ALEVİLİK
İlk İnsan Adem Kimdir?
Bismillah Bismişah Allah Allah...
Yazılanların; dünya gözüne kanıtı, ispatı yoktur. Can gözüne ise kanıtı, ispatı çoktur.
kuran'da ki varoluş
- Gökleri ve yeri, güzelliklerle donatarak yaratan Bedî' O'dur. Bir şeyin olmasına karar verdi mi ona sadece "Ol!" der. Artık o, oluverir. (Bakara-117)
Yüce Allah, Kuranı Kerim kitabıyla biz kullarına yaratma gücünü ‘OL’ kelimesiyle tarif ediyor. Yaratmak istediği, var etmek istediği bir şeye ‘OL’ demesinden sonra hemen oluverdiğini belirtiyor.
- Allah'tır ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arş üzerinde egemenlik kurmuştur. (Secde-4)
- Bir günde ki, süresi, sizin saymakta olduğunuz günlerden bin yıla denktir. (Secde-5)
Bu 2 ayetten anladığımız kadarı ile Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki her şeyi 6 günde yarattığı ve onun katında 1 günün dünya zamanı ile 1000 yıla eşit olduğudur. Buradan basit bir hesap yaparsak gezegenler, dünya, evren, canlı ve cansız tüm varlıklar 6000 yılda yaratılmıştır.
Bu ayetlerden çıkan diğer bir sonuçta, bize çok uzun gibi gelen dünya hayatımızın, aslında Allah katında çok kısa bir zaman dilimi olduğudur. Biz ölenlerimizin arkasından feryatlar edip ağlarken, onlar o mekana gider gitmez, saniyeler içinde, peşlerinden birer birer bizlerin geldiğini görmektedirler. (KULNET - 070327)
BİR ALEVİ SÖYLENCESİNDE VAROLUŞ
Halık-ı âlem Tanrı kudretini âşikâr kılmak diledi.
Yüksek, alçak, sağ, sol, doğu, batı, kuzey, güney, yer, gök, güneş, ay, yıldızlar, yıl, gün, bütün bunları dileyince, kemal-i kereminden ve lütfu inayetinden bir şeyil deniz yarattı.
Sonra o denize bakıverdi. Deniz dalgalandı, coştu ve bir cevheri dışarıya düşürdü.
Yüce Tanrı, bu cevheri aldı. İkiye böldü. Parçalardan biri yeşil, biri ak iki nur (ışık) oldu. Yeşil nur, Muhammed Mustafa'nın, ak nur da Murtaza Ali'nin nuru oldu... Bu nurlar, bütün nurların en ilki idi. Sonunda Allah bu iki nurdan da, yedi kat yeri ve yedi kat gökleri yarattı. Yeşil nurdan gökleri, güneşi, ayı yıldızları ve tüm melekleri yarattı. Ak nurdan yerleri, bitkileri ve hayvanları, yer altındaki denizleri yarattı. Ateşi, suyu, rüzgarı da yarattı. Bu nedenle Hz.Ali’nin adına EBU TÜRAB (Toprağın babası) derler ve Hz.Ali, bu lakaptan gayet hoşlandırdı ve yedi sayvan da zuhura geldi ve yedi kat gök Muhammed Mustafa‘nın nurundan yeşil oldu. Yerde biten tüm bitkilerin rengi bundan dolayı yeşildir. Üstad-kar’lık mürteza Ali‘dendir.
Sonra muallakta (havada) yeşil kubbe misali bir kandil asılı durmaktaydı. Allah, bu nurları, bu yeşil kubbe misali asılı olan kandile koydu. Sonra yüce Tanrı, bir melek yarattı ve adını Cebrail koydu.
Ona sordu: “Sen kimsin, ben kimim?”
Melek dediki: “Sen sensin, ben de benim!”
Bunun üzerine Allah, ona kahreyledi. Bir ateş gibi yaktı...
Hak Teala, daha sonra beş melek yarattı. Onlara da aynı soruyu sordu. Aynı cevabı alınca, hepsini yakıp yok etti.
Aradan altı bin yıl geçti. Bir melek daha yarattı. Bu meleğin de ismini Cebrail koydu. Gene sorusunu tekrarladı:
“Sen kimsin, ben kimim?”
Cebrail cevap veremeyince, “Uç” diye emrolundu. Altı bin yıl gezdi. Bin yıl uçtu. Sonra gene Tanrı'nın huzuruna geldi. Hak Teala gene sordu:
“Sen kimsin? Ben kimim?”
Cebrail gene cevap veremedi. Tekrar emrolundu; uçtu altı bin yıl, seyreyledi. Fakat artık aciz kalmış, düşmeli olmuştu.
Hak Teala, o zaman inayetiyle, meleğin batın (içteki) gözünü açtı.
Melek, o zaman kudret kandilini gördü. Ona kondu. Fakat kapısını bulamadı. Niyaza vardı. Niyazbend oldu. Bir kapı açılıverdi. Hemen içeriye girdi.
İki nur gördü ki, bir vücut olmuş, biri ak, biri yeşil.
Ak nur seslendi: “Ey Cebrail! Var buradan yüce Tanrı'ya git. Sana sual etse gerek. Sorarsa, şöyle cevap ver: 'Sen Hak’sın, ben mahlukum' de!”
Melek gitti, Hak Teala, meleğine hitap etti: “Sen kimsin, ben kimim?”
Cebrail, “Sen Hak’sın, ben mahlukum” (Sen yaratansın, ben yaratılanım) diye cevap verince Tanrı, seslendi:
“Rahmet üstadına ve pirine!”
Pir Muhammed Mustafa'dır, üstat da Aliyyül-Murtaza'dır. Cebrail'in üstadı Murtaza Ali'dir. Mürşit, üstat Ali ve pir, Muhammed’dir...
Yüce Tanrı daha sonra dört melek yarattı. Biri Mikail, biri İsrafil, biri Azrail, biri de Azazil'di. Dördü, Cebrail'i bilmiyorlardı. Evvela birbirlerine, sonra Cebrail'e sordular:
“Sen kimsin, ben kimim?”
Cebrail, eyitti. “Bir mahluksunuz, ben de bir mahlukum” dedi.
Mikail, İsrafil, Azrail inandı. Fakat Azazil inanmadı.
Bunun üzerine Cebrail, “Geliniz göstereyim” dedi. Hep birlikte Cebrail'i takip ettiler. Zahiri, batını nurla dolu beyaz, dönen kubbe misali, asılı bir kandil gördüler. Yedi kapısı vardı. Fakat kapıları açılmadı.
Cebrail dedidi: “Ya Rab! Ne hal oldu?”
“Kandilin her kapısına bin bir gün hizmet etsinler” diye emir geldi.
Azazil de bin bir gün ibadet etti.
Nihayet kapı açıldı. İçeriye girdi. Bir vücut olmuş iki nur gördü. Tam bu esnada bir ses işitildi:
“O nura secde et!”
Azazil dedi ki: “Bu da yaratılmış bir vücut!”
Secde etmedi. Üstüne tükürdü. Benlik yurduna oturdu. O tükürükten bir tevkil nesne bitti. Bu bir tavktı ki, nihayet şeytanın boynuna geçti. İşte şeytanın Âdem'e düşmanlığı buradan başlar.
Melekler, levh, kalem, arş, cennet, cehennem, gökler ve arzın hilkatinden üç yüz yirmi dört bin yıl önce Tanrı, kudret eliyle kendi ışığının güzelliğinden bir avuç nur yarattı. İşte bu nur, Muhammet ve Ali'nin nurudur, o nurdan Muhammet ve Ali yaratıldı.
Sonra, Allah, “Bana secde eyleyin” diye emreyledi. Dünya yıllarıyla yüz yirmi dört bin yıl, secde emrinde, Hakka hizmet ettiler.
Sonra, zahiri ve batını nur ile dolu Muhammet ve Ali'nin pırıltısından bir inci yaratıldı ki, Muhammet ve Ali'nin nuru burada karar kıldı. Bu âleme “Âlem-i Umman” derler.
Bu Âlem-i Umman'da henüz Cebrail ve sair melekler yaratılmadan önce, biri diğerinin üzerinde yetmiş bin şehir halk olundu. Her birinin genişliği, dünyanın yetmiş misli büyüklüğünde idi. Her birine yetmiş bin mahluk yerleştirilmişti ki, bunlar melekler, insan ve cinden başka mahluklardı. Hak Teala “Olun” buyurmuş, o anda cümlesi halk olunuvermişti!
Bu mahlukların her biri yetmiş bin yıl ömür sürüyor, yedi farz, üç sünnet üzere Hakkı birleyen, Hakka ibadet ve taatle meşgul oluyorlardı. Fakat bir zaman sonra içlerinden yol düşmanı, çirkin kokulu, sufi siyahında birkaçı, Hakkın emrine karşı gelip isyan etti. Allah'ın emrini kırdı. Muhammet ve Ali erkânından ayrıldı. Hak Teala da kahrıyle o şehirleri birbirine vurup parça parça etti. İçindeki mahluklarla birlikte bir anda yok ediverdi.
Aradan zaman geçti. Hak gene bir tür yaratık halk etti. Yine Âlem-i Umman'da seksen bin şehir yarattı. Fakat bu şehirler evvelkilere nazaran biraz küçüktü. Her biri on bu dünya denli idi. Bütün bu şehirleri, kudret ve kuvvetiyle, hardal taneleri gibi, bir cins hububatla doldurdu. Ve akabinde bir yeşil kuş halk etti. Ve bu kuşa o tanelerden yılda bir tane gıda takdir eyledi.
Bu mübarek kuş, şehirlerin etrafında uçar, yılda bir tane yemek suretiyle kanaat ederdi.
Âkıbet, bütün şehirlerin tanaleri tükendi. Artık yiyecek bir şey kalmamıştı. Kuşun ruhu vücudundan uçup gidince, Yüce Tanrı gene coştu. Kendi zatına tanıklık edecek insan biçiminde yüz yirmi bin latif yaratık halk etti. Bunların hepsi insanın atası Âdem'den gayri ve meleklerden evveldir. Fakat bunları birden değil de, birer birer halk etti. Ve her birine seksen bin yıl ömür verdi. Böylece bu mahluklar da bir bir gelip geçti, yok oldu.
Gene âlemde yalnız Muhammet ve Ali'nin nuru kaldı.
Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılır ki, Alevi düşüncesinde, Muhammet ve Ali nuru, ebedidir. Bu durum, Yunus Emre'den günümüze değin bütün Alevi ozanların şiirlerine yansımıştır.
…………………
Zaten bunun böyle olduğunu Hz.Muhammet, Ali’yi göstererek şu şekilde belirtmiştir. “Lahmike lahmi, demmike demmi, ruhike ruhi, cismike cismi” dedi. Yani, “Eti benim etim, kanı benim kanım, ruhu benim ruhum, cismi benim cismimdir.”
Âdem'den Hatemülenbiya'ya (son uyarıcıya) gelinceye değin, yol-erkân yok idi. Muhammed Mustafa ve Aliyyel Murtaza cümleye rahmet geldiler, dini zahir eylediler. Erkân koydular. Şeriat zahir oldu. Tarikat ve hakikat sırroldu. Şeriat Muhammet'in oldu. Tarikat ve hakikat Ali'nin şanına geldi. Bu anlatılan öykünün tümü söylenceden oluşmaz. Gerçekle gerçeküstü iç içe girmiş ve bu yolla Alevi felsefesinin temellerinden birisi atılmıştır. Dikkat edilecek olursa, burada, temel olan insandır... İslami motifle yoğrulan bir felsefenin şeriat anlayışı ve katılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu söylenceyi, bir masal gibi değerlendirmek yerine, bunun içine yerleştirilen Alevi inancını anlamaya çalışırsak, Aleviliğin sırlarından birisini çözmüş oluruz.
kuran'da ki tekrarlayan varoluş
- Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyin. Tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olmazsınız. (Bakara-154)
- Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü diriden çıkarırsın (Ali İmran-27)
- Ölülere gelince, Allah onları diriltecektir, sonra O'na döndürülecekler. (Enam-36)
- Sor: Kim çıkarıyor ölüden diriyi ve kim çıkarıyor diriden ölüyü? Kim çekip çeviriyor iş ve oluşu?" Hemen, "Allah!" diyecekler. De ki: "Hâlâ kendinize gelmiyor musunuz?" (Yunus-31)
- Sen, "Kuşkusuz, sizler ölümden sonra diriltileceksiniz!" dediğinde, küfre batanlar hemen ve kesinlikle şöyle derler: "Bu apaçık bir büyüden başka şey değildir." (Hud-7)
- Dediler ki: "Biz, bir yığın kemik olduğumuz, un-ufak hale geldiğimiz zaman mı, gerçekten biz o zaman mı yeni bir yaratılışla diriltileceğiz." (İsra-49)
De ki: "İster taş olun ister demir!" (İsra-50)
- De ki: "Her kim sapıklıkta ise Rahman ona iyice süre versin. Nihayet, kendilerine vaat edileni, azabı veya kıyametin kopuşunu gördüklerinde mekânca daha kötü, taraflarca daha zayıf olanın kim olduğunu bilecekler."(Meryem-75)
- Yoksa yerden bazı ilahlar edindiler de topraktan çıkarıp diriltme işini onlar mı yapacak? (Enbiya-21)
- Ey insanlar! Ölümden sonra dirilme konusunda kuşku içinde olabilirsiniz. Ama şu bir gerçek ki, biz sizi bir topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan/döllenmiş bir karışımdan, sonra ne olduğu kısmen belirli, kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size açık-seçik beyanda bulunalım. Ve sizi rahimlerde, belirlenen bir süreye kadar dilediğimiz şekilde bekletiyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz. Daha sonra da tam kuvvetinize ulaşmanızı sağlıyoruz. Bununla birlikte içinizden bir kısmı öldürülüyor, yine içinizden bir kısmı ilimden sonra bir şey bilmesin diye ömrün en basit ve düşük noktasına geri gönderiliyor. Yeryüzünü de sönmüş kül halinde görürsün. Nihayet onun üzerine suyu indirdiğimizde titrer, kabarır ve her güzel/bereketli çiftten bir şeyler bitirir. (Hacc-5)
- Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltiyor ve O, herşey üzerinde kudretiyle egemendir. (Hacc-6)
- Yemin olsun ki, biz insanı topraktan oluşan bir özden yarattık.(Muminun-12)
- Allah yaratışa başlar, sonra onu varlık alanından çekip tekrar yaratır. En sonunda O'na döndürülürsünüz. (Rum-11)
- Diriyi ölüden çıkarır O, ölüyü diriden çıkarır. Ölümünün ardından toprağa hayat verir. Siz de işte böyle çıkarılacaksınız. . (Rum-19)
- Onun ayetlerinden biri de sizi, topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz bir insan türü oldunuz, her tarafa yayılıyorsunuz. . (Rum-20)
- Allah'tır ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır. Sonra sizi öldürüyor, sonra diriltiyor. (Rum-40)
- Hiç kuşkusuz, son varış Rabbinedir. (Necm-42)
- Bir spermden! Yarattı onu, ölçülendirip biçimlendirdi onu. (Abese-19)
Sonra, yolu kolaylaştırdı ona,
Sonra öldürdü onu, kabre koydurdu onu.
Sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı onu. (Abese-20-21-22)
- Sizi yerden yarattık. Tekrar oraya göndereceğiz. Ve oradan sizi bir kez daha çıkaracağız. (Taha-55)
- Yoksa yaratmaya başlayıp sonra tekrar tekrar yaratan ve sizi gözeten ve yerden rızıklandıran mı hayırlı? (Neml-64)

Bismillah Bismişah Allah Allah...
Bu sitede yeralan yazıların, birebir gerçek olduğunun garantisi hiç bir yerde yoktur. Asıl amaç ise yazılarda geçen konunun özünden, anlam çıkartmaktır.
İlk İnsan Adem Kimdir?
AŞK
Aşk, insanın ilk yaratılışından beri vardır ve insanın doğasına konulmuştur. Bizi yaratan o kadar ince düşünceli ve lütufkârdı ki, dünyayı aşksız yaratmadı. Bizi yarım bırakmadı. Çünkü insan aşksız yarımdı. Aşk olmasaydı hep bir eksikliği olacaktı da. Aşk her şeydi. Mutluluktu. Temizlik ve saflıktı. Masum ve samimiydi. Değeri onu yaratan kadar büyüktü. Çünkü aşk sonsuz bir sevgiden geçiyordu. İlk insan olan Adem'in Havva'ya duyduğu zahiri aşk, aşkların ilki, yani başlangıcıydı. Bu güzelliği onlara ilk lütfeden Allah, zahiri aşklarını, dünyada yaşamalarını istedi. Böylelikle dünyaya gelen ilk aşk Adem ile Havva'nın zahiri aşkıdır. Aşkı yaratan, yaşanacak olayları biliyordu ve bunların hepsini elbette önceden planlamıştı.
^ yukarı ^
ADEM'e RUH VERİLMESİ
Allah Adem'i yaratırken, meleklere (Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail, Azazil) tek tek emretti; "Gidin dünyanın farklı farklı 60 bölgesinden topraklar getirin" diye. Aynı bölgenin toprağı olsaydı, Ademler hep aynı sıfattan olurdu. Melekler tek tek gitti dünyadan toprak istedi. Dünyanın yakarıp ağlamasından ve üzülmesinden dolayı torağı alıp gelemediler. Sadece Azrail meleği hariç. O bu benim görevim dedi ve toprağı zorla aldı. Bu yüzden Adem'in ruhunu alma görevi Azrail'e verildi. Adem yaratılırken çar (dört) element (nar (ateş), hak (toprak), Bab (Hava), Ab (Su)) ve şeş (altı) cihetten (ön, arka, sağ, sol, üst, alt) var edildi. İçine gam suyu katıldı. Bu dört nesneyi, melekler yoğurdu, ama bir türlü maya tutmadı, her seferinde toprak çatladı. O zaman bu 5 melek Allah'a müracaatta bulundular. Allah meleklere kendi nurundan nur gönderdi, "Bu nuru katın" dedi. Allah'ın nurunu Adem'in çamuruna kattılar. O zaman çamur birbirini tuttu. Bir şekil verdi melekler, fakat ruh verilmedi. Allah, Cebrail'e "Ya Cebrail, adem nasıl oldu, beğenir misin?" Cebrail dedi "İskelet yapıldı, çamurdan" dedi. Çamurdaki göğse bir el vurdu, ses geldi. "Ya Rabb" dedi Cebrail. "Senin işine karışmam! Yalnız bunun içi boş! Ses geldi" dedi Allah'ta "Ey Cebrail Orası benim gizli hazinemdir, beni arayanlar orada bulacaktır" dedi. Çünkü biz diyoruz ki Hakk müminin temiz olan kalbindedir, Hakk Adem'de gizlenmiştir. Bunu ayet de söylüyor. Diyor ki; Hakk'ı yerde, gökte, ağaçta arayan münâfıktır. Nerededir? Mekânında münhazardır. Mekânı nerede? Pak Adem'dir diyor.
^ yukarı ^
AZAZİL (ŞEYTAN) İNANMADI
Cebrail gittikten sonra, Melek-i Azazil geldi. O da baktı "Ne olabilir ki? Bir çamur parçasıdır" dedi. O da tuttu göbeğine bir el bastı, o zaman Allah dedi ki "Ben Adem'e ruhumdan ruh vereceğim; o Azazil'in parmak bastığı yeri çukurlaştıracaksınız" Çocuğun doğmasında göbek kesme oradan kalmadır.
^ yukarı ^
ADEM'in UYANMASI
Sonra Allah Adem'e akıl ve nefis vererek onu uyandırdı. Adem uyanınca "Alemleri ben yaratmışım" dedi. Hemen Allah yeniden uyku verdi. Sonra Adem'e fikir verdi, iman verdi, hicap verdi, edep verdi, erkanı, namusu, vicdanı, gayreti, boğozu, kibiri, hasedi, hersi sükutu, hayayı ve selameti de verdi. Adem bu kez uyanınca, "El hamdüllüllah la ilahe il ola Muhammede resullullah" dedi. Sonra Cebrail Ademi yanına alarak, Cennet'e götürmek üzere yola çıktı.
^ yukarı ^
ADEM'e İSİMLERİN ÖĞRETİLMESİ
Ama oraya gitmeden önce, kendisinin daha önce gittiği ve yıllarca kapısına niyaz ettiği, içinde tek vücut olmuş, yeşil ve ak iki nurun bulunduğu, muallakta (havada) asılı duran yeşil bir kubbe misali kandile götürdü. Kubbeye geldiklerinde; "Ya Allah! dedi Cebrail" kapı açıldı "Ya Muhammed, ya Ali" dedi, içeri girdiler. Adem de onun peşinden içeriye baktı ki, bir nur gördü. Cebrail "Ey Adem, selam ver! O nura" dedi. İşte ilk olarak Ademlere gelen birinci halat selam idi, Tanrı selamı. "Es selam-ı aleyke!" dedi Adem Nurdan ses geldi "Aleyküm selam ya ata! Ya Adem, ben Fatıma't-ül Zöhre'yim, başımdaki taç Muhammed, belimdeki kemer Ali'yel Murtaza. Kulağımdaki mengiç küpeler, biri İmam Hasan, biri İmam Hüseyin'dir. Diğer dokuz imam benim veçhimden mevcuttur. Yalnız zahiri alem aşikar olduğu zaman, ben Muhammed'de doğacağım, Ali ile evleneceğim, senin sülbünden geleceğim. Batın'da, hepsi bende mevcuttur. Yalnız unutma, bir darlığa düştüğün zaman bu sana öğreteceğim isimleri unutma, iyi belle! Allah'a o isimlerin yüzü suyu hürmetine dua et. Darlıkta seni kurtarır bunlar. Tüm kainat, o isimlerin yüzü suyu hürmetine semah etmektedir." dedi. Bundan sonra Cebrail Adem'i oradan aldı, Cennet'e götürdü.
^ yukarı ^
ADEM'in CENNETE GELİŞİ
Oradaki yasak ağacı ve meyveyi tanıttı. Ona bu ağaçtan uzak durmasını ve meyvesini yememesini söyledi. Allah Cennet'te meleklerine, Adem'e secde etmelerini emretmişti. Bütün melekler Adem'e secde ederken, yalnız iblis kendisinin ateşten yaratıldığını öne sürerek, Adem'in topraktan yaratılışını küçük gördü. Kendinin üstün olduğunu iddia edip, kendini methetmeye başlayarak, çok kötü bir davranış olan, kibre bulaştı. Ateşin topraktan daha değerli olduğunu savundu. Ateşin aydınlığını ve parlaklığını gösterip, ''bu özellikler toprakta bulunmaz'' dedi. ''Ateşte bulunan aydınlık, gök kubbede bulunmaz, onda olan nur güneşte olmaz. Ateş çiğleri pişirir, hamları olgunlaştırır'' dedi. Bu esnada Allah'tan bir nida geldi: ''Ey mel'un, boş lafı bırak. Bilmez misin ki kendini büyük görenlerin hizmeti kabul olmaz ve benim yanımda kibirliler yer bulamaz. Tevazu edenlerin şanı büyük ve yeri yüksek olur. Şunu bil ki ateşin işi daima ıstırap, toprağın hali ise sakinliktir. Istırap verenle iyilik sahipleri aynı olmaz. İyilerin yeri olan Cennet'in esası, topraktır ve mis kokar. Halbuki orada ateş yoktur. Ateş düşmanların azabı bir alettir. Ateşin yeri olmadığı için toprağa muhtaçtır.Toprak ise ateşe muhtaç değildir. Toprak ile şehirler mamur olur. Ateş her şeyi harap eder. Onun için toprağın ateşe üstünlükleri sayılmakla bitmez. Ey mel'un, sen sus da, Senin asıl madden olan ateş ile benim halifemin maddesi olan toprak münazara etsinler ve her biri deliller göstersinler'' diye buyurdu. Münazaraya baştan ayağa aydınlık olan ateş başladı:
Ateş:
- Ey toprak, benim parlak suratım ve ışıklı suretim vardır. Geceleri alemi gündüz gibi ederim. Bir mum başına otursam karanlığı gideririm. Ben bir pehlivanım ki kılıcımı çeksem kuru ot askerlerini yakar kül ederim. Ben hakkın tecellisine layığım hidayet yolunun rehberiyim.
Toprak:
-Ey ateş, senin işin daima kendini methedip göklere çıkarmaktadır. Benimki ise büyüklük tacını hakirlik toprağına bırakmaktır. Ne kadar delilin yüksek alametin varsa söyle.
Ateş:
-Ey toprak, sabah ve akşam kadınların mücevherleri benim. Allah'ın varlığının sahibi benim. Ben intikam yeriyim Nice yıllar sıkıntı ocağında yandım, yakıldım .
Toprak:
-Ey ateş, hep büyüklük gösterdin. Kendi başınla oynarsın. Bilinmez misin ki, büyüklük alçalmada ve rahatlık tevazudadır Ben onun için yükseğim. Halkın yükünü çekerim. Gök defilesinin hazineleri bendedir. İnsanların ibadet için döktükleri, Kabe-i şerif bendedir. Bazen suyun yerini tutarım.
Ateş:
-Ben sizinle söz edemem. Ben kendimi yükselttikçe sen kendini alçaltıyorsun . Lakin bir sen söyle bir ben. Ey toprak, ben nur gibi parlıyorum, senin neyin var?
Toprak:
-Benim gönül çeken, ciğer yakan yüzüm vardır.
Ateş:
-Ben yanınca yükseklere çıkarım.
Toprak:
-Ben basit bir yeri nurlandırır ve süslerim.
Ateş:
-Ben cevherlerin mihengiyim.
Toprak:
-Ben de defineler ve hazineler sarayıyım.
Ateş:
-Sert taşlardan cevheri kolaylıkla çıkarırık.
Toprak:
-Ben kara zeminden çeşit çeşit renklerde ve türlü türlü kokularda çiçekler çıkarırım.
sonunda toprak sözü şöyle sonlandırdı:
-Ben Allah'ın halifesinin maddesiyim. Ben Allah'ın sevgilisinin mezarının maddesiyim. Münacat ehlinin mihrabıyım. Lakin beni tahrik etmeseydin ve Allah'ın emri olmasaydı bunları da söylemezdim, dedi.
Rivayet edilir ki; Adem Cennet'te üzüm, incir ve hurma yedi. Böylece Cennet yemeklerine ve meyvelerine rağbet eyledi. Cennet bağlarını, bahçelerini, Cennet köşklerini dolaşmaya başladı. Süt ve baldan olan ırmak kenarlarında yürüdü. Canı her ne isterse hemen hazır oldu.
^ yukarı ^
ADEM'in İLK DİLEĞİ
(Adem ilk dileğinde kendisine öğretilen isimlerin yüzü suyu hürmetine dilekte bulunmayı akıl edemez.)
Adem yaratılış icabı kendi cinsinden arkadaş bulup onunla yakınlık kurmak istedi. Şüphesiz istediği kendi gibi bir insandı. Ama o zaman kalbinden (nefisli) istiyordu başka bir kalbi. Ama ona ilgiyle, sevgiyle bağlı kalacağı, Cennet'te el ele, göz göze yürüye bileceği, Cennet'in güzelliklerini her daim paylaşacağı biri olmalıydı. Bu hisler ona verilmemiş olsaydı veyahut bu arzular yaratılışında bulunmasaydı, bunları ne hissederdi ne de düşünürdü. Şüphesiz bunda Allah'ın sırlı bir işi vardı. Vardı bir mükemmellik. Ama nasıl olacaktı? Bu hislerine cevap ne zaman gelecekti?
Bunları aklından geçirirken onun bu istediğinden Allah'ın haberi vardı elbet. Bu düşüncede iken uyuyuverdi.
^ yukarı ^
HAVVA'nın YARATILIŞI
Uykusunda uyurken Allah onun bu istediğine cevap olarak tam o esnada sol tarafında Havva' yı yarattı. Havva melekti aslında, ama bunu ikisi de bilmiyordu. Tıpkı Adem'in suretinde, onun boyunda onun şeklinde ve rengindeydi. Yüzünün güzelliği de Adem'inki gibiydi. Havva'nın derisi, Adem'in derisinden daha nazik, yumuşak ve rengi çok parlaktı. Tıpkı bir melek gibiydi. Sesi çok tatlı, gözleri siyahtı. Dişleri, avuçları ve ayakları, Adem'inkinden güzeldi. Saçları yedi yüz bölük olup her biri Cennet yakutlarıyla süslüydü. Havva hiçbir gözün görmediği kadar güzeldi. (Kuran'da Havva ismi hiç geçmez aslında. Kaburga kelimesi sadece Tarik suresinde şu şekilde geçmektedir. "Fırlayan bir suyun, bir parçacığından yaratıldı o. Bel ile kaburgalar arasından çıkar o su."
