat da bunlarin rehber’iymis. Bu, degnegini eline alarak inegini ahirdan disari çikarir. Ve sonra da bu iki talibine der ki:

    –Hanginiz degnegi alacaksiniz, hanginiz inegi?

    Sad, Dewrês Hesen’in eline vararak kendisinden degnegi alir.

    Zaman geçer kis olur. Bir gün bu sigiri önüne katip sürerken, sigirin arasindan bir inek rahat durmaz. Bu da rehber’inden aldigi degnekle inege bir tane vurur. Hayvan oldugu yerde hemen ölür.

    Kizilbel’den Dewrês Khakil buna,

    –Sen nasil olur da eline bu atesi alip dolasmissin böyle!!!

    der.

    Bunun üzerine Sad, bunu bir geyik postuna koyarak evde asar.

    Bu “Ewliya” hem yilan, hem de güvercin olmaktadir.

    Bava Baqir, Yinkoye diye bilinin köyde bir kaç kez cem baglarken, bu tarikat degnegini kilifindan çikarir. Birinde, Bava Rizaê Garsiye kendinden geçer. Zor bela durdurular... Bava Bav’la berabermis.”

    9–“Ewliya Çê Dewrês Qemeri”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Khurêsli bir ailedir bunlar. Hak’ka yakariken kendisini çikaran bava’yi tutup bacadan götürüp kapidan getirdigini, kapidan götürüp de bacadan getirdigini anlatirlar.

    10–“Ewliya Çê Sey Memedi”(EVLIYA CE SEY MEMEDE QEREGOL)

     



    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bu da Bamasurlu bir zattir. Bir cem töreni esnasinda bu “Ewliya”yi kilifindan çikardiklarinda, evin çatisi havalanip gökyüzünde yildizlar görünmüs.

    Bu ziyaret ve tarikat degneginin bir özelligi de, yavrulamasidir. Yavrulari yilandir. Sömininin önünde bir müdet durur sonra kaybolurlar.

    Deprem olup her yer yikildigida, yalniz Sey Memed’in bu evi yikilmiyor.

     

          

     

     

    11–“Ewliya Tizvazi”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Tizvaz, Khurêslilerin yerlesik oldugu bir köy. Haydar Bey’in5 gönderdigi bir grup çete Tizvaz köyünün malini zorla önlerine katip götürürler. Gücü bunlara yetmiyen halk da bu “Ewliya”nin önüne varip,

    –Elinden ne geliyorsa kendini göster haydi!

    diye yakinirlar.

    Bir yaz mevsiminde oluyor bu ve mali yedi kisi kaçiriyor. Bunlar mali sürerek Bagir’a dogru, Karagöl’e dogru giderler. Birden bir soguk bastirir, bir tipi olur ve ardindan bir de yel eser ki yedisi birden donarlar.

    Tizvazlilar varirlar ki yedi beyaz kurt (Vergê Kuresi/ Kurs’in Kurtlari) mala göz kulak oluyor. Mali alip dönerler.

    12–“Ewliya Tadayiye”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bava Hesenê Kolu, bu ziyaret ve tarikat tegneginin Gobirge köyünde “Çê Giriki” diye taninan ailede oldugunu söylemektedir.

    13–“Ewliya Morê Suri”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Yine Bava Hesenê Kolu, bu “Ewliya Morê Suri”nin (Kirmizi Yilan Evliyasi) Xarige köyünde “Çê Alê Rayberi” gilde oldugunu bize aktariyor. Six Memadanlilarin oldugunu belirtiyor.

    14–“Ewliya Pirê Peji”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Pirê Peji Bamasurlu bir zatmis. Bu ermis Dersim katliyaminda, korkudan “Ewliya”yi götürüp dedesinin mezarina gömer. Bunlar Karagöl tarafinda “Qayixa Seydu” denen yerde kalmaktalarmis. Dedesinin mezarinin oldugu yere de “Mezela Çhar Birawu” (Dört Kardesin Mezari) derler. Onun dedesi burada yalniz degilmis. Bu, “Ewliya”yi mezara gömüp eve dönünce, bir de bakar ki “Ewliya” ondan önce eve gelip yilan olarak sütuna sarilmis. Pirê Peji getirip önünde bir kurban kestikten sonra, tekrar kilifina koyabiliyor mübaregi.

    15–“Ewliya Qizilbêli”(KIZILBEL EVLIYASI)

     (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Kizilbel köyündeki Khurêslilerdedir. Bölgede yasanan malum siddet ortamindan çok etkilendi bura halki. Göçe ilk zorlanan köylerden biridir Kizilbel. Zorla ata yadigari kutsal evlerinden kapi disari edilirken, askerlerin bu “Ewliya”yi tutup uçurumdan asagi attiklari söylendi. Bir ara çikip geldigi yönünde duyumlar aldiksa da, su anda kesin olarak akibetini bilmedigimizi belirtmek istiyoruz.

        
    16-Ewliya“EÇê Ana Yemise

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Taseniye köyündeki Bamasurlardadir. Kizilbel’le ayni kaderi paylasan bir köy. Bura halki da göçe zorlandigindan bosalmis durumda. “Ewliya”nin bulundugu ev her halde Pülümür’de olmali.

    17–“Ewliya Ausênê Sereni”

    (Ziyaret ve T. Degnegi)

    Bu konuda Xalika Gülizare’nin biza aktardiklari sunlar:

    “Auseno Seren köyünde cem baglarlar. Bavalik yapan Sey Mistefa kendinden geçer. Ziyaret bava’yi tutup parmagiyla dolastirir.”

     

     

     

     

    GÖRGÜ CEMLERINDE TARIKAT

    DEGNEGI NASIL KULLANILIYOR?

    Tarikat degnegi görgü cemlerinde kullaniliyor diyoruz ama bunu biraz da olsa açmakta yarar var. Müsahipler nelere dikkat ediyor, cemde nasil davraniyorlar? Bava “Tariq”la nasil hareket ediyor? Bu sorularin cevabini bize en ayrintili olarak birçok ceme katilip görev almis, yetmisin üstündeki yasiyla Bava Dewrês verebilrdi. Öyle de yaptik.

    Iste Bava Dewrês’in cevabi:

    “Görgü cemlerinde tarikat degnegini (“Ewliya”) nasil mi çikariyorlar? Simdi ben bava’yim, bu da (yanimizda oturan bir tanidigi isaret ederek) zakirim benim. Saz çalip deyisler söylüyor. Sizler de gelmis cemde müsahiplerinizle görülüyorsunuz. (Görülmeye gelenler) boncuk cincik boyunlarina takmazlardi. (Tabii)ellerine yüzükler de takmazlardi. Elbiselerini çikarir uzun donlari ve uzun iç gömlekleriyle kalirlardi. Bellerine Kemerbest baglarlarlar.

    Sizler (müsahipler) dört bes çiftsiniz ve önünüzde zakir bulunmaktadir. Deyisler söyliyerek yavas yavas sema döner gibi gitmektesiniz. Gelip burda duruyorsunuz (önümüzü isaret ediyor). Bava soru soruyor. Zakir ise onlarin delil’i. Delil sorulara cevap veriyor:

    (Bava Dewrês bize Bava ile Delil arasinda geçen bu soru cevap safhasini Türkçe olarak aktariyor. Biz de onu orjinal haliyle buraya aliyoruz.)

    Basinda ne var?

    Taci devlet!

    Alninda ne var?

    Yaziyi Hak!

    Kaslarinda ne var?

    Kudreti kalem!

    Gözlerinde ne var?

    Isigi Hak!

    Burnunda ne var?

    Miski amber!

    Agzinda ne var?

    Lalu gevher!

    Kulaklarinda ne var?

    Seperu siper!

    Belinde ne var?

    Kemeru best!

    Ellerinde ne var?

    Hayirla ser!

    Dizlernide ne var?

    Rukuyu Hak!

    Ayaklarinda ne var?

    Hak rizasi için menzile ermek!

    Hak diyeni Hak saklasin!!!

    Yine deyisler söyliyerek agir agir yürürler.

    Tarikat degnegini (“Jiare”) getirip kilifindan çikarir, yikarlar. Mübaregi çikarirken insani öyle bir zorlardiki... Bava’yi tutup duvara çarpardi, yere çarpardi. Bava Por yasli ve sakkaliydi. Ama öyle güzel deyisler söylerdi ki... Simdiki gibi degildi o zamanlar... Her sey onlarla gitti... Halk o zamanda sadece bir kurus çiralik verirdi (bavalara). Ben daha oniki ya da ondört yaslarindaydim... Kurbanlar keser, lokmalar getirlerdi.

    Müsahip olmak isteyenler çifter çifter gelirler. Yani her müsahip kendi hanim müsahibiyle birlikte bava’nin önüne gelirler. Ve su sekilde dara dururlar (Bava Dewrês ayaga kalkip basini boynundan öne dogru egiyor). Her ikisi yanyana durmaktalar. Bava, bir kaç kez mübaregi (ziyaret ve tarikat degnegini) enselerine degdiriyor.

    Eger her iki çift de sirasiyla bu safhadan geçtilerse, bu kez de yine çifter çifter yere uzanirlar. Yerde yüzükoyun yan yanadirlar. Bava bu sefer de yerde tarikat degnegini sirtlarina sürerek der ki,

    –Allah, Muhammed, ya Ali! Tarik altindan geçene sorgu sual yoktur!

    Sirtlarina vurarak çifter çifter yerden kalkarlar.

    Hak göstermesin, kimisine (tarikat degnegini bava degdirmek istedigi zaman) degmiyordu! Kalbi temiz olmiyanlardi bunlar. (Bava) her ne yapip etse de sirtlarina degdiremez, böyle yüksekte kalirdi (elliyle tarif ediyor)... Bütün çabalara ragmen yine de degmezdi.

    Hak adina and olsun! biz böyle görmüstük!..”

    Burada bir ayrintiya daha deginmedin edemiyecegiz. Her ne kadar Dersim’de Zazaca konusan ocak’lar görgü cemlerinde tarikat degnegini kullaniyorlarsa da, bunun yerine “Pençeyi Ali” dedikleri elleriyle, parmaklarini gererek avcunun içini “Tarik” olarak kullanan ocak’lar da var elbette. Örnegin Aguçanli dedeler bunu kullanirlar. Dersim’de bir sorun olarak görülmemis bu, herkes benimsedigi, inandigi yöntemi uygulamistir. Ama disaridan gelerek bu huzuru bozmak isteyenler de yok degil hani...

    Örnegin, Nuri Dersimi bir Pençe– Tarik tartismasina taniklik ettigini aktariyor bize. Haci Bektas evlatlarindan Cemalettin Çelebi, Aguçanli Seit Aziz’in destegiyle yilan olabilen tarikat deginin yerine pençe’nin kullanilmasini ister. Ve bu konuda Erzincan bölgesinde Seit Aziz’i öne sürerek Alevileri zorlar. Hatta Nuri Dersimi’ye, git Kistim Evliyasi’ni kir, o bir agaçtan ibaret, derse de Dersimi bunu kabul etmez. Sonra halk bunu duyunca büyük bir tepki gösterir ve Cemalettin Efendi de geri adim atarak çeker Erzincan’dan gider.6

    II-DERSIM INANCI’NDA

    BIR BÜTÜN OLARAK YILAN

    Yazimizin birici bölümünde, yilanan Dersim Inanci’ndaki yerini tarikat degnegi boyutuyla ele almaya çalistik. Burada ikinci bölüme geçmeden su gerçegin altini bir daha çizmek istiyoruz. Tarikat degnegi Dersim Inanci’nda, yalniz görgü cemlerinde kullanilip sonra da bir daha ki ceme kadar bir kenara atilip unutulan bir araç degildir. O, bu islevinden daha önce, Dersimlilerin kendi dilleriyle ifade ettikleri gibi, kutsal bir “Ewliya” (Evliya) ya da yine ayni anlamada kullandiklari kutsal bir “Jiare”dir (Ziyaret). Onlarin bu inançlari çok önplana çiktigindan olmali ki “Tariq” sözcügü bavalik yapan dar bir kesim içinde kullanilmaktadir. Ama tarikat degneginin kutsal bir “Ewliya” (Evliya) ve “Jiare” (Ziyaret) oldugu gerçeginene de sadik kalarak tabii...

    Zaten modern çagin insanlarin sosyal yasamlarinda estirdigi alt üst edisler firtinisindan olmali ki, “Ewliya” bir “Tariq” (tarikat degnegi) olarak görgü cemlerinde hakkiyla kullanilmaz olmustur. Cemlerde bava’nin duasini alip, “Tariq”in altindan geçerek kurulan müsahiplikler hayli azalmistir. Ama diger yönüyle, yani özünde bir ziyaret olmasi, canliligini korumaktadir. Onun önünde dilek ve temennilerde bulunarak ne kurban kesenler azalmistir, ne de lokma dagitanlar.

    Bu belirlemeden sonra, yilanin Dersim Inanci’indaki yerini tarikat degneginden baska diger alanlarda da irdelemeye devam edelim.

    BIR GÜÇ GÖSTERISI

    OLARAK YILAN

    Bir güç gösterisi olarak yilan... Daha dogrusu yilana hükmetmek... Su Dersim’in söylencelerini düsünüyorum.. Çogunun kökü taa ilk çaglara varabilecegi aklimadan geçiyor. Dersim tanrilarindan Khurês sirtina binip bir at gibi dörtnala sürüyor Aslanı. Üstüne üstlük bir de kamçi olarak yilan aliyor eline.. Her insanin zehirinden korktugu yilan, artik zehir saçmayan bir kamçi oluyor onun elinde.

    Dersim Inanci’nda Khurês kurtlara da hükmeden bir tanri. Ama bu kurtlar dogaüstüdürler. Khurês ve Khurêslilerle birlikteler. Khure’in Kurtlari’ni (Vergê Khurêsi) bilmeyen yoktur Dersim’de. Kuzey Kutubu’ndaki kurtlar gibi bembeyaz ve boyunlarina bir gerdanlik gibi takili olan kirmizi bir kurdeleyle dolasirlar Khurês’in emrinde ve hükmünde. Bazan de Khurês’in bir ayi’ya binip onu sürdügü aktarilir.

    Dogaya ve vahsi hayvanlara karsi çaresizlik içinde olan ilkçag insanlarinin özlemleri degil midir bu söylenceler yansiyan sevgili okurlar. Yalnizca Dersim’e özgü degil bu tabii. Vahsi doga hayvanlarina hükmetmek, insanlara karsi onlari denetim altina almak bütün tektanrili dinlerden önceki inançlarda rastlanir. Hem de dünyanin bütün kitalarinda. Bulunduklari ortamda hangi vahsi hayvanlar varsa onlar çikiyor öne inançlarda. Yani Maya medeniyetindeki jaguar ve yilana karsi, Misir medeniyetinde ya da Ortadogu’da aslan ve yilanin olmasi yasanilan dogal ortam gözardi edilmezse rahatlikla açiklayabiliyor insan.

    Dersim Inanci’nda da, Dersimlilerin Khurês’i yavas yavas aslandan indirip ayi’ya bindirmeye çalismalari, bulunduklari dogal ortamda aslanin yerine ayi’nin geçmesiyle insan izah edebilir, ya da Dersimlilerin kendileri aslanli bir ortamdan, içinde ayi’nin yasadigi bugünki ortama gelmeleriyle.

    Tektanrili dinlerden önce insanlara hükmetmenin, kitleleri denetim altina almanin bir yolu olmali bu dogaüstü güç gösterisi. Yani vahsi yirtici hayvanlari kontrol etmek. Bunu, hem insanlara dini açidan hükmetmek isteyenler ve hem de insanlari yönetmek isteyenler kullanmislardir. Kanitlari hâlâ orta yerdedir. Tarihi eserlere bir göz atmak yeter de artar bile.

    Simdi burada bu güç gösterisini çok net bir biçide ifade eden Dersim söylencelerinden örnekler vermek istiyoruz. Tabii ki konumuzun çerçevesini asmiyarak. Yani yilanlara hükmedilerek dogaüstü güç gösterisinde bulunmak.

    Khurês’in Yilani

    Kamçi Yapmasi

    Çok yaygin bir söylence ve inançtir bu. Birçok variyanti vardir, Khurês’in yilani bir kamçi olarak eline almasinin. Bunlardan üç variyanti buraya örnek olarak alacagiz.

    I. Variyant– Bava Zeynel:

    “Khurês ayiya binip yilani da eline alir. Kimisi de aslana bindigini söyler. Muxindiye denen yerde de Bamasurlarin cetlerinden biri duvarin üstünde buna bakarmis. Bunun yanina hizla sürer. Kendi kendine ‘simdi bu mahçup olur’ düsüncesinden hareketle, elindeki yilanla duvari bir kere kamçilar. Duvar, üstündeki Bamasurla yürür. Simdi buna “Dêsê Muxindiye” (Muxindiye Duvari) demekteler. Hâlâ kalintilari duruyor bu duvarin. Khurês’in yilanla vurdugu yerde yilanin izi de tabii.”

    Bava Zeynel’in anlattigi bu variyantta Dersim’in iki ünlü ocaginin birbirleriyle rekabeti hemen göze çarpiyor. Bamasurlarin bundan alinmasina gerek yok. Bazen iki ayri ocaktan erler degil, ayni ocaktan yakin akrabalar bile birbirleriyle rekabet etmekten geri durmuyorlar. Yukarida aktardigimiz “Ewliya Morê Siay”de (Kara Yilan Evliyasi) oldugu gibi.

    II–Variyant– Hasan Efendi:

    Hasan Efendi ya da Dersimlilerin diliyle “Hesen Efendiyê Baskoye” adiyla nam salan bu sahsiyet Dersim çapinda sevilip sayilir. Geçtigimiz yillarda onun Türkçe olarak kaleme aldigi bazi görüs ve siirleri bir kitapda yayimlandi. Khurês’le ilgili bu söylenceyi Hasan Efendi su dizelerle bizlere aktariyor:

    “Haci Kureys idi lakabi

    Mahmut Hayrani idi adi

    Bindi bir aslana yilani kamçi etti eline

    Haci Bektasi görmek için geldi Rum iline

    Haci Bektas gördü bir eren geliyor

    Sedasi dagi tasi deliyor

    Keramete karsi keramet

    Hemen gösterdi mucizei hikmet

    Haci Bektas bindi yürüttü kara tasi

    Musai Kazim’in öz ogullari kardasi”7

    III.Variyant– Bava Hesenê Kolu:

    Bava Hesen’in aktardigi bu variyanti, bir cem töreninde söyledigi Zazaca ilahiden buraya aktariyoruz. Bava Hesen, her ne kadar bu ilahide söz konusu söylenceden bahsederken yilani bir kamçi olarak anmiyorsa da, onu taniyan herkes bilir ki Bava Hesen de Khurês’i elinde yilanla tarif ederdi hep. Iste onun anlattigi variyant:

    “Mekânin güzeldir agaçtir agaç

    Agaçlar olmus nar, nar

    Budelayê Khuresi’den baska

    kim zengi vurabilmis yirtici aslana?”

    Dersim Inanci’ndaki bu söylencenin köklerini tarihin binlerce yila varan derinliklerinde bulabiliyoruz. Yukarida degindigimiz gibi aslan ve yilan tanri ve tanrikrallarin sembolleridir. Bu hayvanlara hükmedenler ancak tanrilar olmustur.

    Gilgamis, hem Sümer tanrikrallarindan ve hem de kendi adiyla anilan destanin baskahramanidir. Gilgamis bir eliyle bir aslani koltugunun altinda tutarken, diger eliyle de bir yilani kamçi gibi bulundurmaktadir. Gilgamis’in tasviri böyle çiziliyor bize ulasan tarihi eserlerde. Suriye ve Lübnan’in sahil kesimlerinin mitolojilerinde (bugün ki Israil’de) “Astarte” adindaki anatanriça bir aslanin üstünde elinde bir yilanla ve Filistine yakin bölgelerde ise “Kades” adindaki anatanriça yine bir aslanin üstünde ve her iki elinde birer yilanla tasvir ediliyor. Simdi hangi gerekçeler ileriye sürerek Khurês’i bunlardan ayirabiliriz ki?