^ yukarı ^
ADEM'in HAVVA ile İLK KARŞILAŞIŞI
Adem uyandı ve sol tarafında Havva'yı gördü "Bu kim?" diye sordu sağındaki Cebrail'e "Havva" dedi. "Niçin yaratıldı?" dedi "Senin için" dedi. "Peki uyumasaydım da onun yaratılışını görseydim olmaz mıydı?" dedi. "Eğer Havva'nın yaratılışını görseydin zahir alemde erkekle kadın birbirine eş olmazdı" dedi. Sonra Adem Havva'ya "Sen kimsin ? niçin geldin ?" dedi. Havva da ''Ben sana sevgili olarak yaratıldım. Allah beni sana arkadaş olmak için yarattı ve sana eş olayım diye gönderdi'' diye cevap verdi. Adem aklından geçen arzusunun yerine getirildiğini anladı. Onu görür görmez içinde oluşan hızlı kıpırdanışlara hemen bir anlam veremedi. Havva'ya karşı bir anda garip hisler duymaya başladı. Bunun adı yaratılan ilk aşktı ama Adem'in budan henüz haberi yoktu. Allah'a "Allah'ım bu nasıl bir şeydir ki, onu sevdim ve ona bağlandım, içimden anlayamadığım şeyler neden ona doğru akıyor?" diye sordu. Allah buyurdu ki: ''Sen benim kulumsun. Seni topraktan yarattım. Adını Adem koydum: Oda benim kulumdur. Adını Havva koydum'' Adem: ''Ya Rabbim, Kalbim ona çok şey meyletti. Sanki ciğerimden bir parçadır'' dedi. Allah buyurdu: ''Onu senin için yarattım'' Sonra Allah, Adem ile Havva'nın nikâhlarını kıyârken, melekler her ikisinin üzerine Cennet'ten inciler ve mücevherler saçtılar. Allah bizzat kendisine şu hutbeyi okudu: ''Bismillâhhirrahmanirrahim. Hamd senamdır. Kibriye riyamdır. Azamet izarımdır. Bütün mahlukat kulumdur. Muhammet Aleyhisselam Habibimdir ve resulümdür. Eşyayı birliğime göstermek için yarattım. Melekleri ve göklerde olanları ve Arşı taşıyan dört büyük meleği Cebrail, Mikâil, Îsrafil ve Azrail'i, Havva ile Adem'in nikâhına şahit tutarım. Yüceliğimi ve kusursuzluğumu ve birliğimi doğrularlar. O kelime şehadetü en la ilahe illallah vahdeke la şerikeleh. Ey Adem ve Havva! Cennet'imde sâkin olun. Meyvelerimden yiyin. Şu ağaca yaklaşmayın. İkinize de selâm ve rahmetim olsun'' Böylece Aşkları nikâhla birlikte daha bir kuvvetlenen Adem ile Havva Cennet'te dolaşmaya başlarlar, envai çeşit nimet zevk ve lezzetler içinde vakit geçirirler. Birbirlerine bağlandıkları aşkın varlığı içinde zaman geçirirler. Bu aşk için Allah'a şükrederlerdi. Çünkü bu aşk kendileri için öyle bir tutkuydu ki, başka bir şey onları bu kadar mutlu edemezdi. Eğer biri olmasaydı diğeri cennet'te olsa bile mutlu olamayacaktı. Çünkü insan olarak yaratılmıştı ve aşka muhtaçtı. Aşk, insanın var oluşandan yok oluşuna kadar devam edecek zorunlu bir ihtiyaçtı. Kimse bunu inkâr edemezdi. İnsan için yaratılmış tutkunun, arzunun, heyecanın ta kendisi ve en önemlisi de, ilki de Havva ile Adem'in aşkıydı. Bu aşk, diğer bütün duyguların da ilki anlamına geliyordu. İçinde güzellik olduğu gibi acılarda vardı. İçindeki güzellik yasak ihlal edilince acıya dönüşecekti. Yasakları ihlâl etmek ilk anda zevk verse de sonunda perişan, mutlak acı gelecekti.
^ yukarı ^
ŞEYTAN'ın CENNETE GİRİŞİ
Bir müddet Allah'ın kendilerine yasak ettiği ağaca hiç yaklaşmadılar. Onların bu mutluluklarından hiç de mutlu olmayan biri vardı. Bu, şüphesiz Azazil halkasını boynunda taşıyan Şeytan'dı. Çünkü şeytan, Adem'e secde etmediği için Allah'ın huzurundan kovulmuştu. Bu onun içindeki intikam ateşini alevlendiriyordu. Adem ile Havva'yı uzaktan da olsa neşe ve iyilik içinde görmeye dayanamıyordu. Onlara kötülük yapma fikrini sürekli içinde taşıyordu. Bu fikir zaman geçtikçe kuvvetlendi. Düşündü, taşındı... Onlara zarar vermenin yolunu nihayet buldu. Allah'ın onlara yaklaşmalarını yasakladığı ağacı öğrendi. Çok sevindi. Yerden göğe çıktı. Ama Cennet'e girişi yasaklanmıştı. Cennet'e nasıl girecekti? İlk önce Cennet'e girmek istediyse de izin vermediler. Cennet'in kapısında bekledi. "Bir kimse çıksın da onu aldatayım" dedi. Kimse çıkmadı. Öylece 300 yıl bekledi. Sonunda bir melek çıka geldi. Melek ona kim olduğunu sorunca şeytan "Ben Allah'a yakın meleklerden biriyim. Cennet'e girmek ve Allah'ın dostlarına hazırlamış olduğu nimetleri görmek istiyorum. Her an ibadet ederim. Lâkin şevk ve iştiyakım fazlalaşsın diyorum. Cennet'e girmeme yardım edersen sana öğreteceğim şey sayesinde sürekli Cennet'te kalacaksın" diyerek Cennet'in kapısındaki meleği kandırıp içeri girdi. Şeytanın Cennet'e girdiği hemen duyuldu. Onu dışarı atmak istedilerse de Allah'tan ferman geldi "Mani olmayınız. Zira benim bu işte sırrım ve hikmetim vardır" diye buyurdu. Böylece şeytan soluğu Adem ile Havva 'nın yanında aldı. Ağlayarak yanlarına yaklaştı. Şeytanı tanıdılar. Haline acıdılar ve "Niçin ağlıyorsun?" diye sordular. Şeytan "Ey bütün meleklerin secde ettiği ve ey yerin ve göklerin seçilmişi! Yüzünün güzelliği kimsede yok. Hiç kimse senin bu derecene yükselemez. Bu nimetlerden başkasına verilmez. Ama şunu bil ki, seni bu makamda bırakmazlar. Cennet'ten çıkarırlar. Afiyet elbisesini alıp ölüm çulunu giydirirler" diyerek Adem'i vesveseye sürükledi. Adem'in kalbine bir korku düştü. "Ne yapsam da ölmesem" diye kara kara düşünürken şeytan tekrar çıkageldi. Yasak olan ağaçtan bir meyve yerlerse sürekli burada kalacaklarına dair onlara yemin verdi, onları ikna edip kandırdı.
^ yukarı ^
ŞEYTAN'ın HAVVA'yı KANDIRMASI ve CENNETTEN KOVULMA
Şeytanın vesvesesi ilk önce Havva'ya tesir eder... Yasak ağaçtan yedi tane başak koparıp aldı. Bu esnada ağacın kopan yerleri kanar. Havva'da Allah'ın inayetiyle avret yerinden kanar. Sonra kendisi yer, birazda Adem'e getirir. Lezzetini över. Adem yemekten çekindiyse de Havva "Hak Tealâ'nın rahmeti sonsuzdur, mağfireti hesapsızdır. Bizi mutlaka bağışlar, affeder" der. Ama Adem buna aldanmaz. Sonra Havva ona Cennet şerbeti getirir. Şerbeti içen Adem'e bir ağırlık çöker. Tam bu esnada Havva bir buğday tanesini Adem'in ağzına koyar. Adem'e de çok lezzetli gelen bu buğday tanesi, daha midesine inmemiştir ki, önce Cennet hullesi (elbisesi) üzerlerinden düşer. Sonra yediği buğdayın yeli çıkar. Oluşan pis kokulara dayanamayan melekler Adem'i ve Havva'yı Allah'a şikayet ederler. Cebrail gelir. Bellerindeki Cennet kemerini çıkarır alır. Böylece her ikisi de Cennet elbisesini çıkarıp vermiş olurlar. Bu arada Adem ile Havva ilk çıkan pisliği ne yapacaklarını bilemezler. Avret yerleri ile koltuk altlarına sürerek yok etmeye çalışırlar. Bu esnada o bölgelerinden kıllar çıkar. (Dünyada ise yere düşen bu pislikten buğdayların çıktığı söylenir.) Bir birini görüp üzülürler, utanırlar, ağaç arkasına saklanmak istedilerse de ağaç geri kaçar. Üzüm ağacının altına gelince, Allah "Ey Adem bizden mi kaçıyorsun?" buyurur. Adem: "Ya rabbi! Senden utandığım için kaçıyorum" der. Böylece yasaklanan meyveyi yiyen Adem ve Havva Cennet'tin farklı kapılarından çıkarılıp dünyanın birbirlerinden uzak farklı iki bölgesine kovulurlar. Adem'in Serengeti veya Seylan denen yere Havva'nın ise Cidde'ye kovuldukları rivayet edilir.
^ yukarı ^
DÜNYA'da GEÇEN İLK AYRI YILLAR
Havva ve Adem dünyada iken 200 yıl ayrı kalırlar. 200 yıl ağlaşırlar. Bu esnada hiç kavuşamadılar. Kırk sene yediler, içmediler. Allah'ın kendilerini cennetinden uzaklaştırmasının acısı yetmezmiş gibi, bir de kendileri de birbirlerinden uzak kaldılar. Rivayete göre geçen 200 yıl boyunca Hz. Adem ve Havva'nın ağlamalarından akan yaşlar dünyanın nehirlerini, ırmaklarını, derelerini meydana getirmiştir. Kuşlar onların göz yaşlarını içip birbirine "bundan daha tatlı su görmedik" dediler. Adem çok kederliydi ve yalnızdı. Allah bütün mahlûkata Adem'e gidip onun halini hatırını sorup ona teselli vermelerini emretti. Yasakları çiğnemekti onlara bu ağır ıstırabı yaşatan. Böylece 200 yıl birbirlerini arayıp durdular.
^ yukarı ^
ADEM ile HAVVA'nın DÜNYADA KAVUŞMASI
Sonra Adem'in aklına muallaktaki (havadaki) yeşil kubbede yaşananlar geldi. O nurun ona öğrettiği isimleri bu sıkıntılı gününde zikrederek, o nurlu kişilerin yüzü suyu hürmetine Allah'tan af diler. Allah sonunda onların bu hallerine acır, merhamet gösterir. Uzun yıllar ayrı kalıp birbirlerini çok özleyen ve firak ateşiyle yanan, perişan olan Adem'in tövbesini en sonunda kabul eden Allah, onları Arafat'ta birbirine kavuşturdu. Burada buluştular. Sıkıntılarından ve utançlarından dolayı yüz yıl daha gök yüzüne bakmadılar. Nice yıllar ayrı kalmanın üzüntüsü gitti, yerini tarifsiz bir sevinç doldurdu. Uzun uzun birbirlerine sarıldılar. Hasretle ağlaşıp tertemiz olan gözyaşlarını bağırlarına, kalplerinin en derinliklerine akıtıp durdurdular.
^ yukarı ^
ADEM ile HAVVA'nın ÇOCUKLARI
Daha sonra Havva her sene ikiz bebe doğuruyordu. Toplam 36 ikiz çocuk doğurmuştu. Doğan her ikizin biri erkek biri kız oldu. Bu ikizlerden ilki Kabil ve Iklıma idi. ikinci ikizler ise 1 yıl sonra doğan Habil ve Saya idi. Iklıma, Saya dan çok çok daha güzel bir kızdı. Bu yüzden Kabil'de ikiz kız kardeşi Iklıma'yı çok sevdi. Habil'in kişilik yönünden babasına, Kabil'de annesine daha yakındı. Habil bu yüzden babasının isteklerini hep yapar ve onun emir ve yasaklarına riayet ederdi. O emirlerin Allah'tan geldiğine kesin bir kalp ile inanırdı. Böylece Adem Habil'i, tüm oğullarından daha fazla severdi. Kabil'de bu yüzden içten içe de Habil'i kıskanmaktaydı. Arardan yıllar geçer. Adem'in bu ilk olan iki ikiz kardeşler büyürler. Çalışıp babalarına yardımcı olacak yaşa gelirler. Habil, Kabil'den küçük olmasına rağmen ağabeyinden daha güçlü, kuvvetlidir. Fakat aynı zamanda yumuşak huylu ve merhametli, iyi biridir de. Kabil ise hırçın, sinirli, kindardır. Adem iki oğlu arasında iş bölümü yapmıştır. Kabil tarım işleriyle uğraşıyor, Habil de çok sevdiği koyun, sığır gibi hayvanları otlatıyordu. Bir müddet sonra Habil'le, Kabil'in evlilik çağları geldi.
^ yukarı ^
HABİL ile KABİL'in EVLİLİK MESELESİ
Adem oğullarını, Allah'tan gelen emre göre evlendirecekti. Allah, Adem'e ikiz kardeşlerin birbirleri ile evlenmelerini yasak etti. İkizi olmayan kardeşlerin evlenmelerini ise helal etti. Adem bu emri tüm çocuklarına iletti. Böylece İlk erkek olan Kabil'e çirkin olan küçük ikiz kardeş Saya, küçük olan Habil'e ise güzel ve kendinden büyük ikiz kız kardeş olan Iklıma helal eş olmuştu. Fakat Habil'in evleneceği kız Iklıma, Kabil'inkine göre daha güzel olduğundan Kabil'in kıskançlık krizlerini kabartmıştı. Iklıma ile kendisi evlenmek istiyordu. Ama bu istek Allah'ın emrine aykırıydı. Adem bu durumu Kabil'e açık bir dille izah etmiş, ancak Kabil isteğinde direniyordu. Babasından bu işe çare bulmasını istiyordu. Adem'in söz ve öğütleri Kabil'i teselli etmiyordu. Adem bu durumu Allah'a havale etti. Allah'tan gelen vahiy gereğince oğullarından, Allah'a birer kurban sunmalarını istedi. Kimin kurbanı kabul edilirse, Iklıma ile o evlenecekti. Kabil adağında, "sanki Allah benim topladığım meyveleri mi yiyecek?" diyerek, çürük, pis sebze ve meyveleri kurban verdi. Habil ise koyunları arasındaki en güzelini seçti. İkisi de kurbanlarını daha önce belirtilen dağın tepesine bıraktılar. Ertesi gün Allah kabul etmiş mi diye kurbanlarını bıraktıkları yerlere giderler. Habil mutludur, çünkü kurbanın yerinde sadece küller vardır ve Allah onun kurbanını beğenmiştir. Oysa Kabil'in kurbanı, olduğu yerde duruyordur. Bu durumda Kabil'in isteği Allah tarafından reddedilmişti. Bu olaydan sonra Kabil, zaten güzel olan ikizini kaptırmış olduğu Habil'e iyice öfkelenir. Güzel kızı o almıştır, Allah'ta, Adem'de Habil'i sevmektedir. Kabil bu durumdan dolayı artık sürekli babasına sitem etmektedir "Sen Habil'e dua ettiğin için, onun kurbanı kabul oldu, beni sevmiyorsun, hep Habil'den taraf oluyorsun" diye söyleniyordu babasına. Babası ise "Allah'ın emri böyle, karşı gelme yavrum" diyordu. Bu durum Kabil'in öfke ve kıskançlığını artırmıştı. Kabilin öfkesinin kıskançlığın artması, şeytanın işine geliyordu.