    Bamasurlunun Yilanlarla

    Ormandan Agaç Çekmesi

    Taseniyeli Bamasurlar Muxindiye’den gelmedirler aslinda. Bamasurlarin ceddi Muxindiye’den çiktiktan sonraki ilk duraklari Jêle’dir deniyor. Ama kimileri de Zargovit oldugununda israr ederler. Her neyse, burada agaç keserler. Bu agaçlari öküz yerine iki yilan kosup onlarla çekerler. Bamasurlarin ceddi “Durun, yilanlar agaçlari varsin çeksinler, nerede yorulup durarlarsa, orada kazmayi çalip evimizin temelini atacagiz!” der. Yilanlar agaçlari çeke çeka gelip bugün hâlâ “Bonê Taseniye” diye bilinen evin kalintilarinin oldugu yerde dururlar. Bamasurlarin ceddi de burayi mekân tutar.

    Khal Ferat’in Yilanlarla

    Ormandan Agaç Çekmesi

    Khal Ferat da Areyli asiretinden bir zat. Khurêso Qic’la (Küçük Khurês) ayni devirde yasadigi bazi yasli Areyliler tarafindan bize aktarildi. Khurês’in kendisine rehberlik verdigi sanilir. Hizir’in ikrar verdigi bir zatmis. Bir gün ormanda agaç keser Khal Ferat, ev yapmak için. O da tipki Bamasurlularin ceddi gibi öküz yerine tutup iki yilani kosar agaçlara. Khurês görür bunu yilanlarla agaç çekerken. “Khal Ferat! sen bize kerametmi gösteriyorsun?” diye takilir. Itikatina güvenmektedir. “Hasa!” der Khal Ferat “yilanlari agaçlara ‘Ya Khurês!’ diyerek kostum!” Onun yaptigi bu evin kalintilari duruyor hâlâ.

    BIREYSEL KORUYUCU

    VE KILAVUZ OLARAK YILAN

    Dersimli bava’larin yilandan baska kilvuzlari da var. Örnegin kilavuzu kartal olan, kurt olan, masumu pak olan bavalar gibi. Masumu pak’i bir yana birakirsak, kartal, kurt ve yilanin kilavuzlugunu adlandirmakta zorlandigimizi sizlere paylasmak istiyoruz. Bir an “koruyucu totem” mi demeliyiz, yoksa asagidaki söylencelerden okuyacaginiz gibi “kilavuz” mu demeliyiz diye düsündük. Halk orada “kilavuz” diyordu. Sonra “kilavuz”da karar kildik. Neticide bu tanim sözkonusu söylencelerin içerigini degistirmiyecegi gibi, dinbilimcilerin onlari baska tanimlarla degerlendirmelerine de engel teskil etmemektedir.

    Dewrês Sileman’in

    Kilavuzu Yilanlar

    Tornê Dewrês Dili Bava Hesen:

    “Kizilbel civarinda salgin hastaliklar artmis. Önceleri salgin hastaliklar türedi mi birbirlerine yaklasmazlardi. Evin damlarina çikip bacadan içeriye seslenirlerdi. Dewrês Sileman hastalanir. Bir Talibi dama çikip kendisine seslenir. Dewrês Sileman da buna “Evlat! yarin sabah günesin isinlari “Bono Pil”in (Büyük Evin) sirtina vurur ve evden bir çift yilan çikip (Yatira dogru) gittikten sonra, gelin beni defnetmeye götürün artik!” der.

    Bunlar sabahi beklemisler. Günesin isinlari evin sirtina vurmus. Sonra evden bir çift yilan çikip gitmis (Yatira). Bunlar Dewrês Sileman’in öldügünü anlamislar. Gidip Pir’lerinin cenazesini hazirlayarak, bugün Yatir olarak bilinen yere defnederler.”

    Dewrês Dil’in

    Kilavuzu Yilanlar

    Tornê Dewrês Dili Bava Hesen:

    “Kizilbel’de Dewrês Dil’in gelini gebeymis. Artik sancilari tutar, dogumu yaklasir. Tizvaz köyüne gelip, ebelik yapmasi için Bava Usen’in hanimini götürmek isterler. “Onun eli iyi gelir!” diye söylerler. Bava Usen’in hanimi gidip ebelik yapar. Kadin bir oglan çocugu dogurur. Ve bu yine evine döner. Üçüncü günü bir kömbe pisirip kizina seslenir,

    –Gewa’m benim! Memesini yedigim! Misafirlerimiz gelecek, kimse evde yok. Sen su kömbeyi alip (Dil) amcanin gelinini ziyarete git!

    Gewe kömbeyi alip Kizilbel’e gider. Bu Kizilbel’in yanina varinca, kadinlar kendisine el salliyarak,

    –Korkma gel! köpekler malla birlikte gitti!

    diye bagirirlar.

    Ana Sultan bunu alip eve götürür.

    Bu eve gidince bakar ki Dewrês Dil uyuyor. Bebegin besigi onun ayaklarinin ucunda, bebegin annesi de çocugun yaninda oturmaktaymis. Bunlar hos bes edip, hal hatir sorarlar. Sonra Ana Sultan’la çocugun annesi kalkip islerine bakmak için odadan çikarlar. Kiza da,

    – Gewe’cigim! sen burda çocugun yaninda dur, biz birazdan geliriz!

    derler.

    Gewe, gözlerini bir türlü Dewrês Dil’dan ayiramaz. Uyanacak mi acaba diye merak içindedir. Bir de bakar ki onun yastiginin altindan bir çift yilan çikar. Bunlar biraz gelir sonra geri yine yastigin altina çekilirler. Gewe’nin korkudan ödü kopar. Bu ayaklarini kaldirip besigin üstüne koyar. Bakar ki o bir çift yilan yine çiktilar. Baslarini hafif çikarip yine geri çekilirler.

    Ana Sultan gelince bu,

    –Gelin! ben burda durmak istemiyorum! korkuyorum ben!

    der. O da,

    –Neden korkuyorsun, niçin korkuyorsun Gewe’cigim?

    diye sorar. Gewe der ki,

    –Amcanin basucundan bir çift yilan çikti!

    Ana Sultan hafiften gülümseyerek söyle der:

    –Korkma! memesini yedigim! Onlar (yilanlar) onun kilavuzlari! Sen masumu pak oldugundan sana görünmüs onlar!”

    Pirê Moru’n

    Kilavuzu Yilanlar

    Xalik Gülizare:

    “Pirê Moru (Yilanlarin Piri) denen zata Bavaê Moru (Yilanlarin Bava’si) da denir. Bu beraberinde yilan dolastirirmis. Tercan tarafindandi bu. Kilavuzuymus yilanlar bunun.”

    MAL KORUYUCU VE RIZK

    VERICI OLARAK YILAN

    Dersim Inanci’nin en temel özelliklerinden biri, “Wayirê Çei” dedikleri “Ev ve Aile Tanrisi”na yer vermesidir kuskusuz. Bununla ilgili ayrintili bir yazi kaleme aldigimizi, konuyla baglantisindan ötürü ilgi duyanlara hatirlatmak isteriz. Ev ve Aile Tanrisi’nin Dersim Inanci’ndaki yerini belirlerken, onu, ev halkini kötülüklerden, kötü cin ve perilerden, hastaliklardan koruyan, rizkini veren, malini ve kismetini arttiran ve nasibini koruyan bir tanri olarak karakterize ettik. Yine Dersimlilerin, evlerde çikan alaca yilanlari bu tanrinin üstüne saydiklarindan kutsadiklarini, karismadiklarini da belirtmistik.

    Yazimizin bu bölümünde ise yilanlar yine koruyucu bir rolle karsimiza çikiyor. Ya çesitli maddi varliklar yilana dönüsüyor, ya da koruyucu melekler insanlara yilan donunda gözüküyorlar.

    Birazdan okuyacaginiz gibi yilanlar zorda kalan insana kurtarici olarak yetistikleri gibi, onlarin mallarini koruyan ya da onlara rizk verenler olarak da karsimiza çikmaktalar.

    Bu bölümün de bir önceki bölümle birlikte ele alinmasi belki de en dogru olandi. Bava’lirin bireysel kilavuzlari, ya da “koruyucu totem de diyebilirmiyiz” diye sesli olarak düsündügümüz kisimla çok iç içedir bizim burada anlattiklarimiz. Ama bu inançla ilgili dataylarin çok net bir biçimde görülebilmesi için ayri ayri elealmayi daha uygun bulduk.

    Ana Vilike’nin Örükleri Onu

    Koruyan Yilanlara Dönüsüyor

    Burada bir de “Morê Çê Aliyê Mistefay” (Aliyê Mistefafy Ailesinin Yilanlari) adiyla bilinen aile ve yilanlarina deginmek gerekir.

    Aliyê Mistefay giller Merga Derge adiyla taninan yerde oturlarmis. Bunlarin soyu taa Derikê Masuku denen yerde mekan tutan Dewrês Eylas’a kadar uzanir. Ama Aliyê Mistefay’in Yatiri (Hewsê Aliyê Mistefay) Merga Derge’dedir.

    Aliyê Mistefay keramet sahibi bir ermis. Ama onun yasadigi devir çok kötüymüs. Eskiyalarin kimseye göz açtirmadigi bir zamanmis. Yollari keser, yerlesim yerlerine baskinlar düzenler ellerine ne geçtiyse alip götürürlermis.

    Aliyê Mistefay’in kizkardesi varmis. Adi “Ana Vilike”dir. Ana Vilike’nin önünde boynuna taktigi gümüs bir gerdanligi, altinlari ve boncuklar varmis. Eskiyalar bir gün bunun önünü kesip, onun boynuna taktigi bu degerli takilari almaya çalismislar. Ana Vilike bunlara yalvarir,

    –Ne olur altinlarimi, gümüslerimi almayin!.. Ben falan kisinin kiziyim... falan kisinin tornuyum...

    der ama söz geçiremez. Bunlar el atip takilari almaya yeltenince, Ana Vilike’nin örükleri birer yilan olup bunlarin ellerine saldirlar. O da eskiyanin zulmünden böylelikle kurtulur.

    Dua ve dileklerde, beddualarda ya da Hak’ka yakarista “Morê Çê Aliyê Mistefay” (Aliyê Mistefafy Ailesinin Yilanlari) diye taninan bu yilanlari da zaman zaman anarlar.

    Kizilbelli Khurêslilerin Otu

    Ahirda Yilanlara Dönüsür

    Dursinê Khali (bir adi da Dursinê Muxtari’dir) atli olarak Kizilbel’e gider. Önce kisragini ahira çeker. Ahirdaki ottan bir tutam kisragina vermek isteyince, ot elinde yilan olur. Bir daha dener yine öyle... Bava Baqir ahira gelip buna,

    –Neden kisragina ot vermiyorsun?

    diye sorar.

    Dursinê Khali kendisine,

    –Sizden destur olmayinca ben nasil vereyim ki!

    diye cevaplar. Bundan sonra ancak, atin önüne ot atabilir.

    Tarlada Sahipsiz Birakilan

    Bugdayi Koruyan Yilan

    Bava Zeynel:

    “Quzveran köyüne dogru bir yerde, köylünün biri ekinini biçer. Bugday danelerini çikarip mühürledikten sonra tarlada birakip eve gelir. Hirsizlar bunu firsat bilip bugdayi çalmaya giderler. Bugdayin üstünde top olup duran büyük bir yilan bunlari bugdaya yaklastirmaz.”

    Dewrês Sileman’in Örkeni

    Kocaman Bir Yilan Olur

    Bava Riza:

    “Kizilbel’in beyi (agasi) Agveran beyiymis. Bir Türk’müs bu. Dewrês Sileman’in öküzü kendisini Kizilbel’de yere atinca, o da burada konaklamaya karar verir. Bey, Dewrês Sileman’nin yardimiyla murada erer, hanimi gebe kalip bir erkek çocugu dogurur. Kendisine iyi haberler ulasir. Bizzat kendi gözleriyle onun kerametlerini görürler. Böylelikle onlarin burda kalmasina Bey razi olur. Oturup Kizilbel’in icarini belirlerler. Bey der ki,

    –Her yil bir örken ve bir keçi!

    Dewrês Sileman kabul eder.

    Bu bir gün beyin icarini talibi Silemanê Ali’ye verip evine gönderir. Onlar da keçiyi götürüp agila korlar, örkeni de götürüp yüklügün üstüne atarlar.

    Sonra bir ara evin hanimi içeriye gidip bir de bakar ki ne görsün, koskocoman bir yilan yüklügün üstünde toplanmis bir vaziyette duruyor. Bunun gözleri yilana ilisince birden oldugu yere yikiliverir.

    –Hanim öldü!

    diye söylenirler.

    Herkes kosup buraya gelir. Kocaman bir yilanin yüklügün üstünde toplu biçimde durdugunu kendi gözleriyle görürler.

    –Bey’in evinde yilan türedi!

    diye bir laftir alir gidir.

    Daha bu olay sogumadan bu kez de,

    –Agil yaniyor! Agil dumandan görünmüyor!

    diye bagirip çagirlar.

    Bey, bunlarin sebebinin Dewrês Sileman’in verdigi örkenle keçi oldugundan süphelenir. Tutup Silemanê Ali’ye getirtir. Silemanê Ali,

    –Ne oldu? Nedir? Neyin nesidir?

    diye sorar.

    Bunu içeriye götürerek yüklügün üstündeki yilani gösterirler. Bakar ki onlarin yilan dedigi örkenin kendisi. Örkeni yüklükten asagi indirerek,

    –Siz bu örkene mi yilan diyorsunuz?.. Korkmayin yilan degil ki bu!..

    diye yatistirmaya çalisir. Bunlar Silemanê Ali’yi agila götürerek, Dewrês Sileman’in verdigi keçinin boynuzlarinin üstünde yanan iki mum gösterirler.

    Agveran beyi örkeni Silemanê Ali’ye verip, keçiyi de önüne katarak,

    –Bak biraderim! Dewrês’in su örkeniyle keçisin al, bir an önce götür buradan!

    der.”

    Mutulu Bava Dogan’in Yiyecek Unu

    Kara Bir Yilanin Agzindan Akarmis

    Xalik Gülizare (Gülizar Teyze):

    “Miti’den tarafa bir Bava Dogan ailesi var. Bunlar Sex Hemedli ocagindandir.

    Bu aile hiç ekin ekmemis, reçberlik yapmamis ve harman savurmamistir. Ama bunlarin evinde unlari da eksilmezmis. Unlari, evin yaninda içinde ziyaretin oldugu ayri bir evdeymis. Kilitliymis burasi. Burada, kara bir yilanin agzindan unlari akarmis.

    Çocuklari evlenmis ama gelin halktan biriymis, ocakzade degil yani. Unun aktigi yerden habersizmis. Gelini büyük bir merak sarar. Bakar ki ne tarla ektikleri var bunlarin, ne harman çikardiklar, ne de degirmene gittikleri; ama yine de unlari bir türlü bitmek bilmiyor. Nereden çikarip getiriyorlar bunlar bu unu?

    Ve bir gün gidip gizlicene ziyaretin oldugu eve bakar ki, un kara bir yilanin agzindan akiyor. Gelinin görmesinden dolayi bu kerametin ardi kesiliyor ve orada bulunan unlar da kepege kuma dönüsüyorlar.

    Bu olaydan sonra civardaki halk, yilanin önündeki bu kepekli kumdan götürerek, hem “teberik” dedikleri evdeki kutsal maddelerin içine katarlar, hem de yogurt mayasi niyetine süte atmaya baslamislar.”

    GENEL OLARAK

    HALK INANCINDA YILAN

    Yazimizin bu son bölümünde Dersim’de yilana dair anlatilan kisa söylence, anlati ve halk inançlarindan bazilarina yer vermeye çalisacagiz ki konu bir bütünlüge kavussun.

    Xalik Gülizare:

    *Yilanin gömlegini süt kaynatirken altinda yakarlar. Bununla yagin artacagina, nazar degmiyecegine inanirlar.

    *Yine yilanin gömlegiyle kadinlar saçlarini baglarlar. Bununla da saçlarinin uzuyacagina inanirlar.

    *Bir sürünün çobanlari mali güderken bir gün bir yer çatlaginda iki yilan görürler. Bunlar bir degnek gibi uzun ve çatlakta uzanik haldelermis. Çobanlar ellerindeki degnekle bunlara dürterler. Yilanlar hareket ederlerse de olduklari yerde dururlar. Bunlari olduklari yerden çikarmazlar bir türlü. Ikinci gün yine gelip bunlara bakarlar ki, yilanlar bir agaç gibi budak salmislar. Durumu bava’lara bildirirler ve bava’lar gelip bunlara bakinca “Bunlar Ziyarettir!” derler. Sonra da hemen yanlarina oturup Hak’ka yakarirlar. Bu yakaris esnasinda yilanlarin sir olup gittigi söylenir.

    *Sahi Maran öldürülmüs ama yilanlarin bundan haberi yok. Eger bunu bir bilseler dünyayi mahf ederler.

    Bava Dewrês:

    *Bazi yilanlar evcildir. Insana dokunmazlar. Bunlardan bazilari kazanda süt kaynatildimi tavandan asagiya süt içmek için sarkarlar.

    *Bizim Khurêslilerden biri bir yilan öldürür. O gece bunu rüyüsinda görür. Ve bu yaptigina çok pisman olur.

    *Muso Xêg (Deli Musa) iki yilanla konusmaktaymis. “Git!” der, gidirler; “Dur!” der dururlar. Baslarini kaldirip ona bakarlarmis. Oradan geçen iki kisi bununla karsilasirlar. Buna,

    –Musa! sen o yilanlara söyle yolumuzdan çekilsinler, biz kendimize Pülümür’e gidecegiz.

    derler. Musa yilanlara,

    –Birakin onlari, onlar yolcular, Pülümür’e gidecekler!

    diye seslenir.

    Yilanlar bunlara ellesmezler. Musa bu yolculara yilanlari göstererek,

    –Ben de bu arkadaslarimla kendimize Pülümür’e gelecegiz!

    diye artlarindan söylenir.

    Baskalarindan derlediklerimiz:

    *Eger birinin nazarindan korkuluyorsa ona “Arkandan yilan geçti!” denir ki nazari degmesin.

    *Hizir, bir ilaç yapar ve bunu bir saksagana verir der ki,

    –Bu ilaci götürüp insanlarin üstüne serpistir ki, artik uzun ömürlü olsunlar, çok erken yaslanmasinlar!

    Saksagan gelip bir çam agacina konar. Ve Hizir’in sözünde durmayarak, ilaci onun kullari yerine kendi basina serper. Bu arada ilaç ortaliga saçildigindan, bundan hem çam agaci ve hem de agacin altinda bulunan bir yilan nasibini alir.

    Bu nedenle insanlarin ömrü kisadir. Ama saksaganin, çam agacinin ve yilanin ömrü bir hayli uzun.

    *Ayni söylencenin birçok variyanti var. Bunlardan birisini de Xalika Gülizare anlatti. Bu anlatida ilaci veren Hizir degil de Sahi Maran’dir (Saê Moru).

    *(Kemerê Saê Moru) Sahi Maran Ziyareti:

    Qirdim tarafinda bir kayalikta o kadar çok yilan var ki haddi hesabi yok bunlarin. Memedê Mikaili bir gece rüyasinda Sahi Maran’in bu kayalikta oldugunu görür. Sabah erkenden yaptigi ilk is bir malini getirip bu kayaligin üstünde Sahi Maran’a kurban etmek olmus. Yöre halki bu kadar yilanin bu kayaliga toplanmasinin nedenini Sahi Maran’in burda olmasina baglar. Dersim’deki ziyaretlerden biridir. Buradan geçtiklerinde kayalari öperek niyaz ederler.