^ yukarı ^
KABİL'in HABİL'i ÖLDÜRMESİ
Bir gün Kabil'in kulağına "Ne duruyorsun kardeşini ortadan kaldır, onu öldürsene" diye fısıldadı. Kabil önceleri bu fikri kafasından atmayı denedi. Fakat sonunda şeytanın telkinlerine ve içindeki kin ve haset duygularının tahrikine kapıldı. Kardeşini öldürme fikrini yavaş yavaş benimsedi. Uygun zamanı kollamaya başladı. Bir gün Habil'i dağın başında yalnız gördü. Koşarak yanına gitti. Burnundan soluyordu. "Son duanı et seni öldüreceğim" dedi. Habil şaşırmıştı. "Niçin öldüreceksin beni? Ben sana ne yaptım ki?" Kabil dişlerini sıkarak cevap verdi. "Daha ne olsun. Babam seni benden daha çok seviyor. Allah'ta senin kurbanı kabul etti" dedi. Habil yumuşak bir sesle "Beni öldürmen neyi değiştirir. Böyle bir şey yaparsan babamın sevgisini tamamen kaybedersin. Allah'ın öfke ve lanetine uğrarsın. Cehennemlik olursun" dedi. Kabil'de "Seni öldürmezsem rahat ve huzur bulamam" dedi. Habil "Allah'tan kork" dedi. Kabil bu sözlerden sonra ürktü ve geri çekilmek zorunda kaldı. Kabil o gece sabaha kadar uyumadı. Şeytan her fırsatta ona "kardeşini öldürmezsen sana rahat, huzur yok" diyordu. Sabah olduğunda kararını vermişti. Bu sefer kardeşini kesin olarak öldürecekti. Habil ertesi sabah yine koyunları otlatmaya çıkardı. Sakin ve neşeli görünüyordu. Onun bu hali Kabil'i daha da öfkelendiriyordu.Yerden bir taş alıp sessizce kardeşinin arkasından yaklaştı ve Habil'in başına taşla vura vura onu öldürdü. Böylece yeryüzünde ilk cinayet işlenmiş oldu. İlk kan toprağa damlamış, kan ilk kez bir insanın eline bulaşmış ve ilk şehit verilmişti. Bundan sonra toprağa düşen ilk kan burada sonlanmayacaktı. Kıyamete kadar kan akmaya devam edecekti. Kabil, kardeşinin kanlı cesedi başında, donup kalmıştı. Hırsı geçtikten sonra, Kabil pişmanlıkla "ben ne yaptım" diyerek, yaptığı şeyin korkunçluğunu ve fenalığını anladı. İçini korku ve üzüntü kaplamıştı. Sanki bütün canlı cansız herkes "katil" diye bağırıyordu. Dehşet içinde ayağa fırladı, fakat kalkamadı. Kardeşinin cesedinin yanına düşüp kaldı. Şeytan galip gelmişti. Şimdi kardeşinin cesedini ne yapacaktı? Düşünüyordu ama aklına bir fikir gelmiyordu. Sonraları uzağa taşımayı akıl etti. Cesedi omuzlarına alıp yoruluncaya kadar taşıdı. Gücü kesilince omzundan indirdi. Yanına koyarak oturdu. Kabil "kardeşimin cesedini ne yapacağım" diye düşünürken, birden gözüne birisi ölmüş, iki karga ilişti. Kabil karganın hareketlerini izlemeye başladı. Hayvan gagası ve ayakları ile yeri eşeliyor, bir çukur açmaya çalışıyordu. İşi bitince ölü karganın cesedini açtığı çukura itiverdi. Üzerine yine ayakları ve gagasıyla toprağı örttü. Kabil bu olanları şaşkınlıkla izledi. Kendi kendine mırıldandı "bir karga kadar olamadım" dedi. Hemen bir çukur kazdı. Cesedi içine koyup, toprakla üzerini örttü. Biraz olsun rahatlamıştı. O gün, oğulları eve gelmekte geciktiği için endişelenen Adem, onları aramaya çıktı. Kabil uzaktan babasının kendine doğru geldiğini görünce, korkup kaçmaya başladı. Adem Kabil'in kaçışından endişelendi. Kötü şeyler olduğunu tahmin ediyordu. Biraz sonra yerdeki kan lekelerini ve üzeri yeni kapatılan çukuru görünce, durumu anladı.
^ yukarı ^
ADEM'in OĞULLARINI LANETLEYİŞİ
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kabil'in arkasından "Kardeşine ne yaptın?" diye bağırdı. Adem'in sesi öyle yüksek çıkmıştı ki, Kabil sanki bütün dünyanın sesi işittiği sanmıştı. Adem Kabil'in arkasından "Hiç bir zaman rahat yüzü görme. Artık istenmeyen lanetli bir insansın" diye beddua ederek onu huzurundan kovdu. Bir daha da geri dönmemesini söyledi. Adem'in bu bedduası Kabil'e hayatı zindan etmiştir.
Derler ki; Adem Cennetten kovulduğunda, kendisini dünyada daha iyi koruyabilmesi için, cennetten kendisine 3 emanet verilmiştir. Bunlar Asa, taç ve kuşak. Bu üç emanet onun dünya üzerinde yaşamasını kolaylaştıran emanetlerdi. Bunlar onu vahşi hayvanlardan bile korumuştur. Adem ve Havva'dan toplam 36 ikiz çocuk doğmuştur. Bunlardan sadece Habil ve Iklıma hariç diğerleri fazlaca günah işlemeye meyilli çocuklardır. Hatta bu çocuklar Adem'in emanetlerini bile almak istemişlerdir. Adem tüm bu çocuklarına beddua etmiştir. Böylece hepsine ayrı ayrı lisanlar verilmiştir. Bu çocuklar birbirlerinin ne demek istediğini bir türlü anlayamamışlardır. Eşini alan, Adem'den uzaklaşmış ve her biri uzaklarda kendi saltanatlarını kurmuşlardır. Kıyamete değin insanoğlunun barış ve huzur içinde yaşamamasının nedeni de babalarından beddua alan bu çocuklardır. Havva'dan olan bu çocukların toplamı 72 ‘dir. Ama içlerinde iyi olanlar da yok değildir. Bunlardan birisi şehit olmuş Habil, diğeri de Habil ile evlenmiş ama eşi öldürüldüğünden dul kalmış Kabil'in ikizi Iklıma'dır. Iklıma ile Habil'in birlikte olma imkanları olmadan, Habil şehit edilmiştir. Yeryüzündeki ilk günahı Kabil, dünyevi (zahiri) zevk (kadın) ve kıskançlık için işlemiştir.
^ yukarı ^
ADEM'in YENİ HAYATI
Adem tüm çocuklarını böylece yanından kovar. Yanında ise sadece eşi Havva ve eşi öldürülen Iklıma kalır. Hikayenin bundan sonrasın da 3 rivayet vardır. Biz en mantıklı olanını burada anlatacağız. Ardından diğerlerine de kısaca yer vereceğiz.
^ yukarı ^
Rivayet 1;
Tüm bu yaşananlar karşısında Adem nerede yanlış yaptığını anlamış ve Allah'a tekrar yalvarmış. Allah'tan Habil gibi bir çocuk daha istemiştir. Habil ile evlenemeyen güzel ve iyi kalpli Iklıma ile onu evlendirmeyi dilemiştir. Ama bu çocuğun ve ondan olacakların da diğer çocukları gibi söz dinlemez, arsız, hayırsız olmamalarını dilemiştir. Kendisi gibi Allah'a itaatkar ve inançlı olmasını dilemiştir. Hatayı kendisinin ta Cennet'te, Havva gibi bir eş dilerken yaptığının farkına varmıştır. Havva'yı dilerken hayırlısından ve kandildeki Fatıma nurunun ona öğrettiği isimlerin yüzü suyu hürmetine dilemeyi unutmuştur. Böylece Fatıma nurunun, ona öğretmiş olduğu isimlerin yüzu suyu hürmetine, yeniden tüm bunları Allah'tan dilemiştir. Allah'ta onun bu duasını kabul edip, yeryüzüne Havva gibi şeytanın sözüne uyup yasaklı buğdayı yememiş, inanan tüm insanların ondan zuhur edeceği, "Hür" isminde temiz bir eş (melek) göndermiştir. Burada şunu da belirtelim Havva'da tıpkı, Hür gibi bir melektir. Melekler de hata yapabilirler. Bunun en iyi örneğini Azazil'de (Şeytan'da) görüyoruz. Yani melekler şuursuzca sadece Allah'a itaat eden varlıklar değil, bilinçli ve düşünebilen, kendince akledebilen hatta Allah'a sorular sorabilen varlıklardır. Onların insandan en büyük farkı, topraktan yaratılmamış belli bir ömür verilmemiş olmalarıdır. Bu yüzdendir ki, kadınlar erkeklerden daha güzel ve narindir.
Hür ilk geldiğinde Havva ile karşılaşmıştır. Havva ona kim olduğunu sorduğunda Hür, "Ben Adem'e helal ve ikinci eş olarak Allah tarafından gönderildim. Gerçek inananlar benim soyumdan gelecekler" demiştir. Bu yüzden Havva'ya da, bundan sonra Adem ile birlikte olmamasını söylemiştir. Nitekim Hür, Havva'dan daha genç ve çok daha güzeldir. Havva "bu durumdan nasıl kurtulsam ki acaba?" diye düşünür. Çünkü Adem'i çok seviyordur. Ama Hür'ün Allah tarafından gönderildiği emri, onun bir kulağından girse de, diğer kulağından şeytan tarafından çıkartılmıştır. Şeytan Cennet'ten beri Havva'yı kandırabileceğini biliyordur artık. Burada da yapacağını yapar ve Havva'nın içine şüpheyi düşürür. Havva hemen eve gider ve iyice süslenir, güzelleşir. İşte kadınlardaki ilk süslenme burada başlamıştır. Daha sonrada vakit kaybetmeden tarlada çalışmakta olan Adem'in yanına gider. Adem Havva'yı görünce, gözlerine inanamaz. Çünkü Havva çok farklı ve eskisine göre daha güzeldir. Adem hemen oracıkta Havva'nın cazibesine kapılarak onunla birlikte olur. Adem'in o gün nerede olduğunu bilmeyen ve öğrenmek için Havva'yı izleyen Hür'de, tüm olanları görür ve Havva'nın yaptığı bu karşı gelişe üzülür. Durumu Allah'a havale eder. Ertesi gün Adem, Hür ile karşılaşır. Hür ona dileğinin karşılığı olarak, Allah tarafından geldiğini söyler. Adem'de onu dinler ve Allah'a kabul olan dileği için şükreder. Hür'ü kendisine kuma alır. Fakat kadınlar arasında bir çekişmedir, başlamıştır. Hür Adem ile birlikte olmadan önce Adem'den tırnak kesmesini, zeker (sünnet olmak) kesmesini, uzayan kıllarını kesmesini, sakalını, bıyığını kesmesini ister. Adem'de tüm bunları yaptıktan sonra, Hür ile de, birlikte olurlar. Böylece hem Havva hem de Hür hamile kalır. Hamilelik günlerinde Havva, Hür'e sürekli kötü eylemlerde bulunur. Onun karnına fırsat buldukça vurur. Amacı ise Adem'i Hür'e kaptırmamak. Hür'ün hayatını zindan etmek ve onun kendiliğinden çekip gitmesini sağlamaktır. Kadınların doğum zamanı geldiğinde, önce Havva doğurur ve Havva'dan kırk küp kalıp doğar. Ama Hür'e tüm yaptıklarının cezası olsa gerek, her biri açıldıkça, içinden böcekler, çıyanlar çıkar ve hepsi yere karışır gider. Hiç birisi kalmaz. Sıra Hür'ün doğumuna gelir. Hür'de Havva gibi kırk kalıp doğurur. Bunlar tek tek açılır ve her biri tek tek göğe çekilir. Sadece bir tanesi çekilmez. Oda bir erkek çocuğudur. Göğe çekilenler, kırklardandır denilir. Fakat yerde kalan bu tek çocuk, Havva'nın hamileyken Hür'e yaptığı eziyetlerden dolayı, tek bacağı sakat doğmuştur. Adem bu çocuğa, Iklıma'yı vereceğinden şehit olan oğlunun (Habil) anısına ona, "Şehit" ismini koyar. Fakat onunda çok sevdiği Habil gibi şehit edilmesinden çekinerek "Şit" diye çağırır. Şit kelimesi ademin zamanında (Topal) anlamına gelmektedir. Onu sevgi ve şefkatle yetiştirir. Evlenme yaşına gelince onu, Iklıma ile nikahlar. Adem ölmeden önce Şit'e "Yavrum bak bu alnımızdaki nur, benden sana geçmiş ve senin soyundan gelecek olan, Muhammet peygamberin nurudur. O nuru temiz ve iffetli bayanlara emanet etki bozulmasın. Herhangi bir darlığa, sıkıntıya da düşersen, bana Cennet'te Fatıma nurunun öğrettiği şu "..." isimlerin yüzü suyu hürmetine Allah'a yalvar ki senin dualarını ve tövbelerini kabul etsin. Kendi çocuklarına da aynı vasiyette bulun" diye vasiyette bulunur. Böylece tüm peygamberler bu isimleri bilirler ve dualarında kullanırlardı. Hz.Muhammet, doğduklarında kızının, Hz.Ali'nin ve torunlarının ismini, bizzat kendisi koymuştur. Hatta Hz.Ali'nin annesinin adının bile Fatıma olmasının sebebi, bu isimlerin bu nurlu soy tarafından, tüm zamanlarda biliniyor olmasıdır
Şit'e, peygamberliği zamanında, diğer kardeşlerine Allah'ın emir ve yasaklarını iletmesi için, her dili anlayabilme ve konuşabilme mucizesi verilmiştir. Şit kardeşlerinin hepsini tek tek dolaşarak Allah yoluna çağırır. Fakat çok azı hariç birçoğu eskiden olduğu gibi, Allah'ın sözlerine kulak asmazlar, Şit'in peygamberliğine inanmazlar. Zamanla da Allah'a şirk koşarlar. (Kaynak: Hancı Pervane deyişleri)
Rivayet 2;
Bu rivayet ise Alevi kaynaklarında sıkça geçer ve inananları da sayıca fazladır.
Adem ile Havva yer yüzünde iken Allah tarafından bir Huri kızı (Güruhu Naci) gönderilir. Fakat Havva Adem'e gelen o meleği kıskanmış ve Adem'i ona kaptırmamak için, yine süslenmiştir. Akşam olunca Havva o Huri kızından bahsetmeden, başka bir kadınla beraber olmayacağı, sözünü verdirir Adem'e. Adem ertesi sabah Huri kızını görünce verdiği söze pişman olur. Fakat ne yazık ki, sözünden de dönemez. Huri kızını da Havva'dan olan Şit ile nikahlar. İşte peygamberler soyu, doğrudan Havva'dan gelmeyen bu soydan gelmiştir, denilmektedir. Biz bu hikayede geçen Güruhu Naci'nin, Nuh'un kızı Naci ile karıştırıldığını düşünüyoruz. Bu karışıklığın giderilmesi için, yazımızın son bölümü olan, Nuh'un hikayesinde, Güruhu Naci hakkında ayrıntılı bilgi verdik.
Rivayet 3;
Şit'in dünyaya gelişi;
Âdem ile Havva sürekli tartışıyorlardı. Havva Adem’e çocuk doğurduğunu, bütün hikmet ve marifetin kendinde olduğunu, her şeyin kendisine yani anaya ait olduğunu vurguluyordu. Adem’den üstün olduğunu iddia ediyor ve onu küçümsüyordu. Adem nihayet dayanamadı.
- “Gel seninle yarışalım, görelim hikmet, marifet ve asıl kaynak kimdedir? ” dedi.
Aralarına niyet küpleri koydular. Hakk’a yalvardılar. Her ikisi de nefeslerini kendi küplerine üflediler ve küplerin ağızlarını bağladır. Buna göre 40 gün sonar gelip birlikte küpleri açacaklardı. Bundan sonra 40 gün Hakk’a niyaz edip yalvaracaklardı ve 40 gün sonra ne tür bir hikmet olduğunu göreceklerdi. Ne var ki Havva meraklı ve sabırsızdı daha 39. günde gizlice küpünün ağzını açtı, açar açmaz da etrafa akrep, yılan, çıyan gibi tüm kötülükler yayıldı. Küp boşalmıştı Havva çok korkmuştu. Bu defa da Adem’in küpünü merak etmeye başlamıştı. Adem’in küpünü açınca ne görsün küp ağzına kadar su ile doluydu. Suyun içerisinde doğum aşamasına gelen bir çocuk cenini vardı. Havva öfkelendi, küpü kapattı ve şiddetle salladı. Niyeti bebeği öldürmekti, gün boyunca salladı. Vakit dolup 40. günde önce Havva’nın küpünü açtılar içi bomboştu. Adem’in küpünü açtılar, ne görsünler? Suyun içinde doğmaya hazır mahzun bir çocuk yatıyor. Bebeği sudan çıkardılar, bakıp büyüttüler. Ama baktılar ki bebeğin bir ayağı topaldı. Çocuğun adını Şit yani Naci koydular.
O zamana kadar Havva 36 ikiz doğum yapmıştı. Bu 36 doğumun her seferinde bir oğlan bir kız olmak üzere toplam 72 çocuk vardı. Sakat bacaklı çocuk yarım insan sayılıp (buçuk insan) kabul edildi. Yani 72,5 millet. Sonradan bunlara 73 millet dendi.
Naci (Şit) ile Naciye’yi evlendirdiler. Ne Naci nede Naciye Adem ile Havva’nın çocukları değildirler. Onlar ayrı bir soydur. Cennetten gelmişlerdir.
Şit'in Naciye ile evlenmesi;
Naciye Cennette huriler başı idi. Adem ile Havva arasında sürekli tartışma oluyordu Havva yaşlanmıştı. Adem kendine yeni bir eş vermesi için Hakk’a yalvarıyordu. Cenab-ı Hakk Naciye’yi kendisine eş olarak gönderdi. Naciye Adem ile Havva’nı evine geldi. Havva Naciye’yi görür görmez durumu anladı!
Havva Naciye’yi çok kıskandı ve bir şeyler yapmaya karar verdi. Hemen tarlada çalışan Adem’in yanına koştu. O’na bin bir cilve ve naz yaptı. Adem’in cinsel duygularını uyandırdı. Adem Havva birlikte olmak isteyince de Havva kendini geriye çekti.
Ey Adem, dedi seninle bir şartla birlikte olurum.
“ Benden başka hiç kimseyi sevmeyeceğine, birlikte olmayacağına yemin edersen bu iş olur.”
Adem yemin etti ve Havva ile tarlada birlikte oldular. Akşam Adem eve geldiğinde, Naciye’yi gördüğünde dizlerine vurdu, ah vah etti ama boşuna. Oyuna geldiğini anladı. İş işten geçmişti, bir kere söz vermiş oldu. Artık Naciye ile birlikte olamazdı. Böylece Naciye’yi oğlu Şit’le evlendirdi.
Rivayet 4;
Bir çok yoldan çıkmış Emevilerden kalma Sünni kaynakta yer alan bu bilgi ise şöyledir.
Şit, Adem ve Havva'nın çocuklarıdır. Adem'in hayatı boyunca tek eşi olmuştur. Oda Havva'dır. Adem'in alnında, bulunan Hz.Muhammet'in nuru Şit'e geçmiştir. Adem oğluna aynı şekilde vasiyet etmiş, fakat bu vasiyetin içinde Adem'in öğrendiği özel isimler asla dile getirilmemektedir. Bu rivayeti Emevi devletleri zamanında, peygamberin soyunun nurlu bir soy olmadığını kabul ettirme çabaları içinde olan, yoldan çıkan Emevi hükümdarları (başta Muaviye ve oğlu Yezit) olmak üzere birçok uydurma hadisle de destekleyerek, İslam'ın içine, Adem'in hayatını, bu şekilde çarpıtarak sokmuşlardır. Bunu asıl yapma nedenleri de, babadan evlada geçen peygamberlik vasfının, Hz.Muhammet'in yakınlarına geçebileceği korkusu ve endişesidir. Yani yine şeytanın oyunları. Halbuki Hz.Ali hiçbir zaman peygamberlik iddiasında bulunmamıştır. Yakınları onun, velîlerin başı olduğunu zaten bilmektedir. Şayet bu kişiler şeytanı dinlememiş olsa, hükümdarlık ve güç elinden gidecekti. Tıpkı Şit'in kardeşlerinin babasından gelen Şit'i tanımaması gibi, Emevi devletleri de Hz.Muhammet'ten gelen bu soyu görmezden gelmişler yok saymışlardır. Aslında tarihe baktığımızda hep tekerrür edip durduğunu hayretler içinde görüyoruz.
Buradan gerçekten kalpten inanan tüm insanlara sesleniyorum. Kardeşler;
-Dünya güzellikleri için şeytanın sözünü dinleyen,
-Babasının sözünü dinlemeyip kardeşi Habil'i öldüren,
-Allah'ın isteklerine boyun eğmeyen, insanlara kulak vermeyin ve onların gittiği yoldan gitmeyin.
-Şayet okur, bilginizi arttırır ve Allah'tan temiz bir kalple ilminizi arttırmasını dilerseniz, gerçekleri görecek olan gözünüz açılır. Şu an Emeviler diyorum ama sizler sadece onları düşünmeyin. Emeviler gibi nice kendini bilmez uygarlıklar gelmiş zamanında.
Bu dünya üzerinde, bu tip olaylar her gün yaşanmaktadır aslında. Ne zaman ki bu olaylar bitti, her kes Allah'ın dediklerine inandı, adalet geldi, hak geldi, bizler ancak o zaman Cennet'e tekrar dönebileceğiz. Yani aslında kıyamet gününe kadar dünya bir Cennet olacak bizler için. Savaşın olmadığı, adaletin olduğu, nimetlerin eşit dağıtıldığı ve herkese yettiği bir dünya, Cennet'tir zaten. Cennet denilen yere şeytanı sokmadığımız zaman ancak dirliğimiz, birliğimiz ve bereketimiz olacak. Ne zaman bu Cennet'e şeytanı soktuk, işte o zaman, biz oradan yine kovulanlardan olacağız. Bu sürekli yaşanan bir devirdir aslında. Yukarıdaki hikaye ise çok eskilerde yaşanmış ve bitmiş gibi algılanmaz ise daha iyi anlaşılır, bu söylediklerim. Adem'in yerine kendinizi koyun ve düşünün. Nerelerde hatalar yaptığınızı anlarsınız. Her insan bir Adem'dir aslında.
^ yukarı ^
PEYGAMBERLER SOYU ÖZELDİR, NURLUDUR
Adem ve Hür'den zuhur eden Şit (Naci) soyu 72 milletin haricinde ve temiz bir soydur. Tabi iffetli ve namuslu bayanlara emanet edilmesi koşuluyla. Şit ile Iklıma'nın evlenmesinin ardından zuhur eden soydur. Adem tarafından lanetlenip kovulmayan ve beddua almamış temiz bir soydur ve bu soydan Nuh'a kadar temiz peygamberler zuhur etmiştir. Sonrasında Nuh'un anneleri ayrı kızı (Gürufu) Naci ve oğlu Lem ile Muhammet peygambere kadar bu temiz soy yine devam etmiştir. Hz.Muhammet ve Hz.Hatice'den olma kızı Hz.Fatma ve amca oğlu Hz.Ali 'den olan 12 imamlar ve onlardan da Alevi Dedeleri soyundan da bu soy hâlâ devam etmektedir. Aynı soydan Hz.Muhammet'e kadar hep peygamberler zuhur etmiştir. Son peygamberde "yolu", en iyi şekilde devam ettireceğini bildiği, o soya emanet etmiştir. Bu soy kimine göre ırkçılık gibi değerlendirilse de, Allah'ın emridir bu. Osmanlı devletinde bile, bu geleneği görmekteyiz. Babadan oğula geçen bir halifelik geleneği, Osmanlılarda da vardır. Onlar da bu durumun belli bir zaman elbetteki farkındaydılar. Fakat Osmanlı içine giren bozuk ırk (iffetsiz kadınlar), Osmanlının çökmesinde en büyük nedendir. Fatih Sultan Mehmet Han'a kadar gelen temiz soy ondan sonra gelen padişahlar tarafından kirletilmiş, önemsenmemiştir. Böylece büyük Osmanlı devletimizin yıkımı başlamıştır. Tarihe bakıp Osman Bey'in kimin yanında yetiştiği, neden kendisini yetiştiren o kişinin kızını aldığını, oğluna neden tıpkı Adem'in Şit'e ettiği vasiyet gibi, vasiyette bulunduğu, yeniçeri askerlerinin oluşumu ve davranışlarını, gizlendiği şekliyle kalmayıp araştırılırsa, elbet tüm bunların doğruluğu çıkar meydana. Hiçbir şey tesadüfler sonucu oluşmaz. Her şey Allah'ın bilgisindedir. Yeter ki sağlam ve içine nefis girmemiş kaynaklardan araştırın. Yazıyı bitirmeden kısaca Nuh Tufanı hakkında da bir şeyler söyleyeyim.
^ yukarı ^
İKİNCİ ADEM = NUH (Hayatı, Tufanı ve kızı Güruhu Naci)
Nuh peygamberde tıpkı diğer peygamber gibi, kendisine görev verildikten sonra, yoldan çıkan toplumu, uyarma görevini yerine getirmiştir. Fakat topluluk onu inkar etmiş, alaya almış hatta işkence bile yapmıştır. Dahası kendi oğulları başta Yam (Ken'an), Sam, Ham bile ona inanmadılar. Ona en fazla inanan kişi oğlu Lem ile (annesi ayrı) kızı Naci olmuştur. Hz.Nuh, içinde bulunduğu bu kavminden artık ümidini kestiği için, onlara bedduada bulundu. Allah'ta Nuh'a gemi yapmasını emretti. Emri alan Nuh gemiyi yapmaya başladı. Onun inşaa etmekte olduğu gemiyi görenler deli olduğunu düşündüler, yine alay ettiler. Zaman zaman gemiye gizlice yaklaşarak, habersizce pisliklerini yapıp gittiler. O derece azıtmış bir toplum olmuşlardı. Nuh'ta bu kişileri Allah'a havale etti. Allah'tan gemiye pislik yapan bu kişilere, öyle bir gazap geldi ki, tüm pisletenlere veba bulaştı. Bir çoğu da böyle kırıldı. Sonra Nuh'a yalvardılar bu illetten kurtulmak için. Oda "sizin dermanınız yine sizin pisliklerinizdir" dedi. Böylece o topluluk gemideki pislikleri şifa niyetine yemeye başladılar da ancak iyileştiler. Gemi bitince oğullarına ve kavmine, tufanın iyice yaklaştığını, kendisine inanıp onunla birlikte gelmemeleri durumunda, Allah'ın gazabına yakalanacaklarını, hepsinin helak olacağını söyledi. Ama topluluğun büyük bir kısmı ona inanmadı. Nuh bu tufan öncesi yaptığı son konuşmada, sadece oğullarından Sam ve Ham'ı ikna edebildi. Lem ise baştan beri babasının yanındaydı. Tufan kopmadan önce Allah'ın hikmeti ile dünyanın tüm hayvanları, tek tek geminin yapıldığı yere gelmeye başladılar. Her hayvandan en az 2 çift geliyordu. Nuh peygamberde hazırladığı büyük gemiye onları bir bir almaya başladı. Sıra eşeğe geldiğinde, eşek sanki bağlanmış gibi inat ediyor, Nuh'un onu gemiye bindirmek için yularından çekmesi fayda vermiyordu. Bu inat karşısında Nuh eşeğe hitaben "gelsen ya iblis" der. O anda şeytan da görünür ve gemiye girer. Nuh "sen kimsin nereden geldin" der. Şeytanda "benim ismimi çağırıp gelsen ya iblis dedin ya, işte ben iblisim" der. Böylece ibliste gemiye binmiş, orada yerini almış olur. İşte Alevilerin "euzubillahmineşeytanirracim" kelimesi yerine sadece "bismillahirrahmanirrahim" kullanmaları bu yüzdendir. Eşeğin gemiye binmemesi için, onu kuyruğundan tutan, geriye doğru çeken de, yine şeytandır. Nuh söylediği bu kelime karşısında üzülür, ama iş işten geçmiştir. Tüm hayvanlar ve çocukları gemiye bindikten sonra, büyük tufan kopar. Denizler taşmaya ve her taraf suyla dolmaya başlar. Nuh ise toplam 3 oğlu ve 1 kızı ile gemide yolculuğa başlamıştır. Oğlu Yam'ı da son anda gemiye almak istedi, ama o "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınır ve kurtulurum" dedi, gemiye binmedi ve hemen bir dalga onu alıp, boğdu. Allah'ta Nuh'un bu oğlu hakkında kurtulması için dua etmesi karşısında şöyle dedi "Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme" . Sular dağları aştı. Gemiye binmeyen tüm insanlar ve hayvanlar telef oldu. Her taraf suyla dolmuştu. Gemide ise 5 kişi ve tüm hayvanlar'ın yanı sıra birde iblis vardı. Her gün birbirinin aynı şekilde akıp gidiyordu. Gemide de yapılacak işler vardı tabi. Hayvanların bakımı ve etrafın temizliği gibi. Tüm bu hizmetleri en çok Hz.Nuh, kızı Naci ve oğlu Lem yapıyorlardı. Diğer 2 oğlu ise pek çalışmak istemiyordu. Çünkü iblis onlarla birlikteydi. Nuh tüm bu olanlar karşısında bir çare düşündü. Aklına bir fikir geldi. Oğullarını etrafına toplayıp. Kim daha iyi çalışırsa (anneleri ayrı) kızı Naci'yi tufandan sonra onunla evlendireceğini söyledi. Ama gönlünde kızını, en çok sevdiği oğlu Lem'e vermek yatıyordu. Bunu duyan diğer oğullar Sam ve Ham eskisine göre daha iyi bir şekilde gemide hizmet etmeye ve çalışmaya başladılar. Günler günleri kovalıyor, tufan bitmek bilmiyordu. O sırada gemideki ahırları temizlemekte olan Nuh'un, şeytana yakın diğer oğullarından birisi, hayvanların çiftleşmekte olduğunu gördü. Uzun süren yalnızlığının ardından, şehveti kabardı. İblisinde onu dürtmesiyle, bir eşeğe musallat olmaya kalkıştı. Tam bu sırada Nuh onu fark etti ve oğluna dönerek "Hay yüzü kara olasıca" dedi. Çocuk ta gün geçtikçe