    *Balaban Deresi’nde bir evde alaca yilanlar çikar. Cahilin biri kalkip bu yilani öldürür. Yilani öldürdükleri gün, kurt mala saldirir ve içinden birini dahi sag birakmaz.

    *Yilan öldürüldügünde mutlaka yere gömülmelidir. Gün batmadan, karanlik olmadan yilanin ruhu bedeninden ayrilmaz. Yildizlar çikmadan yilan ölmüyor.

    *Birbirlerine dolanan iki yilan görüldü mü bunlara karisilmaz. Bunlarin “müsahip olduklarina” inanirlar. Bazilari tutup bunlarin üstünü bir esarpla örter ve bunlardan dileklerde bulunurlar. “Eger böyle yaparsan tanri ne dilegin varsa sana verir!” diye inanirlar.

    *Bir yilan da var ki bunda elmas tasi bulunur. Buna “Moro Kor” (Kör Yilan) denir. Görmiyor bu. Elmas tasini yanina indirip aksam onun isiginda otlamaktadir. Bazilari yilandan bu tasi kapip kaçarlar. Bu durumda bir irmagin sularindan karsi yakaya geçmeleri gerekir. Çünkü yilan suya sordugunda, su buna “Ben görmedim!” diyor. Bir de yanlarinda ates külü olmasi gerekir. Külde elmas tasi isik vermez de ondan.

    *Bava Xidir Almanya’da çalisarak memlekette kendine bir yapmis. Aliyê Makili buna,

    –Bize bir toklu kes de yiyelim!

    der. Bava Xidir buna der ki:

    –Ben daha yeni ev yaptirdim. Param yok ki! Sana nereden para getirip toklu keseyim!

    Aliyê Makili buna kizip,

    –Evine yilanlar dolsun!

    diye beddua eder.

    Gerçekten de eve yilanlar dolar. Kurbanlar kesip Aliyê Makili’ye yalvarirlar. Gönlü alininca gelip,

    –Çikip gidin!

    diye yilanlara seslenir. Ve yilanlar evden çekilirler. "





    Kemanın sesiyle 90 yıl

    siloQiz.jpgBugün 95 yaşına olan Dersimli dengbêj ve keman ustası Silo Qiz, 90 yıldır kemanının sesiyle yaşıyor. Dinçliğini kemanının sesine ve yaşadığı aşklara bağlayan Qiz, bir asra yaklaşan ömründe en zor ağıdını ölen oğluna yakmış. Dostları O'nun kasetlerini toplayarak arşivliyor.


    Kemanın sesi ile yaşıyor Silo Qiz, 90 yıldır. 5 yaşında öğrendiği kemanının sesi, yanık sesiyle birleşiyor. Silo Qiz'in yaşamı ise, Dersim'deki alevi inancının ritülleri ve destanları ile büyülüyor insanı.

    Dersim'de alevi inançlarına göre her yılın 21 Mart'ında Newroz ile birlikte yıl devrilir, yaşam yeniden başlar. Ve o gün, gece saat 12.00'de tüm ağaçlar, hayvanların secdeye varıp tanrıya dua ettiklerine inanılır. İnanca göre kim doğanın ve hayvanların eğildiğine tanık olursa tutacağı dilek kabul olur. Elif Ana da büyük bir heyecanla o anı bekler tüm gece. Ve saat 12.00'yi vurduğunda bir o görür ve bir o dilek tutar. Elif Ana'nın dileği, ne diğer kadınlar gibi zengin olmaktır ne de fazladan ömür... O çocuklarının şair ve aşık olmasını murat eder ve başındaki beyaz tülbenti çıkarıp dut ağacına bağlar. Elif Ana'nın dileği yerine gelir ve tüm çocukları şair, dengbêj olur.

    Küçük Süleyman Silo Qiz oluyor

    Elif'in oğlu Hasan, Silo Qiz'in dedesi. Yöresinde çok sevilen bir aşık olan Hasan Doğan'ın oğullarından biri olan Süleymanın Doğan da şair, aynı zamanda nam salan kemanıyla stranlar şakıyan dengbêj. Ama talihsizdir Aşık Süleyman, zira tüm çocukları ölür. Derler ki, çocuk babasının ismini alırsa ölmez ve Süleyman bundan sonra doğan çocuğuna 'Süleyman' ismini verir. Sanatçı bir ailede doğan Süleyman Doğan'ın Silo Qiz olma sürevüninde bu ailesinin payı büyüktür. Silo Qiz 85 yıldır yanında taşıdığı kemanı çalmayı henüz 5 yaşındayken babasından öğrenmiş. Bir süre sonra da söylemeye başlamış. Sio bu, kemanla yetinmiyor, aile ocağına aş gerek, ekmek gerek. Küçük bedeniyle büyüklere parmak ısırtacak kadar çok iş yapar. Gövde küçük, hener büyük. Hünerine tanık olanlar ona ufak, küçük anlamına gelen 'Qiz' lakabını takar ve böylece Silo Qiz olur.

    Sonrasını ise Süleyman amcanın ağzından dinleyelim: "Keman çalmayı küçük yaşlarda öğrendiğim halde her tarafta geziyordum. Düğünlere ve taziyelere çağırıyorlardı. Halk beni çok seviyordu. Keman çalıp, türkü söylüyordum. Babam öldükten sonra kemanı bana kaldı. Ömrümde çok keman eskittim. Askerde unuttum birini, düğünde kaybettiklerim oldu. Ama keman hep yaşamımın en değerli parçası oldu. 3 gün üst üste keman çaldığım olurdu. Sesim eskiden çok güzeldi ama şimdi ağzımda diş kalmadığı için eskisi gibi iyi söylemiyorum."

    Dişleri olmadığı için türküleri iyi okumadığını söylese de doğaçlama söylediği türkülerini düğünlerde, yaslarda dillendirmiş bir ömür boyu. Ama en çok ağıt yakmış Süleyman amca, savaşta yaşamını yitiren yiğitler üzerine.. 1938 direnişinde söylediği türküler ise hala dillerde.

    En zor ağıdını oğluna yakmış

    Dengbêj Silo Qiz, şüphesiz en zor ve yanık ağıdını oğlu askerden ölü dönünce yakmış. "Sayısız ölü üzerinde ağıt yaktım ama oğlumun üzerinde söylediğim türkü, içimi yakıyordu" diyen Silo Qiz, akabinde de birçok acı yaşıyor; söylediği türkülerle acılarını içine atmak yerine hüneri yoluyla paylaşıyor. Acılarının kemanının tellerinde yayıldığını ve ayakta olmasının da buna borçlu olduğunu kaydeden Süleyman Amca, dinç kalmasının nedenini de kemanına bağlıyor. Qiz, ağıt yaktığı insanların yaşamını, neden vurulduğunu ve yaşamına ait birçok ayrıntıyı öğrenmeden ağıt yakmadığını da sözlerine ekliyor.

    Keman ve Silo Qiz'in tekleşen sesi

    Silo Qiz, şöyle tarif ediyor, bir ömür verdiği kemanı ile ilişkisini: "Kemanımın sesi ile benim sesim özdeşleşiyor. Kemanda kendimi buluyor ve acılarımı dile getiriyorum. Acılarımızı anlatamaz, dile getiremez ama çalarız. Keman hem hüzünlendirir, hem halay çektirir. Kafamda sürekli türkü söylerim, rüyalarımda bile. 1980 yılına kadar 75 yıl boyunca neredeyse her gece söyledim ve çaldım."

    Çocuklarından kimse keman çalmasa da "Saz çalıyor ve söylüyorlar" diyor.

    Silo Qiz kasetleri kampanyası

    Ferhat Tunç öncülüğünde Dersimli birkaç işveren şimdi Silo Qiz kasetleri kampanyası düzenliyor. Silo Qiz'in hep yanında olan ve kampayayı organize eden Cemal Taş, kampanyayı şöyle anlatıyor: "Silo Qiz'in gittiği her evde bir kasedi vardır. Kasetleri bugüne kadar hiç arşivlenmemiş. Elinde şu an bir tane kasedi bile yok, öz sesi dışında. Ferhat Tunç öncülüğünde Dersimli iş adamları olarak bu kampanyayı düzenledik. Dersim'de birçok evde olduğunu biliyoruz. Kimin evinde kaset varsa getirmesi üzerine çağrı yapıyoruz."

    Gizli söylenen sevda şarkıları..

    Yaşını göstermeyen dengbêjden bunun nedenini soruyoruz: Müzik ve aşk. Gençliğinde çapkın olduğunu duyduğumuz Silo Qiz'a kaç kere aşık olduğunu soruyoruz, "Gizlidir, söyleyemem" diyor utanarak. Yaşlı, kırışık yüzüne allık yayılıyor. Platonik aşklarına yıllarca sayısız türkü söylemiş. Qiz, "Hala söylediğim türküleri kimse kimin için yazdığımı bilmez. Gizli gizli seviyordum. Hala soruyorlar şu parçayı kimin için söyledin diye? Biz ise türkülerimizi gizli gizli söylerdik" diyor.

    Köy Hizmetleri'nden emekli olan Silo Qiz, halkın sevgisini hiçbir şeye değişmiyor. Silo Qiz'ı 4 oğlundan ölüm ayırsa da, yaşamı boyunca arkadaşlık eden kemanı ve dostları var hep yanında.

     

    Dersim’in acılı tarihini “Yanık” sesiyle bizlere
    aktaran en önemli kişiliklerinden birisi, Silo
    Qız’dır. Sılo Qız, kılamlarıyla Dersim tarihine
    adeta yeniden hayat veren ve canlandıran bir
    kişiliktir. Büyüklerimizin bize anlattıkları “Dersim
    tertelesi” Silo Qız’ın ezgilerinde adeta yeniden
    canlanırdı. Bizler tarihimizi onun dillendirdiği
    ağıtlarla tanımaya ve yaşamaya çalışıyorduk. O
    dönemde yazı kültürünün çok gelişkin olmadığı
    Dersim’de gerek Alevilik gibi dini, gerekse
    yaşanan savaşlardaki acılar, aşklar, ihanetler hep
    bu halk ozanlarımızın dillerinden günümüze kadar
    aktırılmıştır.
    ***

     


    Dersim bizim için acılı tarihimizden bu güne damıttığımız, duygu ve bilincimizle yoğurduğumuz bir değerler bütünüdür. Uğruna büyük bedellerin ödendiği, acıların yaşandığı bu değerin farkındalığı, karşılığında dik durmayı, cesaretleve onurla sahiplenmeyi öngörür. Bu öngörüden
    yoksunlaşan zaman hepimiz için karanlık demektir.
    Bu gün için önemli olan bu karanlığa bir ışık gibi
    düşebilmektir.

     

 



3. İMAM Hz. HÜSEYİN


Hz. İmam Hüseyin, Hz. Ali’nin ve Peygamberin kızı Hz. Fatıma’nın 2. oğludur. 25 Şubat 625 tarihinde Medine?de dünyaya geldi. Ağabeyi İmam Hasan Mücteba şehit olduktan sonra onun vasiyeti üzerine İmamet makamına geçti. Hz. Hüseyin, yaklaşık 6 aylık bir süre dışında, Muaviye’nin hilafetinin zor koşulları altında, acılar ve en ağır baskılar altında on yıl imamet etti.

 

Muaviye’nin döneminde, İslamın dini kuralları toplumda değerini kaybetmiş, hükümetin istekleri, İslam dini adı altında yeniden bezenerek büyük yanlışlıklara büründürülmüştü. Muaviye bir yandan bütün yollara baş vurarak Ehli Beyt’i ve bendelerini ezip, Hz. Ali’nin ismini yok etmek isterken, diğer yandan da alttan alta oğlu Yezid’in hilafetin koşullarını oluşturmaya, hilafetine razı olmayacak kesimler üzerinde büyük baskılar oluşturmaya başlamıştı. Üzerinde baskı oluşturulan kişilerden biri de İmam Hüseyin’di.

Hicretin altmışıncı yılında Muaviye öldü ve oğlu Yezid babasının yerinde oturdu. Muaviye hayattayken tanınmış kişilerden Yezid’e biat almıştı. Yezit, Biat etmemiş olan Hz. Hüseyin’in biatını vermesi, aksi halde başını vurması için Medine valisine emir verdi (12).

İmam Hüseyin, meseleyi duyunca ailesi ile beraber daha güvenceli yer olduğuna inandığı Mekke’ye sığındı ve yaklaşık 4 ay burada kaldı. Bu haber yavaş yavaş her tarafa yayıldı İslam ülkelerine yayıldı. Muaviye devrinde haksızlıklara uğrayanlar ve Yezid’in hilafetine karşı çıkanlar İmam Hüseyin’den destek istemeye ve bir girişimde bulunulursa kendilerine yardım edeceklerine dair söz vermeye başladılar. Irak’tan ve bilhassa Kufe şehrinden gönderilen binlerce mektup bu konuda İmam Hüseyin’in girişimde bulunmalarını, ve kendilerini destekleyeceklerine dair haber yolluyorlardı.

 

İmam Hüseyin Mekke’de ikamet ettiği için bir türlü yolu oraya düşenler veya Hac’ca gelenler guruplar halinde İmamı ziyaret ederek, Yezit yönetimine karşı ona bağlılıklarını bildiriyor ve her halükârda yanlarında olacaklarını ifade ediyorlardı. Hz. Hüseyin, hacı kılığında bir grup memurun Yezid tarafından onu öldürtmek amacıyla Mekke’ye gönderildiği haberini alınca (13) bir halka kısa bir konuşma yaptı ve Irak’a hareket edeceğini (14) ve burada şehit olacağını, Müslümanların da onun yanında olmaları gerektiğini, “Ben biat etmeyeceğim. Zulüm ve fesat hükümetine boyun eğmeyeceğim. Nereye gitsem, nerede olsam da beni öldüreceklerini biliyorum. Mekke’den ayrılmamın nedeni ise, benim kanımın dökülmesiyle Kabe’nin hürmetinin kırılmamasıdır.” (15) belirterek ailesi ve dostları ile birlikte Irak’a doğru hareket etti.

Hz. Hüseyin, Küfe taraflarına doğru yola koyuldu. Yolda 14 Masum Paklar olarak ifade edilen akarabaları olan bazı çocukların Küfe ve yakınlarında Yezid’in adamları tarafından şehit edildiklerini ve cesetlerinin Küfe sokaklarında teşhir edildiğini duydu (16). Bir kaç gün sonra Hz. Hüseyin ve taraftarları Kufe’ye 70 km. mesafede Kerbelâ denilen çöl bir mıntıkada Yezid’in onbinlerce askeri tarafından muhasara altına alındılar.

 

Hz. Hüseyin, yanında bulunan dostlarına seslenerek “Bizim ölüm ve şahadetten başka bir yolumuz yoktur. Ben biatımı sizden kaldırdım. Gitmek isteyen, gecenin karanlığından faydalanıp kendisini bu tehlikeli meydandan kurtarsın. Çünkü onlar bir tek beni öldürmek istiyorlar.” Diyerek, isteyenin ayrılabileceğini ve gidebileceğini bildirdi. Bazı kişiler mevcut durum karşısında sesizce Hz. Hüseyin’i terk edip gittiler. Geride 40 kişi civarında sadık dostları ve akrabaları kaldılar.

Hz. Hüseyin geride kalanları toplayıp onlara, “Sizden her kim isterse gecenin karanlığından faydalansın ve kendisini tehlikeden kurtarsın. Onlar bir tek beni istiyorlar.” Dedi. İmamın vefalı dostları kendisini terk etmeyeceklerini ve Hakk yolunda şehadet şerbetini birlikte içmek istediklerini teker teker belirttiler. (17)


Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının 10. günü (18) Hz. Hüseyin, yakın akrabaları ve bir kısım yakın dostları, daha önceleri Küfe civarında şehit düşen bazı Masumlar dahil toplam 72 ulu kişi olmak üzere hepsi Yezid?in askerleri tarafından Kerbelâ?da şehit edildiler. Bunlar, içinde oğulları, kardeşleri, yeğenleri amca çocukları dahil, çoğu yakın akrabalarından oluşuyordu. Ancak gene de Yezid’in ordusu içinden bu zülme dayanamayarak Hz. Hüseyin saflarına katılarak şehit olanlarda (Hürr bin Yezid-i Riyahi) vardı. (19)

Hz. Hüseyin ve yakınlarına yapılan zulüm Kerbelâ’da sona ermedi. Çadırları ateşe verildikten ve geride kalan malları talan edildikten sonra, kadınlar, kızlar ve sağ kalanlar, Yezid’in askerleri tarafından çıplak olarak develere bindirilerek, şehitlerin başları da mızraklara takılarak halk sindirmeye dair ibret için şehir şehir gezdirildiler. Bu süreç içinde geride kalanların bir kısmı daha bu acıya dayanamayarak şehit düştüler. Ancak Ehli Beyt’e yapılan bu zulüm halk içinde dalga dalga yayılarak Emevilere karşı çok daha büyük bir nefretin doğmasına sebebiyet verdi. Ehli Beyt’e yapılan bu zulme karşı, inananlar her yıl Muharrem ayında yas tutmaya ve bunun acısını diri tutmaya başladılar. (20)

Kerbela Vakasının oluşmasından kısa süre sonra ülkenin her yanında Emevi iktidarına karşı isyanlar başladı. İsyanlar yer yer büyük halk desteği gördü ve iktidarı zorladı. Yezid bu olaydan 2 sene sonra öldü. Yerine geçen oğlu 2. Muaviye babasının icraatlarının yanlış olduğunu ve onaylamadığını belirterek, Hilafet hakkının Ehli Beyt soyuna iade edileceğini açıkladı. Ancak Annesi ve Mervan tarafından zehirlenerek Hilafetinin 40. gününde şehit edildi. Bu olay ile birlikte iktidar Ümeyye oğulları içinde Ebu Süfyan soyundan Mervan soyuna intikal etmiş oldu. 

 

Emevi Devleti 90 yıl kadar varlığını sürdürdü. Bu süreç içinde Emeviler kendi düşüncelerini ve icraatlarını “İslam dini budur” adı altında topluma kabul ettirmeye çalıştılar. İslam dininin en önemli temel değerleri bu süreç içinde yok edildi veya zayıflatıldı. Bu süreç içinde Mescit’lere minarelerin eklenmesi ve ibadethanelerin Cami olmaları sağlandı. Ayrıca iktidar tarafından tüm Cami’lerde Hz. Ali ve Ehli Beyt?e küfür edilmesi için emirler verildi. Bu emirlere uymayanlar çok ağır cezalara çarptırıldılar. Ehli Beyt’i sevenler doğal olarak bu çevrenin dışına çıkmak zorunda kaldılar ve çoğu göç ederek başka coğrafyaları mekan tuttular. Özellikle Orta Asya, Horasan, Türkistan, Taşkent, Nişabur ve şimdiki kuzey batı İran tarafları, Afrika?nın bazı uzak yerleri Ehli Beyt ve bendelerinin yeni mekânları oldular. Emeviler döneminde sadece Ömer bin Abdülaziz döneminde genelgeler yayınlanarak Ehli Beyt’e yapılan zulüm durdurulmuş oldu. Bunun dışında tüm Emevi dönemi İslam dini ve Ehli Beyt için zulüm ve sapkınlık dönemi olmuştur.

 

Ancak bu süre içinde Emevi Devleti sınırlarını genişleterek Orta Asya?dan Anadolu içlerine, Kuzey Afrika kıtasının tümünü ele geçirerek arka taraftan şimdiki İspanya toprakların kadar genişlediler. Doğuda da sınırları şimdiki Afganistan civarlarına kadar ilerlettiler.

Emevi katliamlarından ve zulmünden bıkan halk 750 yılında Horasanlı Eba Müslüm önderliğinde ayaklanarak Emevi Devletini yıktı ve yerine Abbasi Devletini kurdu.