siyahlaşmaya başladı. Aradan birkaç ay geçince, yiyecekler iyice azaldı. Nuh tufanın ne zaman biteceğini merak ederek Allah'a öğrendiği isimlerin yüzü suyu hürmetine dua etti. O anda Hızır (a.s.) Nuh'a göründü. "Sende kimsin? ya sofu, buraya nereden geldin?" dedi Nuh. Oda "Gökten geldim" dedi. "Yiyeceğimiz bitti" dedi Nuh. Hızır (a.s.) da "Bugün oruç tutun yiyeceğiniz yolda" dedi. Ertesi gün Nuh, ambarın yiyecekle dolmuş olduğunu gördü. Aradan zaman geçince yine yiyecekleri tükendi. Nuh tekrar aynı şekilde Allah'a dua etti. Bu kez yine birisi geldi. "Sen kimsin? Nerden geldin?" dedi Nuh. O da, "bana İlyas derler, sudan geldim, bugün oruç tutun, yiyeceğiniz yolda" dedi. Hızır (a.s.). Yine ertesi gün ambarın yiyecekle doldurulmuş olduğunu gördü Nuh. Belli bir zaman sonra yine yiyecek bitti. Nuh tekrar aynı şekilde Allah'a yalvardı. Artık tufanın bitmesini diledi. Yine birisi geldi "bugün oruç tutun" dedi. Ertesi gün yağışlar durmaya, sular da çekilmeye başladı. Üçüncü günün sonunda gemi karaya oturdu. Nuh peygamber başka kara parçasının olup olmadığını öğrenmek maksadıyla, gemideki kargalardan birine, uçup haber getirmesini istedi. Karga geri dönmedi. Nuh daha sonra, bir güvercin gönderdi. Güvercin ağzında bir zeytin dalıyla geri geldi. O zaman Nuh anladı ki, tufan bitmişti. Nuh öğrendiği isimlerin yüzü suyu hürmetine Allah'a şükretti. Böylece yer suyu çekti, gökte suyu tuttu. Nuh'a inanıp kurtulanlar 150 günün sonunda, karaya ilk defa ayak bastılar. Nuh'un çocukları aç oldukları ve dağda yiyecek olmadığı için emir üzerine ellerinde olan bütün yiyecekleri birleştirdiler ve böylece ilk defa Aşure yemeğini yaptılar. Adem'den beri gelen Hz.Muhammet'in nurunun, bu kez de kızı Naci'ye zuhur ettiğini, Nuh biliyordu. Nuh bu nurun hikmetini ve ne yapması gerektiğini de çok iyi biliyordu. Fakat Nuh'un tufan sırasında 3 oğluna birden bu nurlu kızını söz vermiş olması, onu çok düşündürüyordu. Zor durumda kalmıştı. Sonunda Allah'a bu konuda müracaat etti. Allah'ta kendisine "Ya Nuh! Dağdaki mağaraya kızınla birlikte, bir köpek birde eşek koy" diye emretti. Nuh'da denileni yaptı ve mağaranın girişini kapattı. Sabah olduğunda Nuh gidip mağaranın kapısını açtı. Birde ne görsün birbirinin tıpatıp aynı 3 kız. Nuh oğullarından da en çok Lem'i sevmekteydi. Alnında Hz.Muhammet'in nuru olan kızı Naci'yi, ona vermeyi arzuladı, fakat nasıl gerçek kızı Naci'yi köpek ve eşek'ten gelen kızlardan ayıracaktı? Bir çare düşündü ama bulamadı. Aklına kızının kendisinin hiçbir ricasını, istediğini kırmadığı geldi. Kızları denemek maksadıyla, her birinden tek tek bir ricada bulundu. Kızlardan ilki Nuh'un isteği karşısında çemkirdi. Nuh anladı ki, bu kız köpekten türeyendi. İkinci kızından da istekte bulundu, oda homurdanarak kişnedi. Nuh anladı ki, bu kızda eşekten türeyendi. Böylece gerçek kızını ayırt etmiş oldu. Onu, diğer oğullarından daha çok sevdiği Lem ile evlendirerek Hz.Muhammet'in nurunun, onlardan devam etmesini sağladı. İşte bu yüzden bizler Güruhumuz Naci'dir (Gürufu Naciyiz) deriz. Sünniler bu kişiyi "Fırka-i Naci" olarak bilirler. Nuh'un diğer oğullarına gelince; Nuh oğullarından Sam'ı mağaradaki kızlardan biri ile evlendirerek, Mağaaz dağları tarafına, soyunu sürdürmesi için göndermiştir. Diğer oğlu Ham'ı da, öbür kız ile birlikte Allahü Ekber dağları tarafına gönderir. Sevdiği oğlu Lem ile en sevdiği kızı Naci'yi ise Süphan dağları tarafına göndermiştir. Burada tekrar belirtelim Lem ile Naci, Nuh'un çocuklarıdır ama anneleri aynı değildir. Tıpkı Adem'in çocukları Şit ile Iklıma gibi. Bu yüzden Nuh'a ikinci Adem'de denilmektedir. Diğer kutsal kitaplarda adı geçen Yafet'in ise Lem ile aynı kişi olduğunu düşünebiliriz. Çoğu kez Sünnilerin Allahuekber, maazallah, süphanallah demesinin sebebi de bu dağlardır. Bu kelimeler dilimize Hz.Muhammet'in kızı Fatıma'yı isteyenlere söylemesiyle girmiştir. Hz.Muhammet o kişilere "sizin nereden geldiğiniz belli, biriniz Maağaz dağlarından, diğeriniz Allahüekber dağlarından geldiniz" demiş ve kızı Fatıma'yı Kuran-ı en hızlı hatim eden ve kendisi gibi Süphan dağından gelenlerden olan Hz.Ali'ye vermiştir. Ayrıca Hz.Ali'ye "Ya Ali. Şu dünya üzerine sen gelmiş olmasaydın, Fatıma'yı alabilecek başka kimse olmazdı" demiştir. Son olarakta yine Hz.Muhammet'in "Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim" diye buyurmuştur.
İnsanlar, beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kızıl ırk, dinli olanlar, dinsiz olanlar, ırkı olanlar, ırksız olanlar, soydan gelenler, soydan gelmeyenler diye kısımlara ayrılır, diye çeşitlendireceğiz diye dününeneler, burada hüsrana uğrayacaklar. Çünkü biz insanı sadece 2 ye ayırıyoruz.
1- beşeri insan
- Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. (Secde-9)
Allah'ın içimize üflediği kendi ruhunun üzerinde, iki ayrı ağır yükü taşımaktayız. Bunlardan birincisi insan bedeni diğeride nefisdir. İşte beşeri insan bu üçünün karışımından meydana gelmiş, bir varlıktır.
Allah, neden insana kendi ruhundan bir parça vermiştir?
Bu temiz ruh ile birlikte, neden bir de nefis vermiştir?
Acaba bu beden ile nefsimizi öldürmemizi mi istemektedir?
Görüldüğü gibi Allah üzerimize iki zıtlığı birden vermiştir ki, hangi tarafa meğilleneceğimizi seyrellemektedir. Sonunda dönüş O'na olacağına göre, demek ki her can, er yada geç nefsini yenip, doğruyu bulacaktır. Bu süre zarfında deryaya karışamayanlara gelince, işte onlar da sorguya çekilecek olanlardır. Kıyamet, o güne kadar, ölmeden önce ölemeyenler, için elbette olacaktır.
Alevilikte insan, tanrının ruhunu taşıdığı için, kutsaldır. Çünkü o, içinde nefis barındırsa bile, aynı zamanda tanrının ruhundan bir parçada taşımaktadır.
- Alevinin kâbesi bu yüzden insandır.
- Alevinin camisi (Allah'ın evi) bu yüzden insanın kalbidir. Çünkü O, orayı mekan tutmuştur.
- Alevi bu yüzden insan kırmaktan, onu incitmekten korkmaktadır.
- Alevi bu yüzden ayrım gözetmeksizin insana değer vermektedir.
- Alevi bu yüzden insanı sevmektedir. Çünkü onu severek O'nu da sevmiş olmaktadır.
- Alevi bu yüzden Allah Muhammet Ali'nin yoluyla, insanlara hayat vermektedir.
- Alevi bu yüzden insana kıymamaktadır. Bilmektedir ki, bir insanın canına kıydığı zaman, tüm insanlığın canına kıymış olacaktır. Dünyadaki tüm kıyımların asıl sebebi de bundandır. Allah'ın içimize üflediği ruhun, nefsine (şeytana) uymuş insanlar tarafından, görülmek istenmemesinden kaynaklanmaktadır.
Bazen etrafımızda görmekteyiz; hayvanın hayvana yapmadığını, insanın insana yapmakta olduğunu. Durup sorarız kendimize; İnsan insana bunu nasıl yapabilir? diye. İşte bu beşeri insanın cahilliğinden, can gözünü açıpta kendinin ne olduğunu, ne taşıdığını, nerede olduğunu ve nereye gideceğini bilmediğinden kaynaklanmaktadır. İnsan şu kısacık ömründe üzerindeki bu hayvaniliği yok etmelidir ki, gerçekleri görebilirsin. Yok edemezse bilmelidir ki, o kendisini ele geçirecek ve yavaş yavaş insanlıktan çıkartıp, daha çok hayvanileştirecektir.
Sonuçta, beşeri insan dünya üzerinde vâr oldukça, kıyımlar ve kötü olarak nitelendirdiğimiz tüm olaylarda sürmeye devam edecektir. Bizler kötülük dolu bir toplumu, tek başımıza değiştiremeyeceğimize göre, bu toplum içinde, önce kendimizi değiştirmekten, dönüştürmekten işe başlamalıyız. Günlük zevklerin, hırsın, kinin, düşmanlığın, fesatlığın ve aklınıza gelebileck bin bir türlü şeytan oyununun, aslında tamamen sanallıktan meydana geldiğini, gözümüzle gördüğümüz, elimizle dokunduğumuz gibi olmadığını bir an önce anlamamız gerekir. İlk Matrix filmi bu yüzden güzeldir. Dünya hayatımızda 5 duyumuzla algıladığımız her şey, sadece sinyallerden ve o sinyallerin beynimizde yorumlanmasından ibarettir. Bizler hayatımızı tamamen bu sinyallere göre yönetmekteyiz. Yani özgür değiliz. Gerçekte sinyallerin kölesiyiz. Ben köle değilim diyorsanız, elinize ufacık bir iğne batırın ve bakın ne oluyor.
Karnımız acıktığı zaman yemek yeriz. Allah Kuran'da herkesin rızkını verdiğini söylüyor. Yani hiçbir şey yapmasakta bir şekilde ömrümüzün sonuna kadar, yiyeceğimiz bize sağlanacaktır, deniliyor. Ama bunun yanında çalışmamız ve rızkımızı kolay kazanılabilir hale getirmemizde, öğütleniyor bizlere. Yani çalışın deniliyor. Çalışmak ibadettendir deniliyor. Sebebi ise, çalışan insanın, şeytanın vesfeselerinden uzak duracağıdır. Bu şekilde rızkımızı helal kazanmamız ve helal yememiz bize söyleniyor. Zaten kimse rızkından fazlasını yiyemez de, götüremez de. İnsanların çoğu rızkından artırdığını, Allah'a güvensizliğinden midir bilinmez, gelecek için saklamaktadır. Geleceği için para biriktirenler, acaba kendileri için mi biriktirmektedirler? Yoksa, yarın öldüklerinde birikimlerini yiyecek başkaları için mi? O yiyecek kişiler acaba kaç kez bırakanları hatırlayacaklar. Bunlar çok iyi düşünülmesi ve yorumlanması gereken konulardır. Dünya bu tip örneklerle doludur. Kaç kral geldi geçti, hepsi toprak oldu. İnsanlar rızkından artan fazlalıkları, ihtiyaç sahibi insanlara dağıtmaktan, yarın aç kalabilirim korkusuyla vazgeçmektedirler. Bu olay, insan nefsinin, kendisi üzerindeki hakimiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden; insan nefsinin köleliğinden bir an önce kurtulmalı, gerçekten hür olmalıdır ki, sağlıklı düşünüp, sağlıklı kararlar verebilsin. Bunun tek yolu ise nefsi yok etmekten geçmektedir. Nefis şeytanın, insanın içindeki evidir. Kalp te Hakk'ın insan içindeki evidir. Ev sahibide sizsiniz. Kiracılarınızı iyi seçinki yarın pişman olmayın. Acaba "ev alma, komşu al" demekle bu kasdedilmiş olabilir mi? İşte bizler kalbini Hakk'a vermiş, nefsini yok etmiş ve 5 duyusunun üzerinde hakimiyet kurmadığı, hür olan bu insanlara, Kâmil İnsanlar demekteyiz.
Gelin canlar, can gözlerimizi bir an önce açalım ve gerçekleri görelim. Şayet karşımıza çıkan tüm insanlardaki, Allah'ın içimize üflemiş olduğu bu temiz ruhunu görebilirsek, kolay kolay yoldan çıkmayız. Kimsenin kalbini kırmayız. Hırsızlık yapmayız. Eziyet etmeyiz. Kul hakkı yemeyiz, vesaire vesaire... Vay haline ki, insan bedeninde Allah'ın ne işi var diyenlere. Siz güneşi kalbinize sokmamaya, böylece aydınlığı sokmadığınız gönlünüzde, karanlığa mahkum yaşamaya devam edin.
2- kâmil insan
İçindeki nefsi öğrendiği ilimle, yoketmeyi başaran, can gözünü açan, gerçek sandığı herşeyin sanal olduğunu gören, Allah dostu, üstün insanlara, Kâmil insan (İnsan-ı Kâmil) denmektedir.
Bu insanlar aynı zamanda "Yaşayan Kuran" 'dırlar. Ağızlarından dökülen sözcükler, Allah'ın Kelamıdır. O yüzden onlara ve öğütlerine riayet edilmelidir. Söyledikleri yok sayılmamalıdır. Bu Allah'a şirktir. Geçmişte nice Kâmil insanlar, sırf ağızlarından doğru sözden başka bir söz çıkmadığı için katledilmişlerdir. Allah bizleride onlar gibi doğruluktan, hak'tan ayırmasın.
Şimdi birazda Kâmil insan nasıl olunur? dan kısaca bahsedelim.
Kamil insan olmanın ilk adımı önce ikrar vermekten geçer. Bu "söz vermek" demektir. Aynı zamanda yola inanmak, mürşide bağlanmak anlamına gelmekte ve doğruluktan asla çıkmayacağına, can dostların önünde (ikrar ceminde) biatta bulunmaktır. Bu herkesin kolayca verebileceği bir karar değildir. Ancak beşeri insanken, can gözüyle görmek isteğiyle "tamam ben inandım" diyenler, bu kararı alabilmektedir. Bu arada kısaca belirtelim, can gözüyle görmeden "Allah'a inandım" demek, sadece dilden çıkan, Allah katında değeri olmayan, içinde biraz da ticari kaygılar (cennet-cehennem, sevap-günah) taşıyan bir sözdür.