Hz. Hüseyin kardeşi Muhammed bin Hanifiye’ye yazdığı vasiyetnamede şöyle buyuruyor: “Dünya insanları bilsinler ki, Ben makamperest, mevkiperest, bozguncu, müfsid ve zalim bir kişi değilim. Benim böyle hedeflerim yok. Benim kıyamım ıslah etmek içindir. Ceddimin ümmetini ıslah etmek için kıyam ediyorum. Ben marufu emretmek ve münkeri nehyetmek istiyorum.” Gene benzeri sözleri ile “Ben azgınlık, makam, fesat çıkarmak ve zulüm yapmak için Medine’den ayrılmadım. Ben ceddim’in ümmetini ıslah etmek, marufa emir, münkeri nehyetmek, ceddim Resulullah’ın ve babam Ali’nin çizgisinde hareket etmek için kıyam ettim” (21) buyurmuşlardır.

Hz. Hüseyin?in hedefleri ve öncelikleri Ceddi’nin yoludur. Emevi ordularının Kerbelâ olayı sonrası Ehli Beyt bendelerine yaptıklarına biraz göz atarsak durum daha iyi anlaşılmış olur.

1.            Çocukların, süt emen bebeklerin bile susuz ve aç bırakılması, dövülmesi ve korkutulması.

2.            Kadınların ve yetim çocukların korkutulması, aç bırakılması, dövülmesi, şehirlerde gezdirilmeleri, ölülerine ağlanmasının engellenmesi, feci bir şekilde zinetlerinin gasbedilip alınması ve hatta öldürülmeleri.

3.            İçinde hasta çocuk ve küçüklerin de olduğu bir esnada uyarmadan çadırların yakılması.

4.            Kur’an’a vakıf salih müminlerin öldürülmesi.

5.            Bulûğa ermemiş çocukların öldürülmesi.

6.            İnsanın en basit tabii hakları sayılan ibadet ve zikire engel olunması.

7.            Şehitlerin, başlarının kesilip Ehl-i Beyti ve yakınlarının gözleri önünde taşınması.

8.            Kendini savunamayan aciz insanlara hatta hastalara bile acınmaması, dövülmesi ve zincirlere vurulması.

9.            Şehitlerin başları, yakınlarının gözleri önünde ayaklar altına alınması, atlara çiğnetilmesi ve parçalatılması.

10.        İslami değerlerle alay edilmesi.(22)

 

Hz. Hüseyin bir açıklamasında şöyle buyuruyor: “Hamd Allah’a mahsustur. O, ne isterse olur. Güç ve kudret sadece O’ndandır. Allah’ın rahmeti Resulüne olsun. Gerdanlık kızların boyununu çizdiği (onda eser bıraktığı) gibi ölüm de insanoğlunun üzerine yazılıp çizilmiştir. Yakup, Yusuf’u görmeyi arzu ettiği gibi ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum. Bana, varacağım bir katligah tayin edilmiştir. Öyle ki, o ıssız çöllerin yırtıcı kurt ve hayvanlarının Nevavis ve Kerbela arasındaki bir yerde benim uzuvlarımı parçaladıklarını görüyorum. Allah’ın kaza kalemiyle yazılmış olan böyle bir günden kurtuluş yoktur. Allah’ın razı olduğu şeye biz Ehli Beyt de razıyız. O’nun bela ve imtihanı karşısında sabır ve istikamet gösteririz; o sabredenlerin sevabını bize (tamamıyla) verecektir. Resulullah’ın bedeninin parçası olan evlatları ondan hiç bir zaman ayrı düşmüyeceklerdir. Cennette de onun yanında olacaklardır. Çünkü onlar Peygamber’in hoşnutluğu ve gözünün aydınlığına vesile olup vadesi de (ilahi hükümetin istikrârı da) onların vasıtasıyla tahakkuk bulacaktır. Bizim uğrumuzda canından geçen ve Allah’a ulaşmak yolunda kendisini fedâ etmeye hazır olan kimse, bizimle birlikte hareket etmelidir. Çünkü ben yarın sabah erkenden hareket edeceğim inşaallah.”(23)

Hz. Peygamber, Hüseyin?in şehit olacağını, diğer musibet ve sıkıntılarını kızı Fatıma’ya haber verdiğinde Fatıma çok ağladı ve şöyle dedi: “Bu sıkıntı ve musibetler ne zaman vuku bulacaktır

Peygamber, “Ben, sen ve Ali dünyada olmadığımız bir zamanda” buyurdular.

Fatıma bu sözü duyunca ağlaması şiddetlendi. Sonra; “Kim Hüseyin’ime ağlayacak ve onun için ezadarlık edecektir” dediğinde Peygamber şöyle buyurdular: “Ümmetimin içinden, Kıyamete kadar Ehli Beyt’imin kadınlarına, ve erkeklerine ağlayacaklar çıkacaklardır. Kıyamet günü olduğunda sen kadınlara, ben de erkeklere şefaat edeceğiz, Her kim ki Hüseyin’imin musibetine ağlar ise, o ağlayan gözler, cennet nimetlerine ulaşmak için gülecektir” (24).

Hz. Hüseyin’den bir alıntı. Araplardan biri Hz. Hüseyin’ın yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Peygamber’in oğlu! Ben birinin kan parası için kefil olmuştum, ama onu ödemeye gücüm yok. Onu halkın en şereflisinden istersem daha iyi olur diye düşündüm; Hz. Peygamber’in ailesinden daha şerefli bir kimse aklıma gelmedi.”

İmam şöyle buyurdular:

Ey Arap kardeş! Ben senden üç soru soracağım, eğer birine cevap verir isen, borcunun üçte birini ödeyeceğim; ikisine cevap verir isen borcunun üçte ikisini ödeyeceğim, hepsine cevap verdiğin takdirde de bütün borçlarını ödeyeceğim”

Adam; “Ey Peygamber’in oğlu! Senin gibi ilim ve şeref ehli bir kimse, benim gibi bedevi (göçebe cahil) bir Arap?tan soru sormak mı istiyor” dedi.

Hz. Hüseyin, “Evet! Çünkü ceddim Resulullah’ın şöyle buyurduğunu duydum: “İyilik ve ihsan, ilim ve bilgi miktarınca yapılmalıdır”

Adam, “Pekâla buyurun ne isterseniz sorunuz; bilirsem cevap veririm, aksi takdirde sizden öğrenirim. Güç ancak Allah’tandır.”

Hz. Hüseyin “Hangi amel, bütün amellerden üstündür”

Adam: “Allah’a iman”

Hz. Hüseyin: “Hangi şey insanı helak olmaktan kurtarır”

Adam: “Allah’a güvenmek ve O?na tevekkül etmek”

Hz. Hüseyin “İnsanı süsleyen şey nedir”

Adam: “Kendisiyle amel edilen ilim ve bilgi.”

Hz. Hüseyin “İlimin dışında insanı süsleyen şey nedir”

Adam: “Cömertlik ve mertlikle birlikte olan servet”

Hz. Hüseyin “Eğer o olmazsa nasıl”

Adam: “Sabır ve tahammülle birlikte olan fakirlik”

Hz. Hüseyin “Ona sahip olmazsa nasıl”

Adam: “Böyle bir durumda, gökten bir ateş gelsin o adamı yaksın; çünkü o böyle bir azaba layıktır.”

Hz. Hüseyin gülerek içerisinde bin dinar altın olan bir keseyle, kaşı iki yüz dinar değerinde olan kendi yüzüğünü o adama verip şöyle buyurdular: “Bu altın dinarları borç sahiplerine ver, bu yüzük ile de (onu satarak) geçim masraflarını karşıla.”

Adam onları alarak şu ayeti okudu: “Allah Teala, risaletini nerede karar kılacağını daha iyi bilir.”(25)

 

Hz. HÜSEYİN İÇİN GÖZ YAŞI DÖKMEK :

Allah yolunda öldürülenler için “ölüler” demeyin. Tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olmazsınız.” (Bakara : 154)                                                                               

Aleviler her yıl Kerbela olayının yıl dönümünde Muharrem yası tutar, karalar bağlar. Yas bitiminde de İmamların neslinin tamamen kesilmediğine şükür eder, kurban keser ve Aşure pişirir. 

İmamların neslinin devamı için yapılan tüm İbadetler aslında önceden Kuran?da belirtilmiştir.

Hz. Muhammed’e müşrikler tarafından nesli kesik denildiği için?

“(Resûlum!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik. Şimdi sen rabbine kulluk et ve kurban kes.  Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir”. (Kevser 1-3) iner. Burada İmamların neslinin yürüyeceği görülerek Peygambere “Şükür et ve Kurban kes” denilmektedir. Aleviler de Kerbela Vakasından kurtulan Ehli Beyt nesli için Muharrem yası bitimi kurban keser ve Aşure dağıtarak şükür ederler.

Hz. Muhammed’in 23 Şubat 632 tarihinde, Gadirhum’da, Veda Hutbesinde rivayetlere göre 80 bini kişiyi aşkın bir topluluğa söylediği “Size 2 Emanet bırakıyorum. Biri Allahın kelamı Kuran-ı Kerim, diğeri benim Ehi Beyt’imdir. Kuran ve Ehl-i Beytime ipine sım sıkı sarılın. Kevser Havuzunda her iki emanet bir birinden ayrılmadan bana ulaşacaktır. Ehli Beyt’im, Nuh’un gemisi gibidir. Gemiye binenler kurtuldular, binmeyenler helak oldular” vasiyetine Aleviler sım sıkı sarılarak, arada bir gelen İmamlar, Evliyalar ve diğer Din Ulularının yaptığı gibi candan, gönülden bağlanarak Muharrem yasını, bugünlere taşıdılar.

Alevilerin Ulu Ozanlarının;

Alemlerin serverisin
Ah Hüseyin, vah Hüseyin
Şehitlerin serdarısın

Ah Hüseyin, vah Hüseyin (Pir Sultan Abdal)


Evvela meydanı Hür şehit açtı
Gökteki melekler kanlı yaş saçtı

Yetmişüç pehlivan hep şehit düştü

Ah senin dertlerin İmam Hüseyin   (Şah Hatayî)

Örneklerinde görüldüğü gibi Beyit ve Deyişlere uyarlayıp Cemlerde huşu içinde söyleyip feryat ve figan ederken, öte yandan, ?…Herkes duysun ki, Allah’ın lâneti zalimler üstünedir.?  (Hûd : 18) ayetinde görüldüğü gibi Kuran’a dayanarak, Kerbela şehitlerine kast edenleri lanetle andılar.

Bu yüzden biz Aleviler bir yandan Kerbela yasını tutarken, diğer taraftan inancımız gereği Zalime lanet okuruz.  

  • Tarihte hiç bir örneği bulunamaz ki Kerbela Vakası kadar derin, Kerbela Vakası kadar içten, Kerbela Vakası kadar uzun süreli bir anma, bir yas tutulmuş olsun.
  • Alevi insan Kerbela vakasını öyle sahiplenmiş ve onu yaşamının öyle bir yerine oturtturmuş ki Muharrem ayında sadece oruç tutmuyor, bir de yas çekiyor.
  • Alevi can Muharrem de karalar bağlar.
  • Alevi can Muharrem de eşi ile, kızı ile, tornu ile onun feryat ve figanını işler, Ya Hüseyin diğerek yürekleri dağlar, Ah- Vah ederek feryat ve figan eyler.
  • Bu öyle derin ve içten bir sahiplenmedir ki Muharrem yasında su içmediği gibi, hayvanına eza etmemek için onu bile çifte koşmaz.
  • Bu öyle derin ve içten bir sahiplenmedir ki Muharrem yasında eşi ile aynı yastığa baş koymaz.
  • Bu öyle derin ve içten bir sahiplenmedir ki Muharrem yasında kokular sürünmez, traş bile olunmaz.
  • Bunun adı Hz. Ali sevgisidir,
  • Bunun adı Hz. Hüseyin sevgidir.
  • Bunun adı Ehli Beyt sevgisidir.
  • Bu öyle derin bir sevgidir ki babasının yasını 40 gün tutan Alevi can, Kerbela yasını 1400 senedir tutmakta, o aşkı ve sevgiyi ailesinden fazla onlara göstermektedir.
  • Alevilerin Ehli Beyt sevgisi ve o sevgi içinde Hz. Hüseyin aşkı tamamen gönüllü bir sevgidir. Ona bağlanmış, onu sevmiş, o olmuş ve ondan olmuşlardır.

Şah Hatayi´m muhabbete bakarım
Ben doluyum ben dolana akarım
Güzel pirim bir dert vermiş çekerim
Bir derdim var bin dermana değişmem (Şah Hatayii)

Ehli Beyt sevgisi ile onların çektiği eza ve cefa onlara kudret, dertlerine derman olmuştur. Onların ilacı, onların silahı, onların sığınağı, onların tesellisi olmuştur.

Alevi bir Can, Ehli Beyt sevgisi olmadan Alevi olamaz, Alevi olarak yaşayamaz. Ehli Beyt ve dolayısı ile Seyyid-i Şuheda Hz. Hüseyin onların sadece tenine değil, ruhuna da işlemiştir.

Onu Türkü yapar düğünde eğleşir,
Onu Ağıt yapar Cem’de ağlaşır,
Onu Deyiş yapar, muhabbette söyleşir,
Onu
İman eder, Yezid’e karşı savaşır,
Onu Hızır yapar, eteğine yapışır.

Kerbela Vakası onun için Alevilerde 1400 yıla yakın bir süredir Hz. Hüseyin şahsında Can ve Canan olmuştur.

 

·         İmam Rıza‘ın ashabından olan Seyyid Ali Hüseyini şöyle naklediyor: Ben Ali bin Musa er-Rıza?nın komşusu idim. Aşura günü olduğunda, din kardeşlerimizden bir kişi İmam Hüseyin’nin şehadet olayını okuyordu. İmam Bakır’ın buyurmuş olduğu şu rivayete yetişti: “Kimin gözlerinden sivri sineğin kanadı kadar göz yaşı akarsa, Allah Teala onun günahlarını, denizin köpüğü kadar da olsa affeder.”

·         “Cebrail, Peygamber’in nezdinde olduğu zaman Hasan ve Hüseyin, Resulullah’ın yanına gelerek ve sırtına atlıyarak onunla oynuyorlardı. Resul-i Ekrem anneleri Fatıma’ya “Niçin bunları bir şeyle meşgul etmiyorsun? dediğinde Hz. Fatıma onları aldı, ama çok geçmeden çocuklar annelerinin elinden kaçarak Hz. Peygamber’in yanına gelerek onunla yeniden oynamaya başladılar. Resulullah onları kucağına aldı ve dizleri üzerine oturttu. Cebrail arzetti: Ey Allah’ın Resulü, yavrularınızı çok sevdiğinizi görüyorum.” Peygamber Cebrail’e: “Elbette ki çok severim, onlar yaşantımın iki güzel gülleridir” diye cevap verdi. Cebrail Hüseyin’e işaret ederek şöyle dedi: “Bil ki ümmetin bu oğlunu şehit edecektir.” Daha sonra kanatlarıyla uçarak elinde biraz toprak getirdi ve Resulullah’a hitaben: “Yavrun bu toprağın üzerinde öldürülecektir.” Hz. Muhammed bu toprağın adını sorduğunda Cebrail adının Kerbela olduğunu söyledi.(26) Hz. Hüseyin müsibetlere uğrayacağı ve düşmanları tarafından sarılacağı yere vardığında yakın bölgelerde yaşayan birisini Hz. Hüseyin’in yanına getirdiler. Hz. Hüseyin o şahıstan bu yerin ismini sorduğunda Kerbela cevabını aldı. Hz. Hüseyin : “Allah’ın Resulü’nün buyruğu doğrudur. Burası bela ve hüzün yeridir.” diye buyurdu. Daha sonra ashabına şöyle buyurdu: “İnin artık, sefer yükümüzü indireceğimiz ve kanlarımızın döküleceği yer burasıdır.”

·         Şerif Ebu-l Hüseyin Akiki “Ahbar-u Medine” adlı kitabında Hz. Ali’den şöyle rivayet ediyor. Resulullah bir gün bizleri görmek için eve gelmişti. Hazırladığımız yemeği ve Ümm-ü Eymen’in bize gönderdiği bir kâse süt ve bir kap hurmayı da yemek için ortaya bıraktık. Resulullah yedi, biz de yedik. Daha sonra ben Resul-ü Ekrem’in ellerini yıkadım. Hazret; ellerini başına yüzüne ve sakalına çektikten sonra kıble’ye doğru oturdu ve istediği duaları etti. Sonra gözyaşı dökerek kendisini üç defa yere vurdu. Biz yaptığı bu işin sebebini sormaktan korkuyorduk. Bu esnada Hüseyin o Hazret’in sırtına çıktı ve Resulullah tekrar ağlamaya başladı. Hz. Hüseyin bu durumu görünce: Anam, babam sana feda ağlamanızın sebebi nedir? “Babacığım, şimdiye kadar sizde şahit olmadığım bir davranış gördüm” diye sorduğunda Resul-ü Ekrem ona hitaben şöyle buyurdu: Evladım bugün sizleri ziyaret etmekten o kadar sevinçli oldum ki şimdiye kadar öylesine sevinçli olmamıştım, ama habibim Cebrail yanıma gelerek sizlerin ölümünüzü ve ölüm yerlerinizin dağınık olduğunu bana haber verdi; bu haber beni çok üzdü. Allah’tan sizin için hayır ve iyilik niyaz ederim.”(27)

·         Hz. Muhammed, bir hadisinde Hz. Ali, Hz. Fatıma Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e hitaben şöyle buyurmuştur: “Ben size düşman olup savaşanlara düşmanım ve sizinle sulh içinde olup sizi sevenleri severim.(28)

·         Hz. Peygamber, Hz. Hasan ve Hüseyin’in ellerinden tutarak şöyle buyurdu: “Her kim beni, bu ikisini ve bu ikisinin anne ve babasını severse kıyamet günü benim derecemde benimle birlikte olur.” (29)

·         “Hasan ve Hüseyin benim dünyadan iki gülümdürler” (30)

·         “Bunlar benim ve kızımın yavrularıdır; Ey Allahım, ben bu ikisini seviyorum; Sen de onları sev ve onları sevenleri de sev.” (31).

·         Bir adam Hz. Hüseyin’e selam vermeden: “Nasılsınız? Allah âfiyet versin.” dediğinde İmam şöyle buyurdu: “Evvel se­lam, sonra sohbet. Allah sana da âfiyet versin.” Daha sonra buyurdular ki: “Selam vermedikçe hiçbir kimseye konuşma müsaadesi vermeyiniz.”

·         Rivayete göre Ensardan biri Hz. Hüseyin’e ihtiyacı için başvurunca İmam şöyle buyurdu: “Ey ensari kardeş, yüzünün suyunu dökme, isteğini bir kâğıda yaz, ben Alla­h’ın izniyle seni sevindirecek bir şey yaparım.” Ensari şöyle yazdı: “Ya Eba Abdillah, filan adamın benden beş yüz dinar alacağı vardır, beni sıkıştırıyor; durumum düzelinceye kadar bana mühlet vermesi hakkında onunla konuş.” Hz. Hüseyin?e mektubu okudu ve evine gidip içerisinde bin dinar olan bir kese getirip buyurdu: “(Bu) beşyüz dinarla borcunu öde, geri kalan beşyüz dinar­la da geçimini sağla. Bu üç kimsenin dışında hiç kimseye ağız açma: Dindar, yiğit ve soylu. Çünkü dindar kendi dinini koruması için ihtiyacını karşılar. Yiğit seni ümitsiz etmeyi kendi yiğitliğine sığdırmaz, utanır. Soylu ise ihtiyacın için yüzünün suyunu dökmeye mecbur kaldığını bildiğinden, haysiyetini koru­mak için seni eli boş geri çevirmez.” (32)

·         Mü’min, Allah’ı kendisine sığınak, sözünü ise ayna edinir; bazen mü’minlerin, bazen de gaddarların sıfatına bakar; onların sıfatların­dan incelikler elde eder, kendisini iyice tanır, üstün zekâsıyla yakin makamına ulaşır ve nefsini temizlemekte de güçlü olur. (Hz. Hüseyin)

·         Özür dilenecek hareketten sakın. Zira mü’min ne suç işler ve ne de özür diler, ama münafık her gün suç işleyip özür diler. (Hz. Hüseyin)

·         Gerçek cimri, selam vermekte cimrilik yapan kimsedir. (Hz. Hüseyin)


Kerbelâ faciası, yalnızca 10 Ekim 680 yılında Hz. İmam Hüseyin'le Yezid arasında geçen bir olay olarak ele alınamaz. Kerbelâ olayına nasıl gelindi, bu olayı meydana getiren etkenler nelerdi?



KERBELA  1
Muharrem ayı gerek dinler tarihi gerek İslam tarihi gerekse insanlık tarihi açısından olağanüstü öneme sahip bir aydır.

Bu ayda pek çok tarihsel olay yaşanmıştır. Dinsel kaynaklarda belirtildiğine göre bu ayda yaşanan başlıca olaylar şunlardır

Adem Peygamber, 10 Muharrem günü eşi Havva ile buluşmuştur.

Nuh Peygamber, 10 Muharrem günü tufandan kurtulmuştur. Ayrıca o gün gemide kalan erzakları bir araya getirerek aşure pişirmiştir. Aşr, on demektir, aşur veya aşura, Muharrem'in onuncu günü pişirilen buğday tatlısıdır.

İbrahim Peygamber, Nemrut'un attığı ateşten kurtulmuştur.

İshak veya İsmail Peygamber, kurban olmaktan kurtulmuştur.

Yakup Peygamber, oğlu Yusuf'a kavuşmuştur.
Eyüp Peygamber, ağır dertlerinden kurtulmuştur.
Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulmuştur.
Musa Peygamber, Firavun'un gazabından kurtulmuştur. Kızıldeniz 10 Muharrem günü Musa'ya yol vermek için ikiye ayrılmıştır.
Hazreti Muhammed, Mekke'den Medine'ye bu ayda hicret etmiştir.

Görüleceği üzere pek çok peygamber bu mübarek günde tehlikelerden kurtulmuş, düşmanları da helak edilmiştir. Yalnız bir istisna yıl var ki, işte o sene yüreklerin tâ iç kısmına kan damlamıştır. 10 Muharrem 680…

Cihâna doğan İslâm güneşinin üzerinden henüz üç çeyrek asır bile geçmemişti. Son resul Hakka yürüyeli, sadece yarım asır olmuştu. O nur deryasından feyz alan sahabelerin bir kısmı henüz hayattadır. Lâkin, hilâfet merkezinin başında bir zalim bulunmaktadır.
O zalimin adı Yezit Bin Muaviye'dir…

Yezit'in zulmünün kökü ta peygamberin vefatına ve hatta öncesine değin varmaktadır. Bu nedenle Kerbela Faciasının anlaşılabilmesi için peygamber dönemine gitmek ve Mekke'de Arap toplumu arasındaki akrabalık ilişkilerine değinmek gerekmektedir.
Kerbelâ faciası, yalnızca 10 Ekim 680 yılında Hz. İmam Hüseyin'le Yezid arasında geçen bir olay olarak ele alınamaz. Kerbelâ olayına nasıl gelindi, bu olayı meydana getiren etkenler nelerdi?

Geriye doğru dönüp, bu feci olayın tarih süreci içersindeki oluşum safhalarını görmek lazımdır. Bunun için de Kureyş kabilesi ve bu kabileyi temsil eden Haşim Oğulları ile Ümeyye Oğullarını tanımamız gerekmektedir.

Zira bu iki kabile arasındaki akrabalık derecesi ve aralarındaki husumetin nedenlerinin neler olduğunu bilmeden Kerbela Faciasını yeterince anlayabilmek mümkün değildir.

Konuya, Hz. Muhammed'in soyunun geldiği İbrahim Peygamber ve onun oğlu İsmail Peygamber ile başlayalım. Bilindiği gibi, İbrahim Peygamber, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe'yi inşa etti. Hz. İbrahim, burada dinini yaymaya çalıştı. Daha sonra da oğlu İsmail bu görevi sürdürdü.

Hz. İsmail, Cürhüm kabilesinden evlendiği kızlarla, neslini çoğalttı. İşte yüzyıllar sonra İslam dinini ve Müslümanlığı tebliğle görevlendirilecek olan Hz. Muhammed'in soyu olan Kureyş kabilesi de İsmail Peygamber'in evlendiği Cürhüm kabilesinden gelmektedir.

Kâbe'den dolayı Mekke şehri kutsallık kazandı ve günden güne önemi arttı. Böylece Hz. İsmail'in soyundan gelen Kureyşliler, Mekke ve Kabe'ye egemen oldukları için Arap yarımadasının değişmez hakimi durumuna geldiler.

Bu arada Mekke yönetimini elinde bulunduran Huzaelilerin başkanı Huleyl, kızı Hubbey'i, Kureyş kabilesinin başkanı Kusay (Zeyd) ile evlendirdi. Huzaelilerin başkanı Huleyl ölünce de Mekke'nin ve Kâbe'nin yönetimi Kusay'ın karısına kaldı ve böylece Mekke'nin ve Kâbe'nin yönetimi , Kureyş kabilesinin başkanı Kusay'ın eline geçmiş oldu. Kusay, Kabe'yi yeniden onardı ve pek çok yenilikler yaptı. Kusay'ın ölümünden sonra Mekke'nin ve Kâbe'nin yönetimi, Kusay'ın büyük oğlu Abdüddar'a geçti.

Abdüddar'ın ölümünden sonra ise Kureyş kabilesinin başına Abdülmenaf geçti. Abülmenaf'ın tek batında doğan iki oğlu vardı ve bunlardan birinin adı Haşim (Amr), diğerinin adı Abdüşşems idi.

Abdülmenaf, Kâbe'nin yönetimini iki oğlu arasında bölüştürdü. Hacılara su dağıtımı (sikaye) ile yiyecek dağıtımı (rifade) görevleri, Abdümenaf'ın oğlu Haşim'e (Amr) verildi. Diğer görevler ise Abdülmenaf'ın diğer oğlu Abdûşşems'te kaldı. Ancak, bir müddet sonra Abdûşems'in oğlu Ümeyye, kendi yönetimlerindeki görevlerin gelirleriyle yetinmeyip, amcası Haşim'in gelirlerinden de pay almak için harekete geçti. Kâbe'nin en önemli görevlerinin, amcası Haşim'in elinde bulunmasını bir türlü sindiremiyor, sürekli kavga çıkarıyordu.

Bu kavganın nedenleri arasında Kâbe'nin öneminden dolayı Mekke'nin günden güne gelişerek, Arap Yarımadası'nın en önemli ticaret merkezlerinden biri durumuna gelmiş olması da yer almaktadır. Mekke'nin ve Kâbe'nin bu özelliklerinden dolayı Ümeyye, amcası Haşim'i bir türlü rahat bırakmıyordu.

En sonunda Haşim ile Ümeyye, mahkemelik oldular. Davayı kaybeden Ümeyye, on yıl müddetle Mekke'den Şam'a sürgüne gönderildi. Bir müddet sonra Haşim öldü. Onun ölümünden sonra cezası sona ermiş olan Ümeyye de Mekke'ye döndü. Fakat kısa bir süre sonra o da ölünce Kâbe'nin yönetimi, Haşim'in kardeşi Muttalib'in eline geçti.

Diğer tarafta Haşim'in daha önce Medine'de evlendiği eşinden Şeybe adında bir oğlu vardı. Bu çocuk büyümüş, delikanlı olmuştu. Muttalib, Kâbe'nin yönetimini eline alınca, Medine'ye gidip Haşim'in oğlu Şeybe'yi Mekke'ye getirdi ve Kâbe'nin yönetimine ortak etti. Muttalib, yeğeni Şeybe'yi Medine'den Mekke'ye getirirken devesinin arkasına bindirmişti. Halk, Şeybe'yi Muttalib'in kölesi sanmış ve ona Muttalib'in kölesi anlamına gelen "Abdulmuttalib" demişti. Daha sonra Şeybe adı unutulmuş, Abdulmuttalib adı halk arasına yerleşmişti. Abdulmenaf'tan sonra kabile "Haşimiler" ve "Ümeyye" oğulları (Emeviler) olarak ikiye ayrıldı.

Haşimoğulları Abdümenaf, Haşim (Amr), Muttalib, Abdulmuttalib (Şeybe), Abdulmuttalib'in oğulları, Abdullah ve Ebu Talip'tir. Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed, Ebu Talib'in oğlu ise Hz. Ali'dir.

Ümeyye oğulları Abdülmenaf, Abdüşşems, Ümeyye, Harb, Sahar (Ebû-Süfyan), Muaviye ve Yezid'dir.

Özetleyecek olursak, önceleri Haşim ile Ümeyye arasında başlayan bu mücadele, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in Haşimi soyundan gelmiş olmasıyla birlikte bir kat daha arttı. Ümeyye oğullarını çileden çıkaran en büyük sebep de bu oldu.
Görüleceği üzere, İslamlık öncesi Kâbe ve Mekke'nin yönetimiyle başlayan bu iki kabilenin düşmanlıkları, daha sonra Hz. Muhammed ile onun karşıtları olan Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan arasında devam etti.

 Hz. Muhammed'in Hakka yürümesi ve İslam'daki Ayrılıklar…

 

Hz. Muhammed: Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız.
KERBELA FACİASI (2)

Hz. Muhammed'in Son Sözü: " En Yüce Dosta…!"

Peygamberimiz son haccını yaptıktan iki ay kadar sonra Cennet'ül-baki adı verilen mezarlığa gitmiş, burada dua etmişti. Ziyaretten bir gün sonra hastalandı. Hastalığı on üç gün sürdü.

Bu sürede, kendisini ziyarete gelen Müslümanlara öğütler veriyordu. Kendisinin bir insan olduğunu, herkes gibi öleceğini anımsatıyor, ölümünden sonra eski cahiliye adetlerine dönmemeleri konusunda onları uyarıyordu.
Hz. Muhammed, ölümüne yakın insanları toplayarak şöyle dedi:

"–Ey insanlar, kimin sırtına kamçı vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun kimin bende alacağı varsa, işte malım gelsin, alsın. Bana en yakın olan dostum, burada benden hakkını isteyen veya gönül hoşnutluğuyla helal edendir. Ben Rabbime yüz akıyla kavuşmayı umuyorum."

Sonra şöyle dedi:

"–Allah beni dünya ile kendi katı arasında özgür bıraktı. Bu kul, Allah katında olanı tercih etti."

Hakka yürüyeceği günün sabahı, yüce resul sanki iyileşmişti. Öğleye doğru ateşi tekrar yükseldi. Ateşini düşürmek için yanında bulunan kaptaki suya ellerini daldırıyor, yüzünü, boynunu ıslatıyordu. Bir taraftan da şöyle diyordu.

"–La ilahe illallah… Ölümün de şiddetlisi var… Allah'ım günahlarımı bağışla, bana merhamet et, beni yüce dosta kavuştur."

Kızı Fatıma çaresizlik için ağlıyordu. Yüce resul ona:

"–Üzülme kızım, baban bugünden sonra bir daha hiç acı ve üzüntü çekmeyecek" dedi.

Hz. Muhammed, dilinden La ilah illallah cümlesini düşürmeyerek 13 Rebiulevvel 11 (8 Haziran 632) tarihinde
Pazartesi günü Hakka yürüdü. Ölmeden önce son sözü, "En Yüce Dosta…!" sözcükleri oldu.

Peygamberimizin kutlu cenazesini, Şah – ı merdan ı Hz. İmam Ali yıkadı. Cenaze dışarı çıkarılmadı. Önce erkekler, sonra kadınlar Peygamberimizin cenaze namazını kıldılar. Peygamberimizin naaşı, bulunduğu yerde bir mezar kazılarak toprağa verildi.


O, iffet timsali Hazreti Fatıma'nın babası, cennet gençlerinin efendileri olan Hazreti İmam Hasan ve Hazreti İmam Hüseyin'in sevgili dedeleriydi.

O, bir yarısı Hazreti İmam Ali olan nurun diğer yarısıydı.

O, Gadirhum'da nurun diğer yarısını Hakkın esinlemesiyle veli ve vasi ilan etmişti.

Ve bu kutlu ilana on binlerce mümin tanıklık etmişti.

Ali Bin Ebi Talip, apaçık bir biçimde Hakk'ın esinlemesiyle veli ve imam tayin edilmiştir.

Alevi inancına göre bu gerçeğe iman, mümin olmanın şartlarındandır. Hz. Ali, veliyyullahtır…

Hazreti Muhammed, Hazreti Ali için şöyle demiştir:

"Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir.

Ali, bedenimde baş gibidir.

Tahkik, Ali benden sonra velinizdir.

Ya Ali! Sen bana Musa'nın Harun'u gibisin.

Ben uyarıcı, Ali hidayete vesile olucudur.

Ben ve Ali, Allah'ın kulları üzerine, Allah'ın hüccetiyiz.

Ben ilmin şehri, Ali de kapısıdır. İlmi arzu eden kapıya gelsin.

Benden sonra ümmetimin en âlimi, Ali bin Ebi Talip'tir.

Halk içinde Ali, Kur'an içinde "Kul hüvallâhü Süresi" gibidir.

Allah'ım Ali'yi seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu hor göreni sen de hor gör. O nereye yönelirse Hakk'ı onunla beraber kıl.

Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız."

Hazreti Muhammed, Gadirhum hutbesiyle de yetinmeyip Hakka yürümeden evvel müminlere bir vasiyet yazmak istedi.

"Bana bir kağıt, bir kalem getirin size bir vasiyet bırakayım, ta ki benden sonra dalâlete düşmeyesiniz" buyurdu.

Allah'ın Resulü'nün yaşamının sonunda yazmak istediği bu vasiyete, orada hazır bulunan Hattab oğlu Ömer, "Peygamber sayıklıyor" diyerek engel oldu. Oysa, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah'ın Resulü, kendi nefsi ile değil, Tanrı'nın esinlemesiyle ile hareket ederdi. Çünkü, "Levh-i Mahfuz" O'nun kitabı, kalem-i â'la ise yol göstericisi idi. Zira, Kur'an'da: " (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı o, arzusuna göre de konuşmaz. O'nun bildirdikleri, vahyedilenden başkası değildir." denilmektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Ömer'in müdahalesi yersiz idi. Çünkü Hz. Muhammed, Tanrı'nın izni olmaksızın tek söz etmemiştir.

Gerek Gadirhum hutbesi gerekse vasiyet hadisesine karşın peygamberin Hakka yürümesinin ardından Müslümanlar onun Haktan aldığı istek ve işaretine uymadılar.

Hazreti Ali'nin hilafet ve imametini kabul etmediler. Hattaboğlu Ömer'in yönlendirmesiyle Ebu Bekir bir oldu bittiyle Halife seçildi. Böylece Kerbela Faciasına giden yolun önü açılmış oldu. Bu sırada Hazreti Ali, yüce resulün cenaze işleriyle meşgul idi.

Halife seçimi İslam'daki ayrılıkların başlangıcı olmuştur. Bu olay süreç içinde Müslümanlar arasındaki pek çok ihtilafın ana sebebini teşkil etmiştir.

Bilindiği gibi, birinci Halife Ebu Bekir, vefatından önce yerine Hattapoğlu Ömer'i tavsiye etmiş ve vasiyet üzerine ikinci halife olarak Ömer seçilmiştir. İkinci Halife Ömer de altı kişilik bir şura atamış ve Hz. Ali'nin ismini ise en sona yazmıştır. Şura ise bir oldu bittiyle 3. Halife olarak Osman'ı seçmiştir. Eğer Halife Osman'nın ölümü ani olmasaydı ve vasiyet edecek zamanı bulunsaydı, muhakkak ki o da halife olarak Muaviye'yi önerecekti. Muaviye'nin Şam'a vali olarak Halife Ömer tarafından atandığını ve yine onun tarafından korunup kollandığını anımsamak hem İslam'daki ayrılıkların sbeeplerini anlamak bakımından hem de Kerbela Faciasını doğuran etkenleri doğru analiz edebilmek açısından son derece hayati bir noktadır.

Kuşkusuz Hz. Ali, Hz. Peygamber'in gerçek vasisi ve varisidir. Ancak Hz. Ali, İslam Dininin parçalanmaması ve zarar görmemesi için yapılan tüm haksızlıklara karşı sabır göstermiştir.

Eğer ki Hazreti Muhammed'in vasiyetine uyulsaydı Kerbela Faciası yaşanmaz, yüce resulün vasiyeti gereği hilafet ve imamet Müslümanlar arasında bir tartışma ve ihtilaf sebebi olmazdı. Hazreti İmam Ali ile birlikte başlayan imamlar nesli Müminlerin önderliğini deruhte eder ve Müslümanlar bölünüp parçalanmazdı.

 Şah – ı Merdan Hazreti İmam Ali Dönemi…

Türklerin Hazreti Ali'ye büyük bir sevgi duydukları malumdur. Bu sevginin oluşumundaki etkenlerden biri olarak da Onun halifeliği döneminde İslam ordularının Türkistan'daki harekatını durdurmuş, hatta Horasan'ı tahliye etmiş olması gösterilmektedir. 

 

KERBELA FACIASI 3

Yiğitlerin Şahı olan Hazreti Ali, 598 yılında Mekke'de doğmuştur. Rivayetlere göre annesi onu Kabe'de doğurmuştur. Ölüm tarihi ise 661'dir. Kureyş kabilesine mensuptur. Babası Ebu Talib, annesi Fatıma'dır. Hazreti Ali, peygamberimiz Hazreti Muhammed'in amca oğludur. Kızı Fatıma ile evlenerek damadı olmuştur. Bu evlilikten Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin dünyaya gelmiştir. Hazreti Fatıma, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin, Hazreti Muhammed'in ehlibeytidir.

Hazreti Ali, İslam'ın kuruluş döneminde Hazreti Muhammed'in yanında olmuş, yiğitliği ve yürekliliği ile onu korumuştur. Hazreti Ali, İslam'ı kabul eden ilk erkektir. Çocuk yaşta İslam dinine girerek hiç günah işlemeden, putperest bir geçmişe sahip olmadan Allah'ın dinine hizmet etmiştir. Bu özellik onu öbür sahaben / peygamberin arkadaşlarından ayıran önemli bir unsurdur. Hazreti Ali, Hazreti Muhammed için ölümü göze almış, Mekke'den Medine'ye göç sırasında yatağına yatarak peygamberin düşmanlarına karşı kalkan olmuştur.

Hazreti Ali, halife Osman'ın ardından dört yıl dokuz ay süreyle halifelik yapmıştır. Bilindiği gibi Hazreti Muhammed'in ölümünün ardından İslam toplumu arasında halife seçimi noktasında anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bu anlaşmazlıkların İslam öncesi döneme kadar uzanan nedenleri bulunmakla birlikte, temel ayrılık Hazreti Muhammed'in hastalığı sırasında vefatından kısa bir süre önce Müslümanlar için bir vasiyet yazma isteğinin başta Ömer olmak üzere sahabeden kimilerince engellendiği, oysa peygamberin Hazreti Ali'yi yerine halife tayin etmek istediği yolundaki iddialara dayanmaktadır. Alevi ve Şiilere göre zaten Hazreti Muhammed, Gadirhum'daki söyleviyle Hazreti Ali'yi vasi tayin etmiştir. Ancak Ebu Bekir, Ömer, Osman vd. kişilerce peygamberin bu isteği göz ardı edilmiştir. Hazreti Ali, peygamberin cenaze işleriyle uğraşırken, Ömer'in etkisiyle Ebu Bekir halife seçilmiştir.