Kullar ki, şöyle derler: "Ey Rabbimiz, kuşkusuz olarak sana inandık. Bağışla günahlarımızı, ateş azabından koru bizi!" (Ali İmran - 16)
Asla kalpten söylenmemiştir ve böyle insanlar "ben iman ettim, İslam oldum, müslüman oldum, inançlı gideceğim, çok şükür ki müslüman öleceğim" diyerek sadece kendilerini kandırmaktadırlar (Saf, temiz olanlar hariç). İnanmak daha farklı, daha bağlayıcı, elini, taşın altına koymanı gerektirecek, üzerine ağır bir yük yükleyecek bir olaydır. "İnandım" sözü bir kere ağızdan çıktımı, bir daha elini eteğini haramdan çekmeyi gerektirecek, "tövbe ettim" kelimesinin altına sığınıpta, utancından bağışlanma dileyemiyeceğin ağır bir yaptırım taşır.
Kullar ki, sabredenlerdir, özü-sözü doğru olanlardır, ilahî huzurda duranlardır, nimet ve imkânlardan başkalarını yararlandıranlardır; seherlerde, bağışlanmak için yakaranlardır. (Ali İmran - 17)
Allah gönüllerde yatanı çok iyi bilmektedir. Hakk'a ulaşmak için temiz olmak gerekir. Beşeri insanın kalbi ise, nefsini yenemediği müddetçe, onun kölesidir ve potansiyel kirlilik riskiyle karşı karşıyadır. Allah hepimizi doğru yolda ilerletsin.
Kamil İnsan konumuza şimdilik bir nokta koyarken, Herkesin toprak olmadan önce, elinde imkanı varken nefsini öldürmesi dileğiyle...


Hak-Muhammet-Ali diyerek sitemize gelen tüm canlara merhaba. . Bu sitede kullanılan yazıların bazıları anonim eserler, bazıları da şahsi eserler olabilir. Kaynak göstererek veya göstermeden aldığımız bu eserler için derleyicilerine teşekkür ediyoruz. Dilerlerse isimlerini sitemizde yayınlamaktan gurur duyarız. Bu site sadece insanoğlunun aklını çalıştırması, can gözünü birazda olsa açabilmesi ve Allah Rızası için yapılmıştır. Yanlış/Eksik olduğunu düşündüğünüz yazılar için lütfen iletişim » kuralım.
kulnet den alıntıdır.
NEDEN HADİS ve SÜNNETTEN önce EHLİBEYT GELİR?
Yemin olsun, Nûh'u ve İbrahim'i de resul olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitap'ı bunların soyları arasına koyduk. O soylardan bir kısmı hidayete ermiştir. Ama onlardan çoğu, yoldan çıkmış olanlardır.
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve onun resulüne inanın ki size rahmetinden iki nasip versin: Size, kendisiyle yol açacağınız bir ışık lütfetsin ve sizi affetsin. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. (Hadid 26-28)
Ben kendimden sonra sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı, diğeri ise itretim (Soyum - Ehl-i Beytim) dir. Bunlar Kevserin (havuzun) başında benimle buluşuncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin. Ey insanlar, onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın. Çünkü onlar sizden daha alimdirler. (Hz.Muhammet)
Rehberimiz, sevdiğimiz, Allah'ın resulu nebiler nebisi, Hz.Muhammed Hak'ka yürümeden önce, sanki islamın, birinci derece akrabalarının ve halkın başına gelecekleri sezmiş ve uyarma görevini birkez daha yaparak, gözünü güç hırsı bürümüş Allah'tan korkmayanlara ve resulüne uymayanlara bu sözleri sarfetmiştir. Şimdi biz, bu üstün, temiz ve alim soydan nasıl yüz çeviririz ( ! ) Çevirirsek yoldan çıkanlardan, olmaz mıyız?
Allah'tan korkmayanlar yukarıdaki hadiste "itret" kelimesini farklı yorumlamışlar "hadistir-sünnettir" demişlerdir. Tüm kitaplara bu şekilde geçirmeye çalışmışlar, başarılı da olmuşlardır. Fakat gerçeği yinede, yok edememişlerdir.
İşte Allah'ın sözleri, işte resulünün sözleri. Birbirinin tıpatıp aynısı değil mi? Daha inkar edenlerden olup yolu değiştirmek isteyenlerin peşlerinden mi gideceksiniz ( ! ) Allah'tan korkun O'na ve resulüne kulak verin.
Peygamberler soyu, saf ve temizdir;
Rivayet 1;
Allah tarafından Hz.Adem'e ikinci eş olarak gönderilen, güzel mi güzel Huri kızı önce Havva ile karşılaşır. Havva onun Adem'e ikinci eş olarak gönderildiğini anlar ve o gün bu meseleyi halletmek için hazırlık yapmaya başlar. Akşama kadar süslenir, hazırlanır. Hz.Adem akşam eve geldiğinde karşısında daha da güzelleşmiş olan bir Havva bulur. Havva o gün bir başka güzeldir ve konuyu Huri kızından bahsetmeden, Hz.Adem'e açar. Kendisini hala sevip sevmediğini sorar. Hz. Adem'de onu hala çok sevdiğini ve ondan başka kimsenin kalbinde olmadığını, zaten dünya üzerinde ikisinden başka bir kimseninde bulunmadığını söyler. Havva ise "peki ya olsaydı" der. Hz.Adem'de olmadığını düşünerek "ondan başkasını sevmeyeceği sözünü verir". Havva bu söz üzerine rahatlar. Ertesi gün Hz.Adem Huri kızıyla karşılaşır ama Havva'ya verdiği söz aklına gelir. Dolayısıyla Huri kızını Hz.Şit ile evlendirir.
Rivayet 2;
Havva'nın her yıl, hep ikiz çocuğu olurmuş. Doğanlardan biri erkek, biri kız olurmuş. Yaşayan 36 ikiz (yani 72 millet) bir sonraki veya önceki ikizi olmayan kardeşleriyle evlenerek insan neslini çoğaltmışlardır. Adem ve ikinci eşi Hür'den olan Şit ise ikiz doğmamış, (73.Millet) diğer 39 kardeşi gibi tek doğmuş. Şit'in diğer erkekli, kızlı kardeşleri, yeryüzünde yaşamamış, göğe çekilmişler (bunlar Kırklardandır denmektedir). Şit ise Havva'nn ilk oğlu Kabil'in öldürdüğü Habil'in ikizi Iklıma ile evlendirilerek bu soyu sürdürmüş.
Yukarıdaki her iki alevi rivayetinde de Hz.Şit neslinin Huri kızından gelen saf bir soy olduğu ve peygamberlerin bu soydan geldiğini görüyoruz. Hz.Adem vefat edecegi zaman oğlu Hz.Şit'e: "Yavrum ! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan Hz.Muhammed'in nurudur. Bu nuru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun" diye buyurdu. İşte bu soy Nuh peygambere kadar, babadan oğula, temiz bir şekilde gelmiştir. Burada antiparantez şunuda öğreniyoruz ki, sadece babadaki nur doğacak çocuğun nurlu doğmasında etkili değil. Anneninde temiz ve iffetli olması gerekiyor. Daha sonra Nuh peygamberin (anneleri ayrı) kızı Naci (Gürufu Naci) ve oğlu, Lem'in evliliklerinden doğan çocukları ile bu soy Muhammet peygambere kadar devam etmiştir. Hz.Muhammet ve Hz.Hatice'den olma kızı Hz.Fatma ve amca oğlu Hz.Ali'den olan 12 imamlar ve onlardan da Alevi Dedeleri soyundan, bu soy hâlâ devam etmektedir. Aynı soydan Hz.Muhammete kadar, sürekli peygamberler zuhur etmiştir. Son peygamberde, en iyi şekilde devam ettireceğini bildiği, bu soya "yolu" emanet etmiş ve Hakk'a yürümüştür. Fakat Hz.Muhammed'in dünyayı terkinden sonra onun soyuna karşı "islamız biz" diyenler tarafından (Muaviye, oğlu Yezit ve yoldan çıkmış sonraki Abbasi yöneticileri) yapılan kıyımlar aşikardır. Hz.Muhammed'in en başta belirttiğimiz isteği açık olarak gerçekleşmesede, bilenler tarafından devam ettirilerek, günümüze kadar ulaşmış, burada bile kelimelere dökülmüş, yine canlanmştır.
Lanet Yezit, babası Muaviyenin ölümünden sonra, Hz.Muhammet'in soyunu yoketmeye kesin kararını vermiştir. Kerbala denen yerde Hz.Muhammet'in soyundan 72+1 kişiyi katlediyor, dolayısıyla İslam sancağınıda alyor. Bu saf soydan sadece tek bir kişi kalıyor. Oda İmam Hüseyin oğlu İmam Zeynel Abidin'dir. Onunda hayatta kalması bir mucizedir aslında. Bu da Allah'ın emri olsa gerek. Kendisi çok küçük ve hasta olduğundan, birkaç kişininde yardımıyla, öldürülmekten son anda kurtuluyor. Bakımı için büyüyünceye kadar Yezit'in emri ile hıristiyan olan bir ailenin yanına veriliyor. Bu eylem ancak bu şekilde ona gerçekleri öğretmeyebiliriz düşüncesi ile yapılıyor. Ama onu alan kişi, hristiyan biri de olsa, ondaki nuru görüyor ve onu doğru bir şekilde yetiştiriyor. Belli bir yaşa gelince Yezit, İmam Zeynel Abidini alıp hapse atmak istiyor. Amacı Hz.Muhammet'in neslinin devam etmesini istememek ve İmam Zeynel Abidin ile son bulmasını sağlamaktı. Fakat yine bir mucize sonucu, yetiştiren ailenin şartıyla karşılaşıyor. O mübarek şahıs, beni ancak İmam Zeynel Abidin'in gardiyanı yaparsanız, onu size teslim ederim diyor. Yezit'de, adamın hala hıristiyan olduğunu düşünerek, bir zarar göremediği bu işe, olur diyor. Uzun lafın kısası, yıllarca hapis yatan İmam Zeynel Abidin, kendisini büyüten ve ona gardiyanlık yapan bu; dışta hıristiyan, içte islam olan kişinin kızından, neslini devam etmiştir. Her ne kadar, bu nesli Yezit gibi hala olmasını istemeyenler olsa bile... iletişim »
TÜRKİYE'deki KURAN ÇEVİRİLERİ ARASINDAKİ DÜŞÜNDÜRÜCÜ FARK ?
Ki o, çok soylu (kerim) bir elçinin sözüdür. (Hakka - 40) Bu ayetteki "soylu" kelimesini, diğer kuran tefsirlerinde "şerefli" olarak görmekteyiz. Halbuki Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde "kerim" kelimesinin ilk anlamı "soylu" olarak geçmektedir. Çoğu Kuran çeviricileri "kerim" kelimesinin neden ilk anlamı olan "soylu" kelimesini, Kuran çevirilerinde kullanmaktan ısrarla kaçmaktadırlar? Bu kurum ve kişilerin sayısı az değildir. Türkiye'deki 13 bilinen kuran çeviricisinden 9'u "kerim" kelimesini "şerefli" diye çevirmişlerdir. Bu kişi ve kurumlar peygamberimizin "soyundan" utanmaktadırlar mı? Yoksa bu üstün soyun bilinmesini istememektedirler mi? Burada sorulacak çok soru var aslında. Biz tüm iyi niyetimizle Dileyelim ki; bu kişiler bu çeviriyi bilmeden yapmış olsunlar. Ama 13 te 9 oranı düşündürücüdür. Bazı çeviricilerde (muhtemelen azabı çetin olan bir günden korkarak) "kerim" kelimesini Türkçe'ye çevirmeden olduğu gibi bırakmışlardır. Bu kurum ve kişileri aşağıda görmektesiniz. Allah hepinize doğru yolu gösteren bilgiler nasip etsin. Biz peygamberin şerefli bir kişi olduğunu elbette biliyoruz. Ama Allah bu ayette, Hz.Muhammet'in şerefinden çok soyu üzerinde durmaktadır. Yani peygamberin soyunun ezelden gelip ecele gideceğini vurgulamıştır. Ayrıca TDK sözlüğünde şeref ve soy kelimelerinin kesinlikle anlamdaş olmadığı da görülmektedir.
Çeviriyi yapan | Hakka-40 |
Abdülbaki Gölpınarlı | Kerim = Kerem |
Ali Bulaç Meali | Kerim = Şerefli |
Diyanet İşleri Meali | Kerim = Şerefli |
Diyanet Vakfı Meali | Kerim = Şerefli |
Edip Yüksel Meali | Kerim = Şerefli |
Elmalılı Hamdi Yazır | Kerim = Şerefli |
Ömer Nasuhi Bilmen | Kerim = Kerim |
Muhammed Esed | Kerim = Şerefli |
Suat Yıldırım | Kerim = Kerim |
Süleyman Ateş Meali | Kerim = Değerli |
Şaban Piriş Meali | Kerim = Şerefli |
Ümit Şimşek Meali | Kerim = Şerefli |
Yaşar Nuri Öztürk | Kerim = Soylu |
Yukarıdaki tabloda Hakka Suresi 40. ayetinde geçen "kerim" kelimesinin Türkçe karşılığı olarak "soylu" kelimesini kullanan çeviricinin sadece 1 tane olduğu görülmektedir. 3 kişininse (azabı çetin olan bir günden korkarak, diye düşünmekteyiz) bu kelimeyi Türkçe'ye çevirmeden orjinal haliyle bıraktığını görmekteyiz. Allah gerçeklerin üstünü örtmeyenlerden razı olsun diyelim. Zaten aynı surenin (Hakka) 44 ile 50 arası ayetleri Kuran'ın anlamını kaybettirenler için haklarında nelerin olacağını da bizlere açıkça söylemektedir. Bunuda bize Hz.Muhammet'i örnek vererek yapmaktadır ki o çok yüce bir peygamberdir. Umulur ki; Allah bu tip söz değiştiren insanlara da doğru yolu göstersin.
HADİD SURESİ
Eğer o, bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi, (44)
Yemin olsun, ondan sağ elini koparırdık. (45)
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. (46)
Hiçbiriniz de bunu önleyemezdi. (47)
Ve şüphe yok ki Kur'an, çekinenlere öğüttür. (48)
İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz. (49)
Şüphesiz o, kâfirler için büyük bir pişmanlık (iç yarası) ve karşılaşacakları (önlerine mutlaka çıkacak olan) kesin bir gerçektir. (50)
iletişim »
dönmem deme!