Hazreti Ali, ancak Osman'ın öldürülmesinin ardından halife olabilmiş ve hilafeti dört yıl dokuz ay kadar sürmüştür. Emevilerin bütün yıkıcı muhalefetine karşın Hazreti Ali hilafeti sırasında İslami ilkelere uygun, adil bir yönetim sergilemiş ve İslam toplumunun büyük sevgisini kazanmıştır. İslam toplumunda ilk bilimsel çalışmalar onun döneminde başlamıştır. Bu amaçla Hazreti Ali'nin bir bilim bakanlığı kurduğu da belirtilmektedir.

Türklerin Hazreti Ali'ye büyük bir sevgi duydukları malumdur. Bu sevginin oluşumundaki etkenlerden biri olarak da Onun halifeliği döneminde İslam ordularının Türkistan'daki harekatını durdurmuş, hatta Horasan'ı tahliye etmiş olması gösterilmektedir.

Hazreti Ali'nin döneminde yeni hukuki düzenlemelerin yapıldığı, el kesme cezasının Hazreti Ali tarafından yasaklandığı da belirtilmektedir.

İlk İç savaş: Cemel Savaşına Yol Açan Olaylar

Osman'ın halifeliği sırasında takip ettiği siyaset, valiliklere akrabalarını tayin etmesi ve onlara aşırı düşkünlüğü, Ali'nin halifeye karşı tavır takınmasına sebep oldu. Bu dönemde aralarında sert tartışmalar yaşandı.
656 yılında Mısır, Basra ve Kufe'den gelen ve Osman'ın halifeliğini kabul etmeyen isyancılar Medine yakınında "Zi-Huşub" mevkiinde toplandılar. Şehre girip girmeme konusunda Medinelilerin fikrini almak üzere elçi gönderdiler. Medineliler isyancıların şehre girişine taraftardılar ancak Ali isyancılara gelmemelerini söyledi.

Osman, isyancılara arabulucu olarak Hz. Ali'yi gönderdi. Durumun düzeltileceğini ve fesadın ortadan kaldırılacağına dair Hz. Ali onlara halife adına söz vermiş ve isyancılar Mısır'a gitmek üzere yola çıkmışlardı, fakat yolda rastladıkları bir adamın üzerinde bir mektup çıktı. Bu mektupta, Mısır'dan Medine'ye gelen isyancıların öldürülmesi isteniyordu. Bunun üzerine isyancılar geri dönerek mektubu ve içeriğini Hz. Ali'ye anlattılar. Hz. Ali, Halife Osman'a bu mektuptan bahsetti. O böyle bir mektuptan haberi olmadığını söyledi. Sonuçta bu mektubu, Osman'ın kuzeni ve damadı Mervan'ın halife adına yazdığı anlaşıldı.

Bunun üzerine Hz. Ali, hiçbir şeye karışmayacağını söyleyerek evine çekildi. Bu sırada asiler, halife Osman'ın evini kuşatarak ya halifelikten ayrılmasını ya da kendilerine komplo hazırlayan Mervan'ın kendilerine teslim edilmesini istediler. Halife'nin her iki teklifi de kabul etmemesi üzerine evini kuşattılar.

Osman evinin kuşatılmasından Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Ayşe'yi haberdar etti. İsyancılar kapıdan girerek halife'yi öldüremediler ancak komşu evlerin damlarından atlayarak Osman'ı öldürmeyi başardılar.

Osman'ın öldürülmesinden 5 gün sonra Ali, halife seçildi ve Medine halkı ona mescitte biat etti. Talha ve Zübeyr'in de biat etmesi halk tarafından çok iyi karşılandı. Çünkü Talha ve Zübeyr, Hz. Ali'nin haricinde halifeliğin en güçlü adaylarındandı. Diğer şehirlerden temsilciler de Medine'ye gelerek biatlarını yaptılar ve böylece Müslümanların çoğu Ali'nin halifeliğini kabul etmiş oldu.

Halife Osman'ın öldürülmesi ve yerine Hz. Ali'nin halife seçilmesi ile birlikte Emevi-Haşimi mücadelesi yeni bir boyut kazandı. Şam Valisi Muaviye, öldürülen akrabası halife Osman'ın kanını Ali'den talep ederek onun ölümünden Hz. Ali'yi sorumlu tuttu.

Hz. Ali halife seçildiğinde ilk iş olarak Osman zamanında atanmış olan valileri görevden aldı. Görevden alınan ve çoğu Emevi sülalesinden olan valiler, yeni halifeye tepkilerini gösterdiler.Bunun üzerine Şam Valisi Muaviye isyan bayrağını açtı. Öldürülen halifenin kanlı gömleğini Şam halkını galeyana getirmek için camide sergiledi. Mısır Valisi görevinden ayrılarak Muaviye'nin yanına Şam'a gitti. Yemen ve Basra valileri, görevlerinden ayrılarak Osman'ın kanını talep etmek üzere Mekke'de bir araya gelen Ayşe, Talha ve Zübeyr'e katıldılar.

Ayşe, Osman'a karşı kalkışma başlayınca hac için Mekke'ye gitmişti. Katilleri yakalamakta yavaş davrandığı gerekçesiyle Hz. Ali'ye karşı oldu ve kan davası gütmeye başladı. Talha ve Zübeyri de yanına aldı ve Hz. Ali'nin halifeliğine fazla memnun olmayan Basra şehrine gittiler. Basra'da kendilerini destekleyecek insanları bulacaklarına inanıyorlardı.

Ayşe, Osman'ın öldürülmesinden önce, "O (Osman) kitabın hükmünü çiğnemiştir." derken, Osman'ın öldürülüp yerine Hz. Ali'nin seçildiğini duyunca "Mazlum olarak öldürülmüştür", dedi. Bunun nedeni olarak Ayşe'nin "ifk hadisesi" dolayısıyla Hz. Ali'ye kin duymuş olabileceği düşünülmektedir.

Talha ve Zübeyr ise Osman hayatta iken onu eleştirmişler ve aleyhinde bulunmuşlardı. Bunlar başlangıçta Hz. Ali'ye biat etmişler fakat umdukları valilik taleplerine olumlu yanıt alamayınca ona karşı tavır almışlardı.

Basra Valisi Abdullah ile Talha ve Zübeyr'in Mekke'ye gidip hac dolayısıyla burada bulunan Ayşe'ye katılmaları ve Osman'ın kanını talep etmek üzere bir araya gelmeleri, Emevioğulları için bulunmaz bir fırsattı.

Bu arada Hz. Ali, kendisine ilk tepki Muaviye'den geldiği için ona karşı savaş hazırlığı yapıyordu. Fakat Ayşe ve diğerlerinin Basra'ya gittiklerini haber alınca, onların Basra'ya girmelerine engel olmak için hemen harekete geçti. Fakat geç kalmıştı ve Basralılar Ayşe'nin yanında yer aldılar.

Kasım 656'da meydana gelen Cemel Savaşı'nda Ayşe ordusunun mağlubiyeti, bu savaşa katılan Ümeyye oğulları kanadının da mağlubiyeti oldu. Bu savaşta Talha ve Zübeyr öldürüldü. Hz. Ali, Ayşe'yi Medine'ye gönderdi.

Muaviye, Cemel Savaşı'na katılmadı ancak buna seyirci olmakla kalmadı. Savaştan önce Hz. Ali'ye karşı ayaklanmaları için Talha ve Zübeyr'e mektuplar yazmıştı.

Cemel Savaşı İslam tarihindeki ilk iç savaştır. Savşı her ne kadar Ali yanlıları kazansa da bu savaş 24 yıl sonra yaşanacak olan büyük Kerbela Faciasının da habercisidir. Zira bu savaş Hazreti Muhammed'den sonra ehlibeytin il kez iktidara gelişine karşı gösterilen büyük öfkenin patlamasıdır. Bu öfke aslında Emevilerin Haşimilere karşı duydukları tarihsel kinin de uzantısıdır.

Hz. Ali'nin hilafetine karşı yükselen öfke ehlibeyt karşıtlığından beslenerek 24 yıl sonra Kerbela'da doruğa çıkacak ve peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin'in mübarek başının kesilmesiyle facia boyutuna ulaşacaktır. 

Sıffın Savaşı ve Muaviye'nin Zulmü

Muaviye Seksen beş bin kişilik bir ordu hazırladı ve Sıffın'a doğru yola çıktı. Hz. Ali ise Doksan bin kişilik bir ordu ile Sııfın'a yöneldi. İki ordu M. 657 yılında karşı karşıya geldi.
KERBALA FACİASI – 4

Sıffın savaşı her ne kadar Hazreti Ali ile Muaviye bin Ebi Süfyan yanlıları arasında cereyan eden bir savaş olsa da gerçekte Emevi – Haşimi mücadelesinin kanlı bir aşamasından ibarettir.

Haşimiler, ehlibeyt yolunda Muhammedi İslam'ın temsilcileri idiler. Emeviler ise, Hz. Muahmmed'e ve onun ehlibeytine karşı düşmanca ve kindar bir tutum içindeydiler. Gerçek şu ki, Emevi önderlerinin pek çoğu İslam'a gönülsüz ve mecburen katılmışlardır. Nitekim Muaviye'nin babası olan Ebu Süfyan Mekke'nin fethi sırasında başka bir çaresi kalmadığı için İslam'a girmiştir. Oğlu Muaviye'nin de benzer bir tutum içinde olduğu hem Şam valiliği süresince yaptıklarından hem de Hazreti Ali'nin hilfetine karşı isyan bayrağını açmasından anlaşılmaktadır.

Emevi soyundan olan Halife Osman'ın öldürülmesinin suçunu ehlibeyte yükleyecek kadar düşmanca bir tavır sergileyen Muaviye, Şam halkını ve yandaşlarını Hazreti Ali'ye karşı kışkırtmak için Osman'nın kanlı gömleğini ve karısını kesilen parmaklarını Şam'da caminin minberine astırdı. Camilerde ehlibeyte ve Alevilere karşı intikam nidaları atılıyordu. Böylece camiye gelen Şam halkı ehlibeyte ve Hz. Ali'ye düşman oldular. Osman'ın öldürülmesinden Hz. Ali'yi ve Alevileri sorumlu tuttular. Oysa asıl suç ilk halifenin seçiminde peygamberin vasiyetine uymayanlardaydı. O vasiyete uyulsaydı bunların hiçbiri belki de yaşanmayacaktı.

Camilerde toplanan Muaviye yandaşları ve askerler Osman'ın intikamını alıncaya kadar yataklarında uyumayacaklarına ve yıkanmayacaklarına dair yemin ediyorlardı.

Sonunda Muaviye Seksen beş bin kişilik bir ordu hazırladı ve Sıffın'a doğru yola çıktı. Hz. Ali ise Doksan bin kişilik bir ordu ile Sııfın'a yöneldi.

İki ordu M. 657 yılında karşı karşıya geldi. Muaviye'nin ordusu Fırat ırmağı ile arasında Hazreti Ali'nin ordusu olduğu için ilk geceyi susuz geçirdi. Bunun üzerine Muaviye Hazreti Ali'ye elçi göndererek ırmaktan su almalarına izin vermelerini istedi. Hazreti Ali, kendisine karşı isyan eden bu ordunun susuz kalmasına razı olmadı ve nehirden su almalarına izin verdi. Ne hazin ki Hazreti Ali'nin gösterdiği bu yüceliği Muaviye'nin oğlunun askerleri Kerbela'da Hazreti Hüseyin'e karşı göstermeyeceklerdi. Günlerce susuz bırakarak ona işkence etmeyi mübah sayacaklardı.

İki ordu bazı ufak çarpışmalara girişti. Fakat gönderile karşılıklı ewlçiler yoluyla H. 37 sensi Muharrem ayının sonuna kadar ateşkes ilan ettiler.

Safer ayının ilk günü savaş yeniden başladı. İlk yedi gün iki ordunun birer komutanının karşılıklı mübarezeleri ile geçti. Sonra Hz. Ali toplu saldırı emri verdi. Savaş birkaç gün olanca şiddetiyle devam etti. Ammar bin Yasir'in şehit edilmesine çok üzülen Hz. Ali'nin şiddetli saldırısı ile Muaviye'nin ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş tam kazanılmak üzereydi ki Muaviye'nin komutanlarından Amr Bin El – As, askerlere mızraklarının uçlarına Kuran sayfaları takmalarını istedi. Böylece, "bize saldıran Kuran'a saldırmış olur " fikrini Hz. Ali'nin ordusu arasında yaydılar. Bu şekilde Kur'an, ehlibeyt ve Hz. Ali düşmanlığının bir simgesi haline getirilmek istendi. Bu olay kutsal kitabımız Kur'an'ın siyasete ve ehlibeyt düşmanlığına alet edilmesinin ilk örneği olarak tarihe geçti.

Başvurulan bu hile etkili oldu ve Hazreti Ali'nin askerlerinin bir kısmı savaşmaktan vazgeçti. Hazreti Ali bunun bir hile olduğunu anlatmak istedi. " Ben konuşan Kur'an'ım, bana uyun" dese de ona uymaktan vazgeçtiler. Böylece Muaviye mutlak bir yenilgiden kurtulmuş oldu. Hazreti Ali'nin ordusunu terk edenler de İslam'da üçüncü bir hizbi oluşturdular: Hariciler…

Muaviye ve Hazreti Ali yanlıları arasında Kur'an'a uygun bir hüküm vermeleri için birer hakem atandı. Hazreti Ali ve yanlıları bunu kabul etmek zorunda kaldılar. Oysa hüküm çoktan belliydi. Peygamberin Gadirhum hutbesi ve yazdırmak istediği vasiyete rağmen Kur'an'a uygun hüküm aramaya çalışmak ehlibeyt ve Alevi düşmanlığının büründüğü yeni bir kılıktan başka bir şey değildi.


Hakemler, aralarında geçen konuşma ve tartışmaları yazıya geçirdiler. Herhangi bir konuda ittifak ettiklerinde bu durumu hemen kaydettiler. Amr, hazırlanan metinde Ebu Musa'nın adının öne yazılmasını istedi. O, görüşmenin başlangıcında maktül halifenin Müslümanların icmaıyla seçildiğini, onun mazlum olarak öldürüldüğünü, mazlumun velisine Allah tarafından onun hakkını alma yetkisinin verildiğini Ebu Musa'ya kabul ettirdi ve bu yazıya geçirildi. Amr, bu ön kabullerden yola çıkarak, maktül halife için Muaviye'den daha lâyık birinin olmadığını ve Muaviye'nin de katilleri isteme hakkının olduğunu söyleyip "Ben, Ali'nin Osman'ın katili olduğuna dair, delil getiririm." dedi. Ebu Musa ise kendilerinin bunun için bir araya gelmediklerini, ümmetin işini ıslah edecek kararlar vermeleri gerektiğini söyledi. Amr, bunun nasıl olacağını sorunca, Ebu Musa, Iraklıların Muaviye'yi, Şam halkının da Ali'yi sevmediklerini ileri sürerek, iksini de azledip hilafete Abdullah b. Ömer'i getirmeyi teklif etti. Amr, bu teklife karşı Sa'd b. Ebî Vakkas'ı önerdi, bunu da Ebu Musa kabul etmedi ve İbn Ömer'de ısrar etti. Bunun üzerine Amr, Müslümanların iyilik ve hayrını İbn Ömer'in hilafete getirilmesinde görüyorsa kalkıp Ali ve Muaviye'yi azlederek istediği adamın adını ilan etmesini söyledi. Ebu Musa kalktı ve "İnsanların barışa kavuşması ve akan kanın durmasına matuf olarak, Ali ve Muaviye'nin azline karar verdik, ben şu sarığı çıkardığım gibi, Ali'yi azlettim. Onun yerine seçtiğim kişi Abdullah b. Ömer'dir." dedi. Daha sonra Amr ayağa kalktı ve "Ebu Musa, Ali'yi azledip yerine başkasını koydu. Ben de onunla birlikte Ali'yi azlediyorum. Kendi üzerime ve sizin üzerinize Muaviye'yi tayin ediyorum. Bey'atımız Osman'ın kanını istediği için onadır." dedi. Ebu Musa, bu sözlere itiraz etti. Amr'ın yalan söylediğini kendilerinin Muaviye'yi halife yapmadıklarını ileri sürdü.

Ne var ki artık olan olmuştu. Fitne iyice büyümüş, ehlibeyt düşmanlığı Kerbela faciasına giden yolda yeni bir aşamaya daha gelmişti.
Hakem olayı, Sıffin savaşında olduğu gibi yine Muaviye ve Amr ikilisinin istediği gibi sonuçlandı. Bu savaşta hezimete uğramak üzere olan Muaviye yanlıları, bu olay yoluyla Ali yanlıları ile eşit hale gelmiş, Muaviye tarafından ikide bir ileri sürülen Osman'ın kanı meselesi resmiyet kazanmış, savaştan önce halifeye âsi bir vali olan Muaviye de yine Hz. Ali'ye denk bir adam konumuna çıkarılmıştı. Bu arada Amr, bir bakıma geleceği çizen adam oldu. Zira bu olaydan sonra Hz. Ali'nin hükümeti zaafa ve kaybetmeye, Muaviye'ninki ise güçlenmeye ve yükselmeye başladı.

Muaviye'nin zulmü hızla yayılıyor ve Müslümanlar zalim Muaviye'nin saltanatına doğru sürükleniyorlardı. Her geçen gün gerçek müminler ve Aleviler için zulüm ve acı dolu bir geleceği haber veriyordu. 

Hazreti Ali'nin Saldırıya Uğraması ve Hakka Yürümesi
Hazreti Ali, saldırıya uğradığında şöyle dedi " Kabe'nin rabbine ant olsun ki kurtuluşa erdim…!"
KERBELA FACİASI - 5

Hazreti Ali: " Kabe'nin rabbine ant olsun ki kurtuluşa erdim…!"

Sıffın Savaşı ve Hakem olayıyla Müslümanlar üçe ayrıldı. Bir kısmı Muaviye yanlısı oldu, bir kısmı Hazreti Ali yanlısı idi, bir kısmı da her iki grubu kafir ilan eden Hariciler adını aldı. Hariciler, önceden Hazreti Ali'den yana idiler. Sıffın savaşıyla birlikte hadlerini aşarak ve hayasızca Şah – ı Merdan'ı ve Alevileri kafir ilan ettiler.

Müminlerin önderi, şah- ı velayet Hazreti İmam Ali efendimiz, Haricilere yönelik harekat başlatıp onları mağlup etti.

Hariciler, Hazreti İmam Ali'ye suikast düzenleyerek öldürmeye karar verdiler.
Hazreti İmam Ali, bir sabah evinden çıkarken İbn Mülcem adlı Haricinin saldırısına uğradı. Hz. Ali, Hicretin 661 yılı Ramazanının on dokuzuncu çarşamba günü vurulmuş yirmi birinci cuma gecesi Hakka yürümüştür.

Böylece Kerbela'da doruğa çıkacak olan ehlibeyte yönelik katliam hareketinin ilk kurbanı olarak Hazreti İmam Ali efendimizin mübarek kanı akıtılmış ve kutlu canına kıyılmıştır. Hazreti Ali'nin kanı, Hazreti Muahmmed'in kanıdır, canı onun canıdır. O halde gerçekte şehid edilen peygamberin ta kendisidir. Ve böylece Arap kavmi tıpkı Yahudiler gibi, Hazreti Ali'nin şahsında kendilerine gönderilen bir peygamberi katletme günahını yüklenmiş oldu.

Hazreti Ali, saldırıya uğradığında şöyle dedi " Kabe'nin rabbine ant olsun ki kurtuluşa erdim…!"

Son peygamber Hazreti Muhammed'in, " Ey Ali, Musa için Harun ne ise sen de benim için öylesin." Dediği Haydar – ı Kerrar, Şah – ı Velayet, Müminlerin önderi, Alevilerin Hallak – ı Mahlukat gördüğü Hazreti İmam Ali böylece don değiştirerek Hakka yürüdü.

Hazreti Ali ölümüne yakın bir anda Hazreti Muhammed'i gördüğünü ve onun kendisine şöyle dediğini buyurdu: " Ey Ali, müjdeler olsun sana, geleceğin yer bulunduğun yerden daha hayırlıdır. "

Hazreti Ali'nin hakka yürümesiyle birlikte Aleviler birinci imamlarını sonsuzluğa uğurladılar. Alevi inancı büyük bir acıyı, kederi ve mazlumiyeti temsilen insanlık için direniş, mücadele ve adalet talebinin evrensel simgesi olarak Hazreti İmam Hasan'ın önderliğinde yoluna devam etti.

Hazreti Ali, zulme karşı başkaldırmanın tarihsel simgelerinden biridir. O mazlumların en büyük lideridir. Kendisi de büyük haksızlıklara uğramış, büyük acılar yaşamıştır. O, Tanrı'nın en sevgili kullarındandır. Onda üstün nitelikler vardır. Bu üstün nitelikler ona Tanrı tarafından verilmiştir. O, seçilmişlerdendir. O, Tanrının rızasını kazanmış / murtaza olanlardandır. O, evveldir. O, ahirdir. O, batındır. O, zahirdir. O, candır. O, canandır. O, dindir. O, imandır.

Alevi / Bektaşiler ona duydukları tarifsiz sevgi ve bağlılığın bir yansıması olarak onu çeşitli adlarla anmaktadırlar.

O, Şah – ı Merdan'dır. Yani yiğitlerin şahıdır.
O, Şah – ı Evliya'dır. Yani velilerin şahıdır.
O, Şir – i Yezdan'dır. Yani Tanrı'nın arslanıdır.
O, Nihan'dır. Yani sırdır.
O, Şah – ı Velayet'tir. Yani veliliğin şahıdır.
O, Ebu Turab'tır. Yani toprağın babasıdır.
O, Bab'ül – İlm' dir. Yani bilimin kapısıdır.
O, Emir'ül – Mü'minin' dir. Yani İnananların önderidir.
O, Haydar'dır. Yani arslandır.
O, Vechullah'tır. Yani Tanrı'nın yüzüdür, tecellisidir.
O, Kur'an - ı Natık'tır. Yani Konuşan Kur'an'dır.
O, Levh - i Mahfuz Kalemidir. Yani Korunmuş Levha'yı yazan Kalemdir.
O, Nur - u Rahman'dır. Yani Tanrı'nın ışığıdır.


Hazreti Ali'ye duyulan sevgi ve bağlılık, Alevi / Bektaşi yolunun özüdür, temelidir. Bu sevgi diğer İslami gruplarda da vardır. Lakin Alevilerdeki Ali sevgisinin özgün bir temele dayandığı malumdur. Bu temel onu sıradan bir sahabe veya dört halifeden biri ya da Hazreti Muhammed'den sonraki yüce kişiliklerden biri olarak görme anlayışının çok ötesinde bulunan tanrısallık inancıdır. Bu bakımdan Alevilerdeki Ali sevgisinin Sünni ve Şiilerden çok farklı bir noktada bulunduğu kabul edilmelidir.


Hazreti Ali'den rivayet edilen kimi sözlerde de onun uluhiyet / tanrısallık özelliğini görmek mümkündür. Kaynaklar Hazreti İmam Ali'nin bir sözünde şöyle dediğini bildirmektedir:

"Benim yücelerin yücesi olup kahreden! Benim ölüleri diriltip ihya eden! Benim dirileri ölü kılan! Benim her şeyden evvel olan evvel, benim her şeyden sonra ahir olan! Benim görünen, benim gizli olan!"

Yine Mevlana'nın Divan – ı Kebir adlı yapıtında Hazreti Ali için yazdığı sözler onun uluhiyetini / tanrısallığını ilan etmektedir. Mevlana adı geçen bu eserinde şöyle demektedir:

"…Hakkın yüksek sıfatları Ali'nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrının zatına yapışmış o olmuştur…"


 Muaviye'nin Saltanatı ve Hazreti İmam Hasan'ın Zehirlenmesi…
Muaviye, Emevi Saltanatının en zalim hükümdarlarındandır. Halife Osman'ın öldürülmesinden Hazreti Ali ve Alevileri sorumlu tutmuş, Osman'ın kanlı gömleğini Şam'da Cami minberine asarak halkı cami üzerinden Alevilere karşı kışkırtmıştır.
KERBELA FACİASI - 6

Muaviye: " Uluyan Dişi Köpek"

Muaviye, Arapça'da " uluyan dişi köpek " anlamına gelmektedir. Böyle bir anlamı olan bir isme sahip olması gerçekten şaşırtıcıdır.

Babası Ebu Süfyan, Uhud ve Hendek savşında müşriklerin ordu komutanıydı. Yüzlerce Müslüman'ın kanını akıtmış ve yüzlercesini de sakat bırakmıştır. Mekke'nin fethi sırasında zahiren ve gayri samimi bir şekilde Müslüman olmuştur.

Muaviye'nin annesi Hind'dir. O Hind ki, Bedir savaşında kardeşi ve babasının ölümünden sorumlu tuttuğu Hz.Hamza'yı, Vahşi adında mızrak atma konusunda profesyonel olan bir köle tutup Uhud savaşında şehit etmiştir. bununla da yetinmeyerek kalbini sökmüş ve kanını içmiştir.

Muaviye'nin oğlu Yezit ise Kerbela'da Hazreti Hüseyin'i katleden ordunun bağlı olduğu zalimdir.
Muaviye bin Ebu Sufyan 602 yılında Kureyş kabilesinin üyelerinden Beni Abdüşşems ailesinin bir ferdi olarak dünyaya geldi. Mekke Kureyş'in yönetimindeydi. Beni Abdüşşems ailesi bu yönetici zümrenin en etkili üyelerindendi.

Hazreti Muhammed Mekke'de yeni dini duyurmaya başladığında Abdüşşems ailesinin çoğu ona karşı çıktı. Hicret etmesine neden oldular ve ardından Müslümanlara karşı açılan tüm savaşlara katıldılar.
630 yılında Müslümanlar Mekke'yi fethedince, tüm Mekkelilerle birlikte Abdüşşems ailesi de Müslüman oldu. Lakin bu Müslümanlığın zorunluluktan kaynaklandığı apaçık ortadadır. Müslüman olsalar da Mümin olmadıkları yaptıklarından anlaşılmaktadır.

Hazreti Muhammed, karşıtlarına merhametli davrandı. Ordusuna katılıp önemli görevlere gelmelerine izin verdi. Muaviye, 632 yılında peygamberin Hakka yürümesinden sonra Suriye'deki Bizans ordusuna sefere giden orduya katıldı. Orduda yükselerek büyük etki sahibi oldu. Üçüncü halife Osman ve başdanışmanı Mervan tarafından oğlu Yezid'le birlikte yeni fethedilen Suriye'nin yöneticileri olarak atandılar. Sünni kaynaklarda kendisinden 130 hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan dördünün rivayetinde Sünni Hadis Bilginleri Buharî ve Müslim ittifâk etmişlerdir.

Muaviye, Emevi Saltanatının en zalim hükümdarlarındandır. Halife Osman'ın öldürülmesinden Hazreti Ali ve Alevileri sorumlu tutmuş, Osman'ın kanlı gömleğini Şam'da Cami minberine asarak halkı cami üzerinden Alevilere karşı kışkırtmıştır. Muaviye yüzünden camiler, Alevi karşıtlığının yükseltildiği mekanlar olarak tarihe geçmiştir. Camilerde Hazreti Ali ve Alevilere karşı Cuma namazı sırasında hutbede ağır küfürler edilmiş ve lanetler okunmuştur. Bu iğrenç uygulamaya kendisi de bir Emevi olan Ömer Bin Abdülaziz son vermiştir.

Muaviye, Halife Ömer tarafından Suriye valiliğine atandı. Suriye'nin tümünü denetimi altına aldı. Muaviye, Hazreti Ali'nin hilafetine karşı isyan bayrağı yükseltip Alevilere yönelik en zalimce uygulamaların mimarları arasında yer aldı. Gerek Cemel, gerekse Sıffın savaşında Alevi karşıtlığının sembol kişiliklerinden biri oldu.

Aleviler – Kızılbaşlar, Hazreti Muhammed'den sonra hilafetin Hazreti Ali ve soyuna ait olduğunu savunur ve Sünnilerin meşru ve dince makbul kabul ettikleri ilk üç halifenin (Ebu Bekir, Ömer ve Osman) hilafeti Ali'den gasp ettiklerine inanırlar. Benzer bir inancı Muaviye için de sürdürürler ancak Sünniler, Muaviye'nin bir "ictihad" yaptığını ve görüşünde yanılsa bile vahiy katibi ve Peygamberin sahabesinden olduğu gerekçesiyle hakkında kötü ifadede bulunmaktan kaçınırlar. Sünnilerin ileri sürdüğü gerekçeleri Aleviler kabul etmez. Muaviye bir vahiy katibi değildir. Peygamberin sahabesinden olarak da kabul edilmez. Oysa Sünniler Muaviye'ye saygısızlık etmezler. Pek çok Sünni kaynakta Muaviye'den " Hazret " diye bahsedilir.

Hazreti Ali'nin Hakka yürümesinin ardından oğlu İmam Hasan Muaviye'nin halifeliğini kabul etmeyerek kendisine biat aldı. Hazreti Hasan Kufelilerden bir ordu kurdu. Ancak Muaviye'nin ajanları ordu arasında fitne yayarak ordunun Hazreti Hasan'a ihanet etmesine yol açtılar.

Bunun üzerine Hazreti Hasan, Muaviye ile anlaşma yapmak zorunda kaldı.

Anlaşmaya göre:

Hazreti Hasan, Muaviye'ye biat edecek,
Ölünce hilafet Hazreti Hasan'ın olacak,
Hazreti Hasan Medine'de ikamet edecek,
Muaviye, her yıl 3 bin dirhem tazminat ödeyecek,
Camilerde Hazreti Ali ve Alevilere sövmekten vazgeçilecektir.

Muaviye, kısa bir süre sonra anlaşmayı bozdu. İslam tarihinin en büyük katili olan Yezit'i yerine halife ilan edebilmek için Hazreti Hasan'ı karısı Cude'ye zehirletti.

 Muaviye'nin İki Yüzlülüğü…
 


Zulcenah















Firtina timsali kisner cosarsin,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..
Al kanlar icinde aglar kosarsin,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Kerbela cölünde karalimisin
Mekke´den mi geldin buralimisin,
Imam Hüseyin´den yaralimisin,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Aymagahta Zeynep yolunu bekler,
Ahu zara düstü carki felekler,
Ars ala matemde kan aglar gökler,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Hüseyin´dir tutunacak dalimiz,
Sa hudaya ayan olsun halimiz,
Sakine görmesin seni yaliniz,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Bu zulüm Zeynel´in sinesin daglar,
Sehribanu yasta karalar baglar,
Kerbela matemde Firat kan aglar,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Sende kalmis idi bütün umudum,
Göz yaslarim yuttum hep yudum yudum,
Imam Hüseyin´imi nerede koydun,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Oklar girmis her tarafin yaredir,
Sinem kan agliyor pare paredir,
Yolunu gözleriz uzun süredir,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Hüseyin´imi alip beraber gittin,
Kerbela cölünü toz duman ettin,
Aglayi aglayi tükenip bittim,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Kan gölüne döndü Kerbela cölü,
Aktida cagladi gözyasim seli,
Muhammet Ali´nin bagrinin gülü,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Basini vurursun tastan taslara,
Kan karismis gözündeki yaslara,
Ümit baglamistik ucan kuslara,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Kan seline döndü gözümde yaslar,
Yetmisüc masumdan kesildi baslar,
Yolunu gözlüyor baci kardaslar,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Kerbela cölünde döndük saskina,
Baykuslar kondurduk gönül kösküne,
N´olur bir haber ver Allah askina,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Ya Hüseyin sana kurban olayim,
Sen ölmede ben yerine öleyim,
Ali,Fatma´ya haber salayim,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..

Ali Sefam derki gözlerim nemde,
Sanki hancer sapli ha bu sinemde,
Yetmisüc masumun umudu sende,
Nettin Hüseyin´imi nerde Zülcenah..



Muaviye, Hazreti Hasan'la yaptığı anlaşma gereği hilafet ehlibeyt soyunun hakkı olduğu halde oğlu Yezit'i halife ilan ederek de hem en büyük münafıklığını sergilemiş hem de Kerbela faciasının baş mimarlarından biri olmuştur.
KERBELA FACİASI (7) MUAVİYE'NİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ

Muaviye'nin de, babası gibi canından olma korkusu ile Müslüman olduğu pek çok tarihsel kaynakta yazmaktadır. Babasından aldığı İslam ve Ehlibeyt düşmanlığının bayrağını Hazreti İmam Ali ile mücadele ederek devam ettirmiş, bu bayrağı oğlu zalim Yezit'e devretmiştir.


Bazı kitaplarda isminin başına hazret eklendiği görülmekte ve peygamberin sır katipliğini yaptığı gibi saçmalıklara yer verilmektedir. Bunlar Emevi zihniyetinin ürünü olan ve İslam'a en büyük darbeyi vuran yalanlardır.


Mekke'nin fethine, yani Hz.Peygamberin dünya hayatının bitmesinden 2 yıl öncesine kadar Müslüman olmamış, bu zamana değin İslam'la ve Müslümanlarla savaşmış ve daha sonra güya Müslümanlığı benimsemiş bu şahsın, İslam'ı ilk günden beri kalpten benimseyen ve peygamberle birçok savaşa katılan, onunla beraber hicret eden onlarca sahabe dururken Hz.Muhammed'in sır katipliğini yapmış olması olanak dışıdır. Bırakın sır katipliğini, Müslüman dahi olmadığı apaçık ortadadır.


Annesi Hind'in Hazreti Hamza'yı nasıl öldürttüğü de ortadadır. Mekke'nin fethi sırasında kocası Ebu Süfyan'ın İslamiyet'i mecburen kabul etmiş olmasına bile öfkelenen Hind'in yetiştirdiğ evladın iki yüzlü ve zalim olması da şaşırtıcı gelmese gerek.


Muaviye'nin yaşamı iki yüzlülüklerle doludur. Bu iki yüzlülüklerin belki de en tehlikelisi kalpten inanmadığı halde zahiren Müslümanlığı kabul etmiş görünmesidir.


Osman'ın öldürülmesinde Hazreti Ali'nin hiçbir rolünün olmadığını bilmesine karşın onu suçlaması da bir diğer iki yüzlülüğüdür.


Cemel ve Sıffın savaşı da onun iki yüzlülükleri ile doludur. Tam bir münafığa yakışır biçimde davranmış ve Müslümanları Hazreti Ali'ye karşı kışkırtmıştır.

Muaviye, Hazreti Hasan'la yaptığı anlaşmaya da uymamış ve kısa bir süre sonra bu anlaşmayı bozmuştur. Bu da yetmemiş karısı Cude'ye Hazreti Hasan'ı zehirletmiştir. Cude'ye oğlu Yezit ile evlilik vaat etmiştir. Sonra bu vaadinden dönerek Cude'yi de zehirletmiştir.

Hazreti Hasan'ı zehirleten kendisi olduğu halde İmamın hakka yürümesinden sonra adamlarından Beşir'e şu iki yüzlüce sözleri söyleyebilmiştir:

" Ey Beşir, biliyor misin bugün İslam'ın acı günüdür. Hasan ölmüş. Sevgili peygamberimizin torunu vefat etmiş, İslam'ın bir ışığı daha sönmüştür."

Ardından, " Şam'da ne kadar kapı ve duvar varsa siyaha boyanacaktır. Sancaklar yarıya inecektir. Şam simsiyah bir yas evi olacaktır." Diye talimat vermiştir.

Yine Hazreti İmam Ali'nin 21 Ramazan 661 tarihinde hakka yürümesi haberinin Şam'a ulaşması üzerine " Ramazan Bayramını / Iyd'ul – Fıtr'ı " Hazreti Ali'nin ölümünün kutlandığı ve güya Halife Osman'ın öcünün alındığı bir bayram gününe çeviren de odur.

Hazreti Hasan'la yaptığı anlaşma gereği hilafet ehlibeyt soyunun hakkı olduğu halde oğlu Yezit'i halife ilan ederek de hem en büyük münafıklığını sergilemiş hem de Kerbela faciasının baş mimarlarından biri olmuştur.


 Hazreti İmam Hüseyin'in Yezit'e İsyanı…
679 yılında babası Muaviye'nin ölümü üzerine Yezid halife oldu. Bu gelişme ile halifelik Yezid'in şahsında saltanata dönüşmüş oldu.
KERBELA FACİASI- 8

YEZİT: Babası, " Uluyan Dişi Köpek..! ", Annesi'nin Kabilesi'nin Adı: " Köpek oğulları..! "

Muaviye'nin hastalığı giderek ağırlaşıyor, ölüme adım adım yürüdüğünü görüyordu artık. Son günlerinde Muaviye'nin bilincini yitirdiği kayıtlıdır. Aklını yitirdiğine işaret eden saçma sorular sormaya, anlamsız şeyle söylemeye başlamıştı. Onun bu hali kızını pek üzüyordu, ağlamakta, figanlar etmekteydi.

Muaviye 679 yılında öldü. Öldüğünde Yezid Şam'da değildi.

Muaviye'nin ölüm haberini Zehhak bin Kays duyurdu ve onun cenaze namazını da yine Zehhak kıldırdı.

Muaviye ölmeden önce Kufe valisi Muğiyre bin Şu'be'nin teşvikiyle oğlu Yezit'i veliaht ilan etti. Muaviye, özellikle Medine'de bulunan İslam büyüklerinin bu gelişme karşısındaki düşüncelerini öğrenmek istedi. Ancak, Hz. Hüseyin, Abdullan bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr buna karşı çıktılar. Bu muhalefete karşın Muaviye, ülkenin değişik beldelerindeki yöneticilerini toplayarak veliaht olarak Yezid'e biat edilmesini istedi.

Yezit Bin Muaviye'nin babasının adı " Uluyan Dişi Köpek " demek olduğu gibi annesinin kabilesinin adı da " Köpek oğulları"dır. Miladi 646 yılında doğan Yezit, 683 yılında ve otuz yedi yaşında Şam'ın Havran köyünde öldü. Çocukluğu ve gençliği, babasının valiliği nedeniyle Şam'da geçti. Yezit, özellikle Alevi Müslümanlar tarafından lanetle anılır. Yezit'e lanet okumak, zalime ve zulmüne karşı durmak anlamına geldiği için ibadet etmek gibi sevap kabul edilir. Hazreti İmam Hüseyin'in başı bir tabak içinde kendinse sunulunca Yezit şöyle demiştir:

"Keşke Bedir'de bulunan büyüklerim sağ olsalardı da bu hali görselerdi. Ve sonra da bana, sevinerek, elin var olsun deselerdi. İslam toplumunun ulularını öldürdük. Bedir savaşının öcünü aldık. Haşim oğulları saltanatla oynadılar. Ahmet oğullarının yaptıkları işin öcünü almazsam, ben de anamın oğlu olmayayım."

Anlaşıldığı kadar " Köpek oğulları " soyundan gelen annesinin soyuna ve adına uygun bir iş yapmış olmanın alçaltıcı gururunu taşıyan Yezit, tarihe zalim bir isim olarak geçmiştir.