İki nur var kandil içinde
Elektronda döner çevresinde
Kaç nur var sayamadım daha
Döner tümüde insan bedeninde
amacımız eğitim
Hayat içindeki koşuşturmanın sanallığından ve monotonluğundan sıkılmış, canına can düşmüş, gerçeği arayan canlara, eğitimsel anlamda yardımcı olabilmektir? Geçmişi incelediğimizde, bu eğitimin insanımıza eskiden olduğu gibi, hayata atılmadan önce verilmiş olması, çok daha olumlu sonuçlar getirmektedir. Günümüzde geçmişe dönerek ismini ölümsüzleştirmiş bir çok ulu şahsın hayatını incelediğimizde, (ağaç yaşken eğilir, atasözümüzde olduğu gibi) bu eğitimi gençken bir şekilde almış olduğunu görmekteyiz. Çünkü insan aklı erdikten hemen sonra, varoluş amacını aramaya başlar. Aklına gelen tüm soruların cevabını bulamadığında, içinde yanan alev zamanla sönmeye başlar (ama asla tam anlamıyla sönmez) İşte bu sönük yanan ateştir, insanı yalan dünyada sürekli mutsuz eden. Bu eğitimi almış aileden gelen insanların çocukları, eğitim almamış ailenin çocuklarına göre daha bahtlıdır. Çünkü bu ilimden kendisi fayda bulduysa, çocuğunuda bu ışığa doğru yönlendirmekte ve onun ilimlenmesi yolunda önünü açmaktadır. Fakat son yüzyılımızda köylerden kentlere göçler olması nedeniyle, birçok alevi aile, şehir hayatının koşuşturmasına kapılmış ve bu sanallıktan kendini kurtarmayı başaramamıştır. Eğitimsiz kalan bu ailelerde, kendi çocuklarına bu eğitimi verememiş veya aldıramamıştır. Sonuç olarak önce bireylerden sonrada aileden başlayan bu yozlaşmanın, olumsuz sonuçları, yavaş yavaş su yüzüne çıkmaktadır. İnsan mutsuzdur. Kimdir? Neden bu dünyadadır? Nereye gidecektir? Bu ve bunun gibi, dünya gözümüzle görüp cevaplayamayağımız bir çok soru, insanın aklını sürekli meşgul etmektedir. Bu soruların asıl cevabı ise yanlızca can gözü açık insanlara nasip olmaktadır. Can gözleri kapalı şekilde ibadet edenler; yaptıkları ibadet miktarınca sevap, kötülük miktarınca günah kazandığını ve bu ikisinin tartılmasıyla Allah'ın onlar için hazırladığı cehennem veya ebedi cennete gireceklerini düşünmektedirler. Bu yöntem bize biraz "Al takke ver külah" atasözünü hatırlatmaktadır. Alevi inancında ise ibadet asla bu kadar basit değildir. Basit ibadetle gidilen yol sağlam olmayan ipe benzer. Hassas noktalarından anında kopar ve insanı felakete götürür. Bu yüzden ikrar vermiş ve bu yola girmiş insanlar, belli bir düzenle eğitime alınırlar. 4 kapı ve 40 makam geçerler. Bunları geçerken yapmaları gereken tüm ibadetlerini eksiksiz yaparlar. Herhangi bir yanlışlık yaptıklarında doğrudan bu dünyada ceza alırlar. Buna alevilikte düşkünlük denir. Düşkün insan, cezası süresince halkça dışlanır. Utancından halk içine çıkamaz duruma gelir. Toplu ibadete (Cem'e) alınmaz. Pişman olup önce kendince Allah'a yakarır, sonrada eğitimini devam ettirebilmek için eğitimi veren kişiye (mürşit) yakarır. Zaten özü sağlam olan kişiyi Allah kanatları altına bir şekilde yine alır. Düşkünlükten affedilmek çok zor ve çilelidir. Düşkünlükten kurtulan bir alevinin, tekrar aynı hatayı (günahı) yapması olasılığı çok azdır. Basit ibadet sisteminde ise insanın günahından kurtulması sadece tövbe etmesine bakar. İnsan günah işler tevbe eder bağışlanır. Sonuçta Allah'a ulaşmak alevilerce o kadar basit değildir, olamazda. Eğer böyle basit olsaydı, şu anda etrafımız erenlerden ve ulu kişilerden geçilmezdi. Kuran'da bahsi geçtiği gibi "Çok azınız müstesna" Bu tip insanlar sayılıdır. Dileğimiz odur ki, Allah bizleri de bu çok az insanlarla bir etsin.
Birde aleviliği "Hz. Ali'yi sevmek olarak" tanımlayanlar ve ben de Ali'yi seviyorum öyleyse Aleviyim diyenler var. Bu sözler şeytan sofrasında hazırlanmıştır ve buram buram çıkar kokmaktadır. Hem Ali'nin gizli ve açık düşmanlarını öveceksin; hemde ben de Aleviyim diyeceksiniz. Bu nasıl bir çelişkidir. Alevilikte böyle birşey yoktur. Çünkü Kuran'da "Allah'tan yüz çevirenlerden, sen de yüz çevir" diye emredilmektedir. Eğer Allah'a inancınız varsa bu ikiyüzlülüğü yapmayın, gelin vazgeçin böyle ucuz ve adi numaralardan. Allah göstermesin, cahil insanlarımız bu sözlere inanır, doğru sanabilirler (!)
Alevi olmak için ikrar vermek, mürşite bağlanmak, tüm Allah dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onların açtığı yoldan gitmek ve yolun kurallarınca yolda ilerlemek gerekir. Öyle basitçe ben de Ali'yi seviyorum, öyleyse ben de aleviyim demekle olmaz bu işler. Biz gönülden çıkan sözlere itibar ederiz, dudaktan çıkan sözlere değil. Bu tip siyasi amaçlı sözlere, can gözü açık insanlar, asla itibar etmezler. Can gözüyle dünyaya ve olaylara bakan biz Aleviler, maskelerin arkasını elbetteki apaçık görmekteyiz. Bu tip insanlar yanlızca kendilerini kandırırlar da, Allah'ı ve insanları kandırıyorum sanırlar. Allah herşeyi görendir, işitendir.
Diğer önemli bir konuya da değinmeden geçemeyeceğiz. Çoğunlukla avrupada yaşayan gurbetçilerimizin hassas duygularını kullanmak isteyen ve "ALEVİLİK" adı altında oluşumlar kurarak, Alevilerin haklarını aradıklarını söyleyen, bir takım aslını bilmezlerinde, günümüzde yanlış yolda olduklarını görmekteyiz. Bu kuruluşların, kesinlikle kötü niyetle kurulmuş olacağını düşünmüyoruz. Şu örneklerle ne demek istediğimizi biraz açalım;
İbadetimiz olan semahı, düzenledikleri kültür faaliyetlerinde gösteri gibi sergilemeleri, ibadetin asıl anlamından çıkıp şekilciliğe yönelen bir alevilik yaratmaktadır. Bilmeyenler için kısaca semahın bir anlamından bahsedelim: Tıpkı Dünya'nın Güneş etrafında dönüşünü 1 yılda (365.25 günde) tamamlaması ve bu esnada Ay'ın da Dünya etrafında ve kendi etrafında 12 defa dönmesi, ve bu dönüşler esnasında Dünya ya arkasını (sırtını) hiç dönmemesi, hep ön yüzünü göstermesidir, semah.
Diğer yanlış düşünce ise, Şu an "hak arayışı" adı altında sergiledikleri bazı davranışların da ülkemiz içinde bölücülüğe yol açmasından da korku duyuyoruz. Bu tip arayışlar, dünyayı kontrolü altına alma çabasında olan, başta ABD'nin ve diğer Türkiye düşmanı devletlerin umutla beklediği eylemlerdir. Yıllar yılı aynı topraklar üzerinde kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olsa da, bir şekilde yaşamış, Alevi ve diğer mezhep insanlarımızın arasına, nifak sokmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmektir. Sömürülen biz (hak-adalet) olsakta, her zaman bölücülüğün karşısında, birliğin (tek vücutluğun) yanında yer alacağız. Örneğin AKP hükümeti de Aleviler için bir adım atmış gibi davranarak, aslında tek olan milleti "bizler (Sunniler) ve Aleviler" diye bölmektedir. Fakat bunun adı birleştirmek konulmuştur. Birleşmenin tek bir ana unsuru vardır. Oda Allah düşmanlarından övgüyle söz etmemekten geçer. Biz ileride bunun gerçekleşeceğini biliyoruz. Nasıl ki; Hz.Ali, ve Hz.Hüseyin'in katliamlarının, Sünni kesim tarafının, şimdilerde yeni yeni anlaşılmış olması gibi; bazı Abbasi ve Osmanlı padişahlarının Alevi katliamında bulunmalarınıda ileride yanlış bulunacağını biliyoruz. Bu ne kadar erken yapılırsa tüm millet için o kadar hayırlı ve daha da birleştirici olur. Yapılmazsa tıpkı Sivas katliamında olduğu gibi Alevi kesiminin kanının dökülmesi olayları gelecektede görülebilir. Bizler işte bunu istemiyoruz. Başa gelen yönetim kim olursa olsun, doğruyu ve adaleti ortaya koymak için çaba göstermelidir. Bunu sadece sözleriyle değil eylemleriyle ispatlamalıdır. Ör. Sivas katliamını gerçekleştiren ön ve arka plandaki güçlerin, günümüzde nasıl cezalandırıldığı (veya cezalandırılmadığı ! ) şeffaflaştırılabilir. Daha başka, okullarda okutulan tarih ve din kitaplarında Alevi düşüncesine saygısız ve kinle yönetim yapan geçmiş yöneticileri övgüyle anmaktan vazgeçilebilir. Camilerde aleviler hakkında halkı olumlu yönde bilgilendirici vaazlar verilebilir. Aksini yapanlar cezalandırılabilir. Alevi olmayan halk işte o zaman Alevileri daha iyi anlar ve bizlere hak verirler. Bizim tek suçumuz (!) var o'da, Hz.Muhammet sevgisine Ehlibeytini severek ulaşmaya çalışmaktır. Sırf bu yüzden geçmişten günümüze kadar kim bilir kaç masumun kanı şu toprağa akmıştır. Dileğimiz odur ki 20.yy'de bile gördüğümüz bu vahşi olayları, 2000'li yıllardan sonra bir daha görmeyiz. Tek bir insanı öldüren, tüm insanlığı öldürmüştür. Tek bir insanı sevindiren, tüm insanlığı sevindirmiş gibidir.
Bizler bu yüzden Atatürk'ün çizdiği yoldan da hiç bir zaman çıkmayacağız. Üzerinde yaşadığımız kutsal toprakları, şehitlerimizin ve Rica-ül Gayb erenlerimizin yardımlarıyla almış olduğumuz bilinciyle, korumak ve kollamak bizim her zaman birinci görevimiz olacaktır. Hacı Bektaş-ı Veli'miz bir sözünde "Nebîler (uyarıcılar), Velîler (koruyucular), insanlığa Allah'ın HEDİYESİDİR." demiştir. İşte Atatürk'ümüz de Türkiye'mizi kişisel çıkarları olan düşmanlardan kurtararak, halkı korumuştur. O'nun korumalığı kurduğu düzenleri hâlâ da devam etmektedir. O bize bu yüzden Allah'ın bir hediyesidir. Kim ki Allah'ın hediyesini almaz ve ona sahip çıkmazsa, Allah'ın yanında da yer alamaz.
Sonuç itibariyle şunları söyleyebiliriz. Dinimizin veya inandığımız şeylerin adı her medeniyette farklı farklı olabilir. Bu; Amerika, Avrupa ve İsrail'de Hristiyanlık'tır, Yahudilik'tir veya Musevilik'tir. Çin'de, Japonya'da, Hindistan'da Budistlik, Putperestlik veya Ateistlik bile olabilir. Türkiye ve diğer müslüman ülkelerde de İslam diye geçmektedir. Tüm bu dinler doğruyu yapmamız için bir şeylere inanmamızı söyler. Ama hepsinin ortak bir yanı vardır ki, inanılan bu şey uğrunda yaptığımız eylemlerin doğruluk, dürüstlük ve barışı emrediyor olmasıdır. Şayet bu eylemi kendi dış benliğimiz (arzularımız, kişisel çıkarlarımız) için yaparsak doğru yolda değilizdir. Fakat öz benliğimiz için yapıyorsak (kişisel ve arzusal olmayan, insanlığın fayda bulması için) işte o zaman doğru yoldayızdır. Allah tüm bu medeniyetlere zamanında elçilerini göndermiş ve hep aynı şeyi emretmiştir. "İlahınızın (Allah'ın) dışında ilahlar edinmeyin" demiştir. Kuran bu emri hemen hemen her ayetinde belirtmektedir. Mutlaka diğer kutsal kitaplarda buna benzer emirler vardır. Burada çoğunuzun aklına "Allah'ın dışındaki ilahlar" kelimelerinden PUTLARIN kasdedildiği gelebilir. Ama hemen söyleyelim yanılıyor olabilirsiniz. Çünkü başka bir Kuran ayetinde "İĞRETİ ARZUSUNU İLAH EDİNEN KİŞİYİ GÖRDÜN MÜ?" (Furkan-43) denilmekte ve insanın nefsi için yaptığı eylemlerin, aslında edindiği sanal ilahlar olduğu açıkça belirtilmektedir. Şimdi size soruyorum. Allah'ın dışında ilahlarınız var mı? yoksa yok mu? Bunu iyice düşünelim. Kuran, "çok az bir kesim hariç, herkesin var" diyor. Hem de DİN, DİL, IRK ayırmadan.
Bu noktadan sonra, başkalarının dinlerimi üstün, yoksa bizim dinimiz mi üstün? tartışmasını bir kenara bırakıp, neden biz böyle BENCİLİZ diye kendi kendimize sormalıyız. Tüm dinler, inanışlar Allah'ındır ve bunların hepsi eninde sonunda Allah'a çıkacaktır. Tek olan ilah, tanrı, kendisine son isim olarak ALLAH'ı seçmiştir. Tüm bölünmelerin ardında dinler ve inanışlar değil, insanoğlunun sonu gelmez arzu, istek ve çıkarları yatmaktadır. İşte bu yüzden her dinin 1 numaralı değişmez kuralı Tanrısına koşulsuz inanılmasıdır. Ondan başka tanrılar edinilmemesini istemektir. Ama biz arzulu, nefisli ve kişisel çıkarlarımızı düşünen bencil insanlar olarak, ne yapıyoruz? Allah'ı kendi özümüzden uzaklaştırıp, O'nun hemencecik yanından bu isteklerimizin bizi yönetmesine izin veriyor ve neticede birbirimize çok büyük zararlar veriyoruz. Aralarımıza (hiçbir zaman bizim olamacak dünyamız için) sınırlar çiziyor, bölünüyoruz, savaşıyoruz, kan döküyoruz. Kazanan kim, insanlık mı? HAYIR. Kaybeden insanlık. İşin kötü yanı bizi hayvanlardan ayıran bir aklımızın olmasına rağmen, birbirimizin kanını, hayvanlar gibi hayatımızı devam ettirmek için değil de, kişisel çıkarlarımız için (zevk için) döküyor olmamız çok garip. Dışarıdan bir bakışla insanoğlunun şu halini kim görse, "ne kadar APTALLAR" demekten başka bir söz gelmez içinden herhalde.
İşte biz Aleviler, kimlerin kişisel çıkarları için değil de, kamu yararı için çalışıp didindiğini, bu sebeplerden dolayı çabuk farkeden bir toplumuz. Bizim tek farklılığımız işte buradan gelmektedir.