679 yılında babası Muaviye'nin ölümü üzerine Yezid halife oldu. Bu gelişme ile halifelik Yezid'in şahsında saltanata dönüşmüş oldu. Veliahtlığına karşı çıkanlar kendisine biat etmediler. Söz konusu kişilerin halifeliğini tanıması için Medine valisi Velid bin Utbe'ye mektup yazdı. Ancak, Medine valisi bu girişimde başarılı olamadı.

Hazreti Hüseyin, tıpkı ağabeyi Hazreti Hasan ile Muaviye arasında yapılan anlaşmaya karşı çıktığı gibi Yezit'in halifeliğine de karşı çıkmış ve kendisinden Yezit adına biat isteyen Medine valisine şöyle demiştir:

" Şu dünyanın gidişatına bak ey Velid, haksızlık da ağaçlar gibi büyüyüp dal budak salar oldu. Muaviye zaten halifeliği binbir hile ile ele geçirişti. Bu da yetmezmiş gibi şimdi de oğlu halifeyim diye ortaya çıkıp hak iddia ediyor. "

Hazreti Hüseyin, Yezid'in fasık ve içkici birisi olduğunu söyleyerek zorbaya asla biat etmeyeceğini söyledi. Bu sırada yanlarında bulunan Hakemoğlu Mervan, Vali Velid'e, "Hüseyin biat etmezse boynunu vurdur!" dedi ise de Velid bu zulmü kabul etmedi. Lakin görevden alındı.

Hazreti Hüseyin, Velid'e söylediği sözlerle Yezit'e karşı isyan bayrağını açmış oldu. 


Hazreti Hüseyin Mekke'ye Gidiyor…


Hz. Hüseyin: "Ey Allah'ın elçisi ! Senin yanından istemeyerek ayrılıyorum. Seninle aramıza girdiler. Zalim Yezid'e biate (baş eğmeye) zorlandım. Bunu yaparsam kafir olurum, şayet biat etmezsem beni öldürürler."
KERBELA FACİASI – 9

Hazreti Hüseyin: " Yezit'e biat edersem kafir olurum !"

Yezit'e biat etmeyi reddettiği için Hazreti Hüseyin'e Medine'de baskılar artmaya başladı. Mervan Bin Hakem, Hazreti Hüseyin'in öldürülmesi için çalışıyordu. Bunun üzerine İmam Hüseyin, yanına Muhammed Hanefi dışında kardeşlerini, yeğenlerini ve tüm aile bireylerini alarak 4 Mayıs 680 gecesi Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktı.

Hareket'ten önce sevgili dedesi Peygamber Hazreti Muhammed'in mübarek mezarını ziyaret eden İmam Hüseyin kabrin başında müminlerin yüreklerini burkan şu sözleri söyledi:

"Ey Allah'ın elçisi ! Senin yanından istemeyerek ayrılıyorum. Seninle aramıza girdiler. Zalim Yezid'e biate (baş eğmeye) zorlandım. Bunu yaparsam kafir olurum, şayet biat etmezsem beni öldürürler."

Hazreti İmam Hüseyin, kardeşi Hazreti İmam Hasan'ın hakka yürümesinden dokuz yıl sonra ve Muaviye'nin ölümünden iki yıl önce de Mekke'ye gitmiş, Haşim oğullarıyla Ehlibeyt yanlılarını toplayarak şunları söylemişti:

"Ehlibeyt'e (Hazreti Muahmmed'in soyuna) ve yandaşlarına yapılan zulüm her yanı tuttu. zalimler her yanı kestiler Müslümanlar, onlara, adeta kul köle oldular. Yönetimde imansız kişiler bulunuyor. Bu zalimler inananlara acımıyorlar, zayıflara şiddet uyguluyorlar. Bütün bunlar olurken Allah'ın kendilerine ululuk bağışladığı kişiler susuyorlar. Bunu nasıl kabul edebiliriz?"

Hazreti İmam Hüseyin sözlerini şöyle tamamlamıştı:

"Tanrım, bilirsin ki, bu sözlerim, hükmetmeye rağbetimden, mal mülk elde etmeyi dilediğimden değil, ancak senin dininin yollarını göstermek, şehirlerini mamur bir hale getirmek istediğimdendir. Böylece de mazlum ve çaresiz, kimsesiz kullarının esenliğe ulaşmalarını sağlamak istiyorum.

Ey halk, bize yardım etmezseniz, hakkımızda insafa gelmezseniz, zalimler size musallat olurlar. Peygamberinizin dininin ışığını söndürürler."

Hazreti Hüseyin'in Yezit'e biat etmeyip isyan bayrağını açması üzerine Kufe'nin ileri gelenleri, Suradoğlu Süleyman'ın evinde toplandılar ve İmam Hüseyin'e bir davet mektubu yazdılar. Bu mektupta Emevilere karşı Haşimileri tüm güçleri ile destekleyeceklerini, Yezit yerine kendisine biat edeceklerini bildirdiler.

Hazreti imam Hüseyin kendisine gönderilen mektuplara şöyle karşılık verdi:

"İmam (halife) ancak Kuran'la amel eden ve adaletle hükmedip hakka boyun eğen bir kişi olabilir. Halbuki Yezit döneminde Peygamberin yolu (İslam dini) katledildi. Yerine uydurmalar geçirildi. Sözüme uyar iseniz sizleri doğru yola götürürüm."

Hazreti İmam Hüseyin, Kufelilerin çağrısının ne denli gerçek olduğunu öğrenmek için amcası Akil oğlu Müslim'i oraya gönderdi. 9 Temmuz'da Kufe'ye varan Müslim, hemen Hazreti İmam Hüseyin adına biat almaya başladı. Kaynaklarda Hazreti Hüseyin'e biat edenlerin 12 bin ile 20 bin arasında olduğu bildirilmektedir.

Yezid bunu öğrenince Kufe Valisi'ne, "Müslim'i yakala, öldürüp başını bana gönder. Kufe'de Ali soyundan kimseyi sağ bırakma!" diye haber gönderdi

Ubeydullah Bin Ziyad, Kufe'de Müslim'i yakalatıp şehit ettirdi. Müslim, şehit edilmesinden 20 gün önce İmam Hüseyin'e yazdığı mektupta, halkın kendisine biat ettiğini yazmıştı fakat durumun tersine döndüğünü bildirme olanağı bulamamıştı. 


Hazreti Hüseyin Kerbela Yolcusu…
'Bırakın Türkistan'a gideyim'
Hazreti Hüseyin, amcasının oğlu Müslim'in, Yezid'in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde çok üzüldü.
KERBELA FACİASI – 10


Hazreti Hüseyin: " Bırakın Türkistan'a gideyim… !"


Hazreti İmam Hüseyin, Mekke'den Kufe'ye doğru harekete geçtiğinde amca oğlu Müslim, Yezid'in adamlarınca şehit edilmişti. Hazreti İmam Hüseyin, beraberindekilerle ilerlerken yolda, ünlü Arap Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. Hazreti Hüseyin ondan Kufe'deki durumu sorunca, Ferezdak şöyle dedi:

'Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Emeviler iledir kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.'

Hazreti İmam Hüseyin de, 'Doğru söyledin, Tanrı'nın dediği olur.' Dedi.

Hazreti Hüseyin, amcasının oğlu Müslim'in, Yezid'in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde çok üzüldü. Kufelilerin kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim'e oynanan oyun her şeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için baş koyduklarını söyleyenler dağılıp kaçtığı halde o, yine de Mekke'den yola çıkan ailesi ve vefalı dostlarıyla, yola devam etmekten vazgeçmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece ayrılabileceklerini ifade ettiyse de, onlar Hazreti Hüseyin'den ayrılmayacaklarını bildirdiler.

Peygamberimizin sevgili torunu Hazreti Hüseyin ve yanındakiler Kerbela'ya ulaştıklarında hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. İnsanlık değerlerinin hiçbirinden nasiplenmemiş olan Kufe Valisi zalim Ubeydullah, Hazreti Hüseyin'in isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid'in emrini yerine getirmek yani Hazreti Hüseyin'i şehid etmekti. Çünkü biliyordu ki, Hazreti Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid'e rahat yoktu.

İki cihan serveri Hazreti Muahmmed Mustafa'nın sevgili torunu Hazreti İmam Hüseyin, kendisini ve yanındakileri kuşatanlardan bir istekte daha bulundu:

"Bırakın TÜRKİSTAN'a gideyim..!"

Hazreti Hüseyin, Türkmenlerin kendisine yardım edeceğini biliyordu. Lakin zalimler izin vermediler. Hazreti Hüseyin için iki yol vardı. Ya biat edecek yada şehid olacaktı.

O şehadeti seçti. Kanlı çarpışmadan önce Hazreti Hüseyin atını sürerek iki ordu arasında bir yerde durdu ve Yezid'in ordusuna seslenerek şöyle dedi:

'Ey Kufe halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini ne çabuk unuttunuz. O, bizler için 'Siz ehlibeytin seyitlerisiniz' diye buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz? Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi olan zatın oğlu değil miyim? Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz? Medine'de Resulullah'ın kutlu ravzasının yanında kendi halimde yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke'de itikafa çekilmeme müsaade etmediniz. Davet nameler göndererek, ricalar ederek, yalvararak beni buraya kadar çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete müstehak olabilmek için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasbettim? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne hilekarlıktır! "

Dünya tarihinin en adaletsiz savaşı başlamıştı. Hazreti Hüseyin'in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hazreti Hüseyin de bu az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr'in emriyle her yandan saldırılarak Hazreti Hüseyin şehit edildi. Peygamberin torunu Hazreti Hüseyin'in vücudunda otuz üç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı.

Düştü Hüseyin atından sahrayı kerbela'ya…
Cibril git haber ver sultan – ı enbiya'ya…

Hazreti Hüseyin Hakka yürüdüğünde tarihler 10 Ekim 680'i gösteriyordu. 

Katliam Sonrası yaşananlar…

Zalim Yezit, alçakça bir zafer kazanmıştı. Ancak bu zafer yanıltıcıydı. Zira Yezit artık yüzyıllar boyunca nefretle anılacak, Hazreti İmam Hüseyin ise mazlumların ölümsüz önderi olacaktı.
KERBELA FACİASI – 11

Hazreti İmam Hüseyin'in hunharca şehid edilmesinden sonra çadırlar ve kadınlar yağmalandı. O sırada hasta ve yatakta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendi. Hazreti Hüseyin'in şehid edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr, 'Hüseyin'in bir oğlu daha olacak o nerede?' diye aramaya başladı. Çadırın her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr'e hücum ederek Zeynel Abidin'i bu caninin elinden kurtardılar.

İmam Zeynelabidin'in kurtuluşu ehlibeyt soyunun devamını sağladı. Yüce resulün soyu İmam Zeynelabidin yoluyla devam etmiştir.

Bu çirkin şavaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hazreti Hüseyin'in diğer oğlu Ali Asgar'dı. Hazreti Hüseyin'in yanındakilerden şehid olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid'in ordusunun komutanı, bu şehitlerin başlarını Vali Ubeydullah bin Ziyad'a gönderdi. Hazreti Hüseyin'in kızları, kız kardeşleri ve çocuklar da Kufe'ye Ubeydullah'ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah'ın peygamberin soyuna karşı davranışı çok çirkin ve kaba idi kendilerine hakaretler ve tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel Abidin'i öldürmek istedi. Ubeydullah, bundan sonra İmam Zeynel Abidin'in ellerini bağlatıp, Kerbela'da öldürülenlerin kesilmiş başlarını ve çoluk çocuğu Şam'a Halife Yezid'in yanına gönderdi. Şam'a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid'in yanına girip başarıyı(!) müjdelemiş ve Kerbela savaşının ayrıntılarını anlatmıştı.

Zalim Yezit, alçakça bir zafer kazanmıştı. Ancak bu zafer yanıltıcıydı. Zira Yezit artık yüzyıllar boyunca nefretle anılacak, Hazreti İmam Hüseyin ise mazlumların ölümsüz önderi olacaktı.

Hazreti Hüseyin'in ailesini getiren kafile Yezid'in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra ehlibeyt kadınlarını Yezid'in huzuruna çıkardılar. Kadınlar, İmam Hüseyin'in kesik başını Yezid'in önünde görünce feryad ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid'in huzuruna getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid'in yanında bulunanlar bile korkuya kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi. Yezid Hz. Hüseyin'i ortadan kaldırdıktan sonra artık rahatlamış sayılırdı. Şimdi Ehli beyte yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin'in zincirlerini çözdürdü.

Yezid'in kadınlarıda Ehli beyt kadınlarını teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt'e iyi davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra Numan bin Bekir komutasındaki bir muhafız kıtası eşliğinde onları Medine'ye kadar götürdü. Yezid, Zeynel Abidin'i uğurlarken şu yalanı bile uydurabiliyordu:

'Allah, İbni Mercame'ye lanet eylesin. Vallahi ben olsaydım babanın her isteğini yerine getirirdim. Lakin kaderi İlahi böyle yazmış ne yapalım!"

Bu sözleriyle Yezit, tıpkı babası gibi iki yüzlü ve münafık olduğunu bir kez daha sergiliyordu.

İmam Hüseyin'in ve yanındakilerin Kerbela'da böyle feci şekilde katledilmeleri halkı o kadar etkiledi ki, adeta Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Katliam, İran ve Hicaz'da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin ve ayaklanma isteği başladı. Bu durum karşısında da Yezid'in paralı kulları büsbütün kudurdu.

Yezit'in kulları halktaki tepkiyi yine zulümle, kanla ve kinle bastırmaya çalıştılar. Her yönde zulümlerine devam ettiler. Ehlibeyt yanlılarına karşı en ağır hakaret ve baskılar günden güne arttırıldı.

Yezid'in, Hazreti Hüseyin'e, Hazreti Ali soyuna ve yandaşlarına yaptıkları, Mekke ve Medine'ye saldırması İslam tarihinin en kara sayfalarını oluşturur. Emevi zalimleri Hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamber'in Ehlibeytine olmadık şeyler yapmışlardı. Bütün bunlar sonrasında Emevi saltanatı kökünden sarsıldı ve yıkıldı. Aleviler, yüzyıllardır peygamber torunlarına yapılan bu zulmü unutmadı. Nihayet bir gün Muhtar isimli bir kahraman, arkadaşları ile birlikte ayaklandı. Kufe şehrindeki Ömer bin Sa'd ile Kerbela katliamına katılanlardan 210 kişi kılıçtan geçirildi. Bu karışıklıklar sırasında kaçmaya çalışan Hazreti Hüseyin'in katili Şimr de yakalandı ve öldürüldü.

İslam tarihinde Muharrem ayı içerisinde gerçekleşen bu facia her yıl yeniden anılır. Ehlibeyt için ağıtlar söylenir, matem ve oruç tutulur. 


Türklerde Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin Sevgisi ( Son Bölüm )
Türklerle ehlibeyt arasındaki sevginin en net göstergelerinden biri Hazreti Hüseyin'in Kerbela'da Yezit'in adamlarından Türkistan'a gitmek için izin istemesidir.
Türklerde Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin Sevgisi

Emeviler ehlibeyte zulmettikleri gibi Türkmenlere de zulmetmişlerdir. Türkler ve ehlibeyt soyundan gelenler, mazlumluk ortak paydasında birleşerek Emevi zulmüne karşı mücadele etmişlerdir. Emevilerin başlattığı zulmü bir süre sonra Abbasiler de sürdürmüştür.

Türklerle ehlibeyt arasındaki sevginin en net göstergelerinden biri Hazreti Hüseyin'in Kerbela'da Yezit'in adamlarından Türkistan'a gitmek için izin istemesidir. Hazreti Hüseyin biliyordu ki Türkler onu bağırlarına basacaklardır.

Hazreti Hüseyin'deki Türk sevgisinin kaynağı Hazreti Ali'ye dayanmaktadır. Hazreti Ali kendi döneminde Türkistan'daki Arap ordularını geri çekmiş ve Türk yurtlarındaki Arap işgaline son vermiştir.

Ehlibeyt soyuna mensup binlerce seyit, Emevi ve Abbasi zulmünden canlarını kurtarabilmek için Türk yurtlarına sığınmışlardır. İmam Ali Rıza'nın Türkistan coğrafyasına dahil olan Horasan'daki çalışmaları Türklere mistik İslam inancını benimsetmiş ve Türkler, Emevilerin dayattığı İslam'a direnmişlerken ehlibeyt İslam'ına gönül vermişlerdir.

Başlangıçta Türkmenlerin nerdeyse tamamına yakını Alevi idi. Ancak süreç içinde çeşitli yollarla asimile edilerek Sünnileştirilmişlerdir. Bu nedenle eğer ki bir kimse Türkmen ise geçmişinde mutlaka Alevilik vardır. Nitekim, yaklaşık 2 asır öncesine kadar Anadolu'daki Türkmen nüfusunun yüzde 75'i Alevi idi.

Seyitler ve onların kızları, oğulları Türklerle evlenmişler ve süreç içinde Türkleşmişlerdir. Bugün Anadolu'daki Alevi dedeleri işte bu ortak ailelerden türeyen nesilden gelmektedir. Dolayısıyla Alevi dedeleri öz be öz TÜRKMEN inanç önderleridir.

Türklerin Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin'e olan sevgilerinin en büyük sonuçlarından biri de yazılan ve söylenen binlerce ağıt ( mersiye ), deyiş ve nefestir. Bu ağıt, nefes ve deyişlerde Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin'e duyulan eşsiz ve tarifsiz sevgi anlatılmaktadır.

Alevilerin büyük çoğunluğunun Türklerden oluşması da boşuna değildir.

Türklerin arasındaki en yaygın isimlerin, Ali, Ali Ekber, Ali Rıza, Hasan, Hüseyin, Fatma gibi adların olması da bu sevginin bir sonucudur.

Muharrem geldiğinde Anadolu ve Türkistan'da milyonlarca Alevi Türkmen'in ehlibeyt ve Kerbela mazlumları için gözyaşı dökmesi de yine bu sevgi ve bağlılığın göstergesidir.

Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin'e duyulan sevgi ve bağlılık, Alevi / Bektaşi yolunun özüdür, temelidir. Bu sevgi diğer İslami gruplarda da vardır. Lakin Alevilerdeki Ali ve Hüseyin sevgisinin özgün bir temele dayandığı malumdur. Bu temel onu sıradan bir sahabe veya dört halifeden biri yada Hazreti Muhammed'den sonraki yüce kişiliklerden biri olarak görme anlayışının çok ötesinde bulunan tanrısallık inancıdır. Bu bakımdan Alevilerdeki Ali ve Hüseyin sevgisinin Sünni ve Şiilerden çok farklı bir noktada bulunduğu kabul edilmelidir.

Yazı dizimizi bitirirken ehlibeyt ve kerbela mazlumlarının nezdinde tarihteki bütün mazlumları saygı ile anıyor, özellikle Hazreti İmam Hüseyin'in ruhaniyetini derin bir ürperme eşliğinde selamlıyorum.

Müminleri şefaatine nail eylesin…

Yazı dizisi hazırlanırken kimi çalışmalardan yararlandık.

Şimdi o çalışmaları listeleyelim:


1.Anton Jozef Dıerl, Anadolu Aleviliği, Ant Yayınları, s. 94.
2.Gibb, Orta Asya'da Arap Fütühatı, Çev.: M. Hakkı, s. 14.
3.Anton Jozef Dıerl, age, s. 119
4.Mustafa Cemil Kılıç, Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik, Kumsaati Yayınları, s. 117.
5.Hakkı Saygı, Muharrem Muhabbetleri,www.aleviislamdinhizmetleri.org
6.Rıza Zelyut, Kerbela Faciası,Güneş Gazetesi, www.gunes.com
7.Cemal Şener, Alevilik Olayı.


Hazırlayan: Mustafa Cemil KILIÇ
google7116bcc22840615b.html


SIIR-KOSESI


 
FARKIMIZ SIZ SINIZ CUNKU SIZLER LE DAHA GUZEL BU SITE google7116bcc22840615b.html kizilbel6262.tr.gg Